lhun3
profili

  • starbucks çalışanının isyanı

    neoliberalizmin en büyük icadı kendi karını %0.0000001 arttıracak masraf kalemini sana yaptırıp bundan bir de tatmin duymanı sağlamak. çünkü özsömürüyü senin kimlik alanına işkence ederek yaptırmak, insanın insanı açıktan sömürüsünü yaptırmaktan çok daha kolay. o boşları toplayacak eleman çalıştırıp para değiş tokuş etmektense, senin kimlik algını sıkıp, utandırarak, ezerek sana yaptırmak daha dertsiz. kahve ve hanesinin kültürünün dünyaya civar topraklardan ve hatta üzerimizden yayıldığını sktiret, seattle'lı fallik osmanlar körfez parasının karlılık/varlık oranını milyonda bir arttıracak diye "cool olan budur" diyorsa cool olan budur kardeş. sosyal statünü düşürürüz bak.

    bayram ziyaretine gitmiş ve gelinmiş insan - kalmadı biliyorum - hizmet kültürünün bizim kültürümüzün bir parçası olduğunu bilir. evine gelen misafirin çocuğuna kendi çocuklarından daha iyi davrandığın şımartılma deneyimini anlar. çünkü sen onlara gidince onlar da sana aynısını yapacaktır ve bunlar küçük tatlı kültürel ritüellerdir. e hani starbaklar "üçüncü mekan, ikinci ev" olacaktı? bizde ev deneyimi böyle kardeş. mikroplastik aromalı sikko lattene zaten haddinden fazla para veriyoruz, sen de bir zahmet çalışan tut, onlara adam gibi para ver. isyan ediyorlarsa da sana etsinler, ne dersin? a pardon, onlar işçi değil, barista, kafein uygulama teknisyeni, gündüz miksologları, sen de bir çokuluslu değil iyiliğin, sevabın, çevre dostluğunun, geri dönüşülebilirliğin hasbelkader kar edenisin, kimlikleri manipüle ederek cebinde dolara çevirme kapasitesine sahip olan.

    aynı mekanizmayla kitlenen diğer işleri düşünün (bkz: gölge iş). iş sadece boşlar falan değil, mağazada self-checkout'da tek kuruş almadan çalışırsın, işin düştüğü zaman yapay zekaya, tuşlara falan derdini anlatmak için telefonda saatlerini harcarsın, abonelik iptal edeceğin zaman 5 mektup 8 faks ve ilk doğan çocuğunun sünnet derisini kurban edip yine de iptal edemezsin, mağaza işletme parasından kar edip yine de aynı fiyata sattığı ürünleri hem kargocuları hem de senin zamanını istismar eden "online alışveriş" gitgellerinde ufak bir lojistik şirketi yöneticisi roleplayi yaparsın. hepsini de "seve seve" yaparsın.

    ama hepsine değer, çünkü karşılığında "cool" olman, kimliğin rehin tutuluyordur. çünkü karşılık verebilmek için önce orta-alt sınıf, önce işçi olduğunu kabul etmen gerekiyordur.

    tanım: kimlik transplantı ameliyatı bağışıklık sistemine takılmış, çareyi kendisi gibilerden tiksinerek rahatlamakta bulan, böylece allah korusun gerçek bir isyan enerjisini prematüre olarak ortalığa boşaltan çakma isyan.

  • aselsan'dan tersine beyin göçü şoku

    bu şirkete özel değil, çok genel olarak söyleyeyim, muhtemelen tersine göç fikri tepeden dayatıldı ama o tiplerle çalışacak yönetim bu işi tehdit olarak görüyor ve aslında tersine göç möç istemiyor. çünkü avrupa'da amerika'da çalışma kültürü görmüş teknoloji insanı türkiye'nin dikey hiyerarşik patron kültürüne zaten gelmez de, gelirse de patronlara, özellikle orta düzey yöneticilere çok çektirir.

    üniversite notu, üniversite sınav derecesi falan çok spesifik bir çalışkanlık türünü sinyaller - bunu en iyi ve saygılı anlamıyla kullanıyorum - ineklik. ıslayıp tıslamadan göt üstü oturup uzuun uzun, tekraaar tekrar soru çözmek, konu çalışmak kendi başına bir yetenek. buna sahip olup üzerine bir de zeki olanların anksiyetesi olmayanı, şansı yaver gideni derece yapar.

    türk patronun istediği insan, rahatça iş kitlenebilecek insan. tüm strateji, dizayn, süreç gibi yönetimsel fonksiyonlardaki hatalarının, basiretsizliğinin açığını hala öss'ye soru çözüyormuş gibi çalışabilecek insanların sırtına iş yükleyerek kapatmaya çalışabilmek.

    ama bilgi işçiliği tek başına lineer çabayla ölçeklenmiyor. lineer çabaya bakan herşeyi zaten otomatiğe bağlamaya çalışıyoruz, bize su katılmamış çalışkanlık değil, içine iletişim kurabilme, insiyatif sahibi olabilme, dizayn edebilme, denge noktalarını müzakere edebilme, gereksiz risklere itiraz edebilme, fırsatları görebilme gibi yetenekler de katılmış çalışkanlık lazım. işte o adamı da sadece üniversite ortalaması veya adıyla alamazsınız. bunu silikon vadisi de biliyor, avrupa'nın işi ciddiye alan yerleri de biliyor, işe aldıktan sonra performansı ölçmeyi beceren herkes de teyit edebiliyor.

    inekleyebilmek önemsiz demiyorum, o da önemli bir çalışma modu, ama sadece inek çalışabilenlerden doldurarak rekabetçi takım kuramazsınız - öyle olsa teknoloji ekosistemini 996 çinlilerin tamamiyle ele geçirmiş, en çok parayı onların kazanıyor olması gerekirdi. anladığım kadarıyla buradaki amaç da bu, "neden takımın/bölümün/yöneticinin performansı olabileceği kadar yüksek değil" sorusunu sorduracak şekilde ortamı değiştirmemek. karar sorgulayan olmadan düz çalışkanlığa iş yaptırtmak. zekilerin laf dinleyecek, emir alacak, memur kafalı, memur çocuğu uslu çocuk varyantlarını almak ki (muhtemelen) torpilli yönetici olanların organizasyonel rantları sarsılmasın.

    silikon vadisinde veya avrupa'nın teknik eğitimi çok iyi yerlerinde lise/meslek lise mezunu insanları bile çok iyi kazanırken bulabilirsiniz. eğitim önemsiz demeye getirmiyorum, bunlar nispeten istisna, ama iyi adamı piyasada bırakmayacak bir işe alım yetkinliği geliştirmekten bahsediyorum. çünkü o iyi adamı siz almazsanız, rakibiniz alır. tersine beyin göçüyle getirtilmek istenen çocuğun çalışacağı yerin kaç rakibi var? yetenek için global rekabeti ne kadar ciddiye alıyoruz ki gerçekten getirmeye değer insanları getirebileceğimizi düşünüyoruz? işin parasından bahsetmiyorum, kazandığının yarısına üçte birine bile memleketine dönmeye razı insanlar var. onları bulsan bile organizasyonel olarak yetkinlikleri saygı görecek mi? lafları dinlenecek mi? o dizyanı şöyle yaparsanız şu risk olur diyen insana müdürü arka çıkacak kadar anlayacak mı? en önemlisi, verilecek işler anlamlı mı olacak, yoksa yönetici basiretsizliklerini telafi eden angaryalar mı?

    bizdeki kültürel kokuşmuşluk baştan kokan balık dinamiklerini takip etse de moby dick boyutlarına gelmişken böyle bir maceraya kalkışacak cengaverler bulmak hayaldir.

    ha bu nesil kaybolmadan türkiye'de sistemik bir iyileşmeye dair sistemik bir ümit yeşerir, o zaman hala vatanına bağlı hissedenler, dışarıda aldıkları yetkinlikleri de beraberinde getirerek dönmek isteyecektir. ama anladığım kadarıyla amaç da zaten o fırsat penceresi kapanana kadar türkiye'yi pislikten çıkarmamak, yaşam koşullarını, ekonomik koşullarını, sokaklarını, yemeğini, içmeğini, yabancısını olabilecek en zor seviyede en az bir nesil daha tutmak. şuan getirmek istiyormuş gibi yapıp getiremediğiniz adamın çocuğunu başka topraklarda yetiştirtecek kadar zaman kazanmak, aidiyet bağlarını kökünden koparmak.

  • duygusal olmak zayıflık mıdır sorunsalı

    duygusallığın bin tane tanımı var ama türkiye’de en sık görülen versiyonu romantizmdir, duygusal dışavurumun önceliği. yani "ben bir şey hissediyorsam bu dünyanın hakikatidir ve ben bunu dışarıya ifade etme hakkına sahip olmalıyımdır" maksimi.

    dünyaya zaten azılı bir romantik olarak gelirsiniz, kendiniz bile ne olduğunu bilmediğiniz duygularınızı en içgüdüsel çekilde haykırır, günlerinizi memelerin, sıçmaların, işemelerin hazzında, içinizde hiçbirşey tutmadığınız bir şekilde geçirirsiniz.

    öyle ya da böyle zaman içinde ebeveynleriniz bu duyguların bir kısmını anlamayacak, bir kısmını içinizde ukte bırakacak, bir kısmını hiç beğenmeyecek, bir kısmını görmezden gelmek isteyecektir. bu süreç normal bir sosyalleşmenin parçası olduğu kadar komple bir sansür ve bastırmaya da dönüşebilir. bu durumda gücü büyük olan duygularının rahatsızlığını giderme önceliğine sahipken, gücü olmayan da hem kendi duygularını ayak altından çekmek hem de büyük olanın duygularını çok ırgalamamak için otosansür programını devreye sokar.

    yeterince patolojik bir ortamda "bütün duygular yanlıştır, içime atıp bastırmalıyım, dışarıya çok rasyonel bir intiba çizmeliyim" ile "bu duygu [genelde öfkedir] dünyanın en meşru ve gerçek duygusu, tüm dünya buna tanık olmalı" romantizmi arasında gidip gelen bir düzlemde tıkışıp kalırsınız.

    aslında ikisi de aynı problemdir, ikisinde de duygulara idealize bir önem ifade edilir çünkü doğru yerlerinin ve hedeflerinin ne olduğu henüz bulunamamıştır.

    işin gerçeği duygularınız tıpkı düşünceleriniz gibi dünyayı onun aracılığıyla yordalamaya çalıştınız kendi iç muhabbetinizin bir parçasıdır. nasıl gerçeği yansıtmayan düşünceleriniz olabiliyorsa gerçeği yansıtmayan (ne içsel ne dışsal) duygularınız da olabilir. tek fark, duygular (feeling olan) somatik şekilde üretilir, üretilen etkileri hissedersiniz, ve aksiyon düzlemine (e-motion olan) dair daha doğrudan bir itkide bulunur.

    gerçeği yansıtanla yansıtmayanı ayrıştırmak, yansıtana da düzgün bir hedef çizebilmek için çare ebeveynlerinizin yaptığı gibi o duyguların tepesinden bastırmak değil, kendilerine özgü mantığı neyse onu anlayıp onu dünyanın ve gerçekliğin mantığıyla birleştirmeye çalışmaktır.

    bunun karmaşası yetmezmiş gibi çoğu bastırılmış insanının en meşru en derin duyguları aslında yüzeye çıkan duyguları değildir. dışarıdan görünen duygusallığı varsa, ister öfke olsun ister gereksiz bir kırılganlık olsun, o gerçek duyguları saklamak için bir tür defanstır.

    dolayısıyla en sağlıklı versiyonunda hakiki duygusal olmakla rasyonel olmak aynı şeydir. duygu, düşünce, öznel ve nesnel gerçeklikler arasında derin bir devamlılık vardır. içsel gerçekliğinizi bütün somatik bileşenleri ile birlikte anlamlandıranbilmek, onu dış dünyanın gerçekliğine adapte edecek stratejileri bularak ihtiyaçlarınızı giderebilmek vardır.

    bu şekilde duygusallık zayıflık değil, tam tersi inanılmaz bir güç kaynağıdır. duygusu olmayan adamın sezisi de olmaz, kararlılığı da, yaşam enerjisi de.

    dahası duygusallık bir opsiyon değildir. o duyguları üreten "o" (it, id) sesini öyle ya da böyle size duyuracaktır.