terelelli temcik3
profili

  • lakin iyi yaşadık

    "lakin iyi yaşadık" son nefesim için bir ömürdür ilmek ilmek hazırladığım cümledir ve ilk kitabımın adıdır.

    80 darbesine doğdum. korkmuş, güvenlerini yitirmiş insanların dünyasıydı.
    sosyologlar bir travmanın 30 yılda atlatılacağını ön görüyordu, bizim ise 3 günümüz bile sorunsuz geçmiyordu.

    elde avuçta pek bir şey yoktu. insanlar genelde memur ya da çiftçiydi. işçi ve köylü sınıfı kocamandı. inşaat yürümemişti henüz, devlet eli ile üretim bile vardı.

    özal dönemi yaşadık sonra. birileri zengin oluverdi. onlar hiç ahbabımız olmadı.
    benim yoktu belki ama arkadaşlarımın, aileden ayrı, anneanne yanında okumalarının diyeti olarak ailelerinin alamanyalardan getirdiği barbie'leri oldu. bir kez bile saçlarına dokunmak çocuk hevesimize yeterdi.

    her şey azdı. aza bile sahip olmak pek değerliydi. internet yoktu, cep telefonu yoktu.mektup ve kartpostal gerçek iletişim araçlarıydı.
    yazardık.

    yatılıya giden arkadaşlarımıza yazardık, özlediğimizde kuzenlerimize, anneannemize.
    yazları ufak ege kasabalarına memur kamplarına gittiğimize, kartpostal atardık yakın arkadaşlarımıza.

    anket defterlerimiz olurdu. kendi kendimize anketler kurgular, hoşlandığımız çocuk kimden hoşlanıyor anlamaya çalışırdık.
    "bana kalbin kadar beyaz bu sayfayı ayırdığın için teşekkür ederim" ile başlayan onlarca sayfaya sahip hatıra defterlerimiz, günlüklerimiz ve okulda güzel konuşma ve yazma derslerimiz olurdu.

    bir şekil yazdık.

    ben kendime çok yazdım, aileme darıldım günlüğe yazdım, hocalara küstüm sıraya yazdım, devlete kızdım duvarlara yazdım.

    ben hep içim boşalsın diye yazdım.
    yazdıkça rahatladım.
    yıl 2004'tü. burayı keşfettim.
    geldim sözlüğe yazdım.

    ilk kez okunmak ne demek onu anladım. birileri beni anladı. birileri beni benden iyi anladı.
    en iyi dostlarımı buradan edindim.

    burası ile yıllarca dertleştim.

    bu kitaba sözlük vesile oldu.
    burada keşfedildim. bir kitap umuduna dair ilk mesajı buradan aldım.

    oturdum geçmişi yazdım.
    tasolar, renkli televizyona geçiş, leblebi tozu anlatmadım kimseye.
    ben o dönemin insanlarını özlüyordum.
    günler geçtikçe, biz kırıla döküle yeni toplumsal travmalara aktıkça, en çok eski sığınakları; eski dostları özlüyordum.

    içimde koca bir yük vardı. bende saklı tüm hikayeler artık kalbimi sıkıştırıyordu. anıları saklamak için eşyalara sığınır olmuştum. hikayelerin ağırlığında eziliyor, eşyaların çokluğundan hareket edemiyordum.

    bazı yeri doldurulmaz insanlar, hayatıma dokunup geçmişti, beni ben etmişlerdi.

    bir vefa borcu vardı üzerimde.

    bir nevi yazıp rahatladım.

    derde eleme vermedim yani kendimi. insanda ömür bir tanecik.
    elimizde olanla da iyi yaşadık. güldüğüm gün çoktur, çektiğim acıya sonradan güldüğüm de.
    bazı günler geldi çattı. ölsen ölünürdü, balına yaşadık.
    sevmekten ve paylaşmaktan geri durmadık. hayat da genelde güzel insanlar çıkardı karşımıza.
    büyük hikayeleri olan, pişmiş insanların sıcağında mayalandık.
    hasılı kelam; razıyız bu güne kadar yaşadığımızdan.

    anlattığım öykülerdeki olaylar ve kişiler, tamamen hayal dünyamın ürünüdür.
    bazıları size çok tanıdık gelebilir. bu hayallerimizin ve dünyalarımızın ne kadar benzer olduğunu gösterir ve beni çok mutlu eder.

    sözlüğe de bir vefa borcum var. beni ben edenler listesinde yeri özeldir.
    eski bir dosta, düğün dernek haberi verir gibi; bu havadisi buraya yazmam bundandır.

    sevgili sözlük,

    benim dar günlerimin sırdaşı, neşeli günlerimin kahkaha yoldaşı;
    sağolasın gözüm, bir nevi; sayende çıktı ilk kitabım.
    12 yıldır beraberiz.
    bakalım daha neler göreceğiz.

  • mezeleri güzel

    "mezeleri güzel" yazım sürecine şahit olduğum kitaptır.
    herkes gibi içinde benden de, tüm eski iş arkadaşlarımdan da örnekler vardır.

    bundan tam 15 sene önce başladım çalışma hayatına, henüz kapı girişlerinde elektronik okutulan badge'ler yoktu. ama takım elbiselerimizin markası o zaman da önemliydi, evrak çantam vardı, o zamanlar içinde laptop yoktu yine de o çanta deri olursa daha iyi olurdu. işe sürekli fönlü gelen kadınların ve tatilde yurt dışı planı yapan erkeklerin satışlarının ve primlerinin daha iyi olduğunu düşünürdüm.
    düzenin dengesini henüz çözememiştim. o ilk işten ayrılana kadar da çözemedim. sonra büyük bir fabrikanın beyaz yakalısı oldum.
    fabrikada bir beyaz yakalı iken bir nebze daha kolaydı. çünkü mavi yaka ile aynı tabldot tepsiden yiyiyor, sigara molasında depo sorumlusu ile dertleşiyorduk.
    öğlen yemeklerinde fabrika dışına kaçmaya kalksak, dolmuşta karşılaşıyorduk.

    fabrikadan sonra plazaya geçtim. 8 sene önceydi. ilk haftamda biri "öğlen istinyepark'ta yiyelim ninewest çizmede indirim var 425'e düşmüş, alır geliriz." dediğinde kocaman bir kahkaha atmıştım. ben şaka sanmıştım. abartı üzerine espri sanmıştım.
    maaşım belliydi, o çizmenin hedef kitlesi ben değildim. önümüzdeki ilkbahar, yaz ve sonbaharda bile taksidini ödeyeceğim bir çizme beni evden ofise ışınlamalıydı.
    sushi yemeye gidiyorduk, ocağım sönüyordu. moğol restaurantı çoluğun çocuğun rızkına göz dikmişti, gitmesen üç kuruşa çalışıyorsun sanacaklar.
    üç kuruşa çalışıyorum demek ki, çünkü yetmiyor.

    bakıyorum eski resimlerime, kendimde küçük isyan bayrakları asmışım.
    mesela her doğum günü pastasını ünlü pastaneden alıp yemeden bırakmak yerine, internetten bulduğum bir yerden dörtte bir fiyatına meyveli turtaları içeri sokmayı başarmışım.

    önce plaza kurallarınca giyinmişim, son senemde esnete esnete kumaş pantolon görünümlü kota geçmişim.

    oradaki arkadaşların çok ama çok azıyla hala görüşüyoruz. aslında iyi insanlardı. ama olmadığımız gibi davrandığımız için dostluğumuz da sahte kaldı.
    ortak paydamız çok olabilirdi, bize sunulan paydalarda ortakmış gibi görünmeye çalışırken fırsat olmadı.

    ben çıktım plaza kapısından. @rrr içeride kaldı.

    ben kendimi kendi işimde buldum, o savaşarak kendini orada var etmeyi seçti.

    her şeyin başı farkındalık, farkında olursan değiştirebilirsin, farkında olursan mücadele edebilirsin, farkında olursan en azından katlanabilirsin.

    bu kitap her zamanki @rrr dilinde, eğlenceli ama satır aralarında küçük tokatlar da içeriyor.
    okurken "ahahaha ayyyynııı" hissi yaratıyor.
    ama asıl anlaşılması gereken, eski teoriler yazıldığında beyaz yakanın bu şekli yoktu.
    tüketimin mihenk taşı beyaz yakalı.
    kapitalizmin zırt dediği yerde duruyor. bu kitap beyaz yakalıya sınıfını işaret ediyor. sınıfı korkunç bir gerçeklik gibi sunmuyor, tam tersi, farkına vardığında onu mutlu edip, hayatla barışıp, büyük gemiler yakmadan yola devam etmesini sağlayacak bir gerçeklik olarak sunuyor.
    ve örnekliyor da aslında, "bir kere yaptın bunu beyaz yakalı ve çok da güzeldi. gerisini getirmek senin elinde" diye.

    evimizin mutfağı, ufacık bir meyhane sayılır. bu kitabı @rrr 15 sene o masanın misafirlerine sürekli anlattı aslında, sonra oynadı bazı bölümleri. çoğunda çok güldük, karnımıza ağrılar girdi. bazısında masadakilere büyük kararlar aldırdı.

    o yüzden diyebilirim ki; her sabah aynı saatte gittiğiniz bir işiniz, düzenli ödenen sgk'nız, kredi kartı ekstrenizde anlam veremediğiniz harcamalarınız ve hayatta sürekli hissettiğiniz bir tamamlanmamışlığınız varsa, size iyi gelecek.

  • motosiklet

    hayatıma ilk girdiği yıl 1984 olan taşıttır. anneanne ellerinde büyüyen bir çocuğum. anneanne anadolu'nun bir ilinin küçücük bir ilçesinin en eskilerinden. oralar yani hep onun, ondan ötürü de hep benim mahle olmuş. bakkal, çakkal, pazarcı, kasap herkesin lakabı olan, herkesin lakabını herkesin bildiği 3000 kişilik bir yer.

    toplasan 4 arkadaşım var, hepsi de bir yerlerden akrabamız. bu 4 arkadaştan birinin babasının motoru var.
    adam bakkal, ilçenin zenginlerinden. evlerinin bahçesi çok güzel, erik ağaçları tam 5 tane. armut ve elma ağaçları da var.

    ben 5 yaşındaydım. yine anneannemdeydim. hafta sonu annemler ziyarete gelirdi. parmak hesabı ile hep gün sayardım; "yatcaz kalkcaz yatcaz kalkcaz gelicekler" diye. o hafta sonu gelemeyeceklermiş. telefon yazdırıp haber etmişler. benim ocağım sönmüş. kapanıvermişim içime, anneannem tabiri ile ayçiçeği gibi.

    bu arkadaşın babası, şansa tam da o sıra bizim eve sipariş getiriyor. armut istemişiz bahçelerinden, o da toplyıvermiş. beni o halde görünce "gel seni götüreyim ceyda ile oyna biraz, açılırsın, erik toplarsınız" diyor. anneannem de izin veriyor.

    ben o gün, 3000 nüfuslu ilçenin 800 metrelik çarşısını bir motor arkasında, saçlarım rüzgardan uçarken, tüm dünyayı, ana baba hasretini unutarak, tahmini saatte 50 km, hissiyatta 350 km hızla gidiyorum. 5 yaşındayım ama özgürüm.
    yemişim anamı babamı; gelmezlerse gelmesinler ulan! hayat diye de bir şey var!
    ağzımdan çıkan lafa bak "annaaanneeeee bana bak; neler de yapıyorum!" sanki koca motosikleti ben kullanıyorum.

    tam 31 sene sonra, orta yaş bunalımı mıdır, memleket derdi midir bilmem, panik ataklar başlıyor bende. durduk yere dertlenmeler, uyuyamamalar, insana tahammülsüzlük derken, yine ilimler bilimler red edip kendim ilaç buluyorum kendime. ya benim acilen delice zevk alacağım ertelenmiş bir hayali gerçekleştirmem lazım!
    ilk aklıma gelen o motorda yaşadığım "yansın lan dünya çok da fifi" hissi oluyor. bunu keşfettikten 40 saat sonra motor ehliyeti kursuna yazılıyorum.

    36 yaşındayım; en son bisiklete 8 yaşında binmişim, iki tekerde düz gitmeyi bilmiyorum.
    ama motor ehliyetine yazılıyorum.

    kursun ilk günü hoca anlatıyor; "bu işe ekonomik yakıt diye, trafik derdi diye girilmez. bu senin hemen ikinci bir hayatın oluveririr. kasktı, ceketti başlarsın, sonra az fazla olsun motor gücü dersin, köprüde savrulmasın dersin, arkada çantası olsun, önünde rüzgarlığı olsun, giderken müzik dinleyeyim diye bluetoothlu kaskım olsun derken kaptırırsın onu bil" diyor.

    derse vites, gaz, debriyaj, ön ve arka frenin yeri ile başlıyoruz.
    vay amk iki el iki kol ve komple beyin ile kullanıldığını motorun; ilk o an fark ediyorum.

    daracık motor eğitim yolunda saatte 2 km hız ile düz gitmeye çalışıp, sonra marş kapalı geri geri ayak gücü ile salıp motoru 2 tekerde düz durmayı,i düz ileri ve geri gitmeyi öğreniyorum.

    mecbur kalmazsam kimselere bu ehliyet, kurs ve motor niyetinden bahsetmiyorum. çünkü ilk bmx bisikletimi çok anlatmıştım. beceremedim. diz kapaklarım ve dirseklerim parçalandı; korkup vazgeçtim binemedim. o 3000 nufüslu ilçede, bisikletimi gazoz kapağı karşılığı kiralayarak geçindim.
    yine yapamayabilirim. yaşım 36; çok başarısızlık yaşamışım, birini daha insanlara anlatmayı kaldıramayabilirim.

    çok düşüyorum. kurs boyunca sürekli farklı model, marka ve tonajda motordan itina ile düşüyorum.
    ağır motosiklet dediğin, ha deyince kaldıramıyorum. altında tespih böceği gibi debelenip, hocanın gelip kurtarmasını bekliyorum.
    morluklarımı ve kol, bacak, baldır, bel ağrılarımı kimselere anlatmıyorum.

    scooter ile ilk slalom yaptığım günü, vitesli motor ile 3. vitese taktığım ilk günü hiç unutmuyorum.
    hayatta bir şeyleri başarma hazzını yaşamayı unutmuşum.
    hem o hazzı, hem rüzgarın sesini, hem de hocanın yanından geçerken "3'e taktım hocaaaa" deyişimi unutamıyorum.

    hayat sürekli geri vitese zorlarken benim bu kocaman makineyi çözüp, anlayıp, düz gidip bir de üçe takmamın hazzını burada anlatacak kelime bulamıyorum.

    herkes 6 saatte öğreniyor bu mereti. paket öyle; 6 saat ders ve ehliyet masrafları. ben 16 saat gittim belki de. bisiklete bile binemediğimden. o da hoca yeterli gördüğünden değil, sınav tarihi geldiğinden 16 saat. ama aldım ehliyeti. kadın jüri işte, gurur duydu sanırım benimle.

    ilk trafiğe çıkma niyetimde, 300 metre sürüp markete gidecektim, baktım markete kadar sorunsuz gidebiliyorum; oradan oraya, şuradan şuraya deneyeyim derken eve 3,5 saat sonra dönebildim.

    sonra çektim dolgu topukları, kafamda çiçekli kaskım, altımda bir scooter motosiklet; sırtımda bilgisayar çantası, selede cüzdan, telefon vs işe gidip gelmeye başladım.

    trafikte sıkıştırırlar diyorlardı, kadınsın diyorlardı. oysa herkes yol veriyordu, ışıklarda durduğumda yanımdaki taksinin arka koltuğundaki kadınlar el sallıyordu. çünkü bu ülkede bağzı kadınlar, topuklu ile motosiklet süren kadın gördüklerinde devrim görmüş gibi seviniyordu.

    bakın satış görevlileri eziklenir bazen, garsonlar da, inşaat işçileri, gişe memurları ve bir sürü meslek daha. çünkü parayı bulan bu mesleklere saygı duymaz, lafa "sen" diye başlar hatta. ama kimse evrak yetiştiren moto kuryelerde, yemek getiren moto kuryede bu ezikliği hissetmez.
    çünkü yağmur sularının birikintiklerinden motosikletini devirmeden viraj dönen, kaskında rüzgarın uğultusunu hisseden, trafik donakalırken o yoluna bakan çözümünü bulan, motosiklet üzerindeyken hem iki eli, hem iki gözü, hem iki ayağı, bilekleri, tüm algısı, bütün beyni çalışan adamı sen paranla, kaprisinle, dayatmanla yenemezsin.
    o haline tavrına yansıyan "özgürlüğü tatmış insan" halet-i ruhiyesini silemezsin.

    motosiklet üzerindeyken başka şey düşünme şansın yoktur; hele de vitesli motorsa kullandığın. aynalar, ön ve arka frenler, debriyaj, gaz, yoldaki çöküntü, caddeye akmış mazot, ışıklar, şeritler, mesafeler, matematik... düşünmeyerek özgürleşmenin en kolay yolu.

    sekste bile ne kadar işe yaradığı şüpheli kasıkların ile yüzlerce kiloluk alet sadece 1 kilo ağırlığında gibi bacaklarının arasında, emrine amade, yana yatır, geri kaldır, hükmet ona. yeter ki başın hep dik olsun.
    öyle bir alet düşünün ki, başın dik olmazsa çıkıyor hükmünden, kafan nereye o oraya, yani başını bir an sağa yaslasan motosiklet ile hep beraber yere.

    bu ara çok yağmur yağdı.
    benim motosiklet gariban gibi boynu bükük kaldırımda kaldı.
    sonra bayram tatili oldu, ben gemilerle bir yerlere gittim. tam açık denizler üzerindeyken anneannem öldü.
    hayatımın anlamı, yaşadığım en güzel günlerin mimarı, kalbimin 7/8, tüm çocukluğum öldü gitti.
    ben cenazesini bile görmedim.

    yatcaz kalkcaz yatcaz kalkcaz, o artık hiç olmayacak.
    ben yarın motosiklete bineceğim, barbaros'tan denize doğru motoru sürerken "anaaaaaneeeeee bana baaaak neler de yapıyorum? diye bağıracağım.