isnetus11
profili

  • türkiye'yi kim bu hale soktu sorunsalı

    bu iş biraz da "ah şu yeni nesil" söylemine benzer.

    milattan önce bilmem kaçıncı asırda kazınmış tabletlerde bile yeni nesilden, gençlerin kötü gidişatından şikayet edildiğini görürsünüz.

    siyasi ortam da biraz buna benzer. ülkenin batmakta olduğunu söyleyen güruh hiç eksik olmaz. her dönemde "ülke elden gidiyor" diyen bir güruh vardı ve de hep olmaya devam edecektir. halbuki olanlar hep aynıdır. ülke ve toplumsal şuur düşe kalka da olsa, kör topal da olsa tarih içindeki seyrine devam ermektedir. hepsi bu.

    2000'lerden sonraki türkiye'yi biliyorsunuz...1990'larda ise ülke siyasetine tam bir kaos hakimdi. koalisyon hükümetleri, asker müdahaleleri, her gün patlayan bombalar ve terör...

    1980'li yıllar ise özal dönemi idi. özal'a yapılan saldırılar rte'ye rahmet okutan cinsten idi. turgut özal ilkel bir tarım ülkesini dünya kapitalizmine entegre etmeye çalışırken, eski yönetici elit gücün elinden kayıp gideceğini anlamış ve ona karşı haçlı seferlerine girişmişti.

    1970'li yıllarda ise türkiye zavallı, fakir bir tarım ülkesi idi. ülke sağcı ve solcu diye ikiye bölünmüş, birbirinin kanına ekmek doğramakla meşguldü. ülkenin her yerinde her gün cinayetler işleniyor, kahvehaneler taranıyor, bombalar patlıyordu.

    ondan önceki türkiye de yine ölümcül chp-dp/ap mücadelelerine sahne olmuştu.

    demem o ki dostlar, işler hiç de sizin zannettiğiniz gibi değildir. siyaset bir kaynak paylaşım savaşıdır.

    dikkat ediniz!

    kaynak paylaşım savaşı...

    ideolojiler, siyasi görüşler sadece bu paylaşım savaşının kılıfıdır. kimse size "ben para ve makamları ele geçirmek istiyorum, güç ve zenginlik istiyorum, tüm derdim budur" demez. onun yerine bir takım siyasi söylemlere başvurur ve "ülke elden gidiyor" yaygarası yapar.

    kapitalist üreticiler bile insandaki bu aşkın yönü keşfetmiş ve ona göre satış politikaları geliştirmişlerdir. adam altı üstü sigara satıyor; ama gece vadide yıldızlar altında, ateşin başında sigarasını yakan kovboy imajı vermeye çalışıyor. bir diğeri mavi gece elbisesi giymiş partiye giden sosyete kadın imajı satıyor vs...

    ondan sonra milletvekili yapmak için üç milyon dolar isteyen partileri duyunca şaşırıyorsunuz. oysa şaşıracak bir şey yok ortada. neticede siyaset de bir sektördür.

    siyasiler sürekli ve ağır propaganda ile kitlelerin aklını bulandırıyorlar ve onları sürü gibi güdüyorlar. iktidar yanlısı propaganda ülkenin aydınlık ufuklara doğru yol aldığını ilan ederken, muhalifler de ülkenin gittikçe karanlıklar ülkesine, mordor'a dönüştüğünü söylüyorlar.

    altı üstü yetmiş yıllık bir ömre sahip insan için tüm bu yaygara çok gereksiz...

    arkadaşlar eğer psikolojinizi bozmak istemiyorsanız,

    1. haberleri ve gündemi takip etmeyiniz. tv'den, medyadan, haber sitelerinden şeytandan kaçar gibi kaçınız. böylece siyasi yecüc mecüclerin şerrinden kendinizi kurtarmış olursunuz. merak etmeyin, önemli haberler size kendiliğinden ulaşacaktır.

    2. kendi gündeminiz ve hobiniz olsun.

    ve şundan da kesinlikle emin olabilirsiniz: ülkenin hiçbir yere gittiği yoktur. kör topal, düşe kalka tarih içindeki doğal seyrine devam etmektedir. ülkelerin, toplumların kendi gelişim çizgileri vardır. bunlar asırlarca süren trendler ve döngülerdir. insan iradesinin bu işte dahli yoktur. yani boşuna kendinizi yormanıza ve paralamanıza gerek yoktur.

    zinciri dişlersen, dişlerinin döküldüğü ile kalırsın. zincire bir şey olmaz. olan sana olur.

  • alkol içmek ama domuz eti yememek

    alkol alıyorsun madem o zaman domuz eti de ye

    domuz eti yiyorsun madem zina da yap

    zina yapıyorsun madem çal çırp tecavüz et

    oldu mu şimdi?

    "battı balık yan gider" psikolojisi direkt şeytan kaynaklıdır. oysa insanın maneviyatı tıpkı bir ticari işletme gibi ele alınmalıdır.

    bir işletme yaptığı bir kısım operasyonlardan zarar edebilir; gayet normaldir. ancak günün sonunda o işletmenin elde ettiği kâra bakılır. eğer kâr, zararın kat kat ötesinde ise, o işletme yaşamaya devam eder ve pek çok kişinin geçimini sağlar.

    insanın günahsız olması düşünülemez. zira insan tüm ilahi isimlerin mazharı olacak yetenekte yaratılmıştır. onda açığa çıkan her bir esma, tanrı bilgisinin ona açılımı demektir. mesela allah çokça affedicidir. eğer insan günah işlemese idi, bu esmanın açığa çıkması mümkün olur muydu?

    insan günah işleyecek, sonra pişman olup allah'tan af dileyecek ve allah da, günahları ne kadar çok olursa olsun, kulunu affedecek... böylece allah'ın affedicilerin en büyüğü, merhametlilerin en merhametlisi olduğu ortaya çıkacak...oysa ne melekler ne de şeytanlar allah'ı affedici yönü itibariyle tanımazlar; çünkü melek günah işlemez, dolayısıyla affedilmeye ihtiyacı yoktur. şeytan ise günahından pişman olup af dilemez ki, ilahi affa mazhar olsun(sair esmaların dahi her bir aynı şekilde insanda bir eksiklik isterler ki, açığa çıkabilmeleri için ortam oluşsun. acizlik, fakirlik, zillet, çeşit çeşit rezillikler insana bu yüzden takılmıştır).

    böylece melekler de şeytanlar da allah'ı ancak kısıtlı bir miktar esma üzerinden tanırlar. insan ise limitsiz bir skalada tanrı bilgisi edinme kabiliyetine sahiptir. o yüzden tam marifete(tanrı bilgisine) ulaşan insan, kainatın göz bebeği olur. artık her mahluk onun astı hükmündedir ve onun emrine girmeye mecburdur. zira insan tüm esmaya mazhariyetiyle allah'ın halifesi olmuştur. bu makam, padişaha nispetle vezir-i azamlık gibidir.

    işte insan söz konusu geniş istidadı nedeniyle günahsız olamaz. ancak ondan beklenen günahkar bile olsa, bir müddet sonra tövbeye muvaffak olmasıdır. tövbenin hakikati de, kişinin o günaha düşmeyecek olgunluğa ermesidir.

    diğer yandan insan bir günaha düşünce, hemen şeytan peydah olur ve "sen artık bittin... senden rezili yok bu dünyada...sen daha iflah olmazsın...bu günahı işledin şunu da işle, artık ne fark eder ki?" minvalinde sözler fısıldar ona ve ümitsizliğe sevk eder. ondan sonrası ise battı balık yan gider psikolojisidir.

    şeytana yem olmayalım... bir günaha müptela olmamız diğerlerini de işlememizi gerektirmez. bizim bu yolda prensibimiz,

    yapabildiğini yap*
    kaçabildiğinden kaç*

    şeklindedir.

  • türk kızlarının kendini prenses sanmasının nedeni

    kadınların hisleri güçlüdür.

    kendilerini prenses sanmaları veya beyaz atlı prens beklemeleri aslında çok büyük bir evrensel hakikate işaret etmektedir. bunların hepsi insanda bilinçaltı arketipleridir.

    evet kadınlar o hakikati içten içe hissederler ama o mertebelere nasıl ulaşacaklarını bilemedikleri için sadece işin tiyatrosu ile yetinmek zorunda kalırlar. rol yapmak ve sahte davranışlar da elbette başkalarında rahatsızlık uyandırır.

    meselenin aslına gelince:

    daha önce de pek çok yazıda erkeklerinki de dahil olmak üzere insan nefsinin dişi olduğundan bahsetmiştik. evet erkek de olsak, hepimizin nefsi dişidir. nefs, fizik bedenimizin bir tür enerji yapılı eşleniğidir. zaten arz(yerler) dişil, semavat(gökler, ruh) ise erildir.

    ruhunu nefsine ve bedenine galip getirebilenler, hal hareket ve tavırlarında eril özellikler gösterirler ki, bunlar mertlik, dürüstlük, cesaret, doğru sözlülük, ağırbaşlılık, şiddetsizlik(şiddet tabiat seviyesi bir vahşiliktir), kaypaklıktan uzak olmak ve istikrar vb. gibi vasıflardır. çağımızda nefsler büyük ölçüde ruha galip geldiği için, dişil sıfatlar baskın hale gelmiştir. hatta eşcinselliğin dahi yaygınlaşması yine aynı nedenledir.

    nefsimiz ilk halinde tamamen madde ve tabiat seviyesinde bir titreşim frekansına sahip olduğu için hayvan seviyesindedir. hayvan ise tabiatın kölesidir; içgüdülerinin esiridir. bu manada nefs ilk halinde "köle bir kadındır" diyebiliriz.

    eğer ehline denk gelip tasavvufi yolculuğa çıkabilirsek, önce ruh kendini madde ve tabiat bataklığından kurtaracak ve hakkın huzuruna çıkacaktır. bu noktada ruh asli tabiatına dönmüş olur ve nefsi de kurtarmak için bedene geri döner. nefsin terbiyesi oldukça zorlu bir iştir. o köle kadın çingeneliğinden kolay kolay vazgeçmek istemez.

    ancak ruhun kesintisiz gayreti ve islamın temel esaslarına uymak, nefsi her geçen gün dönüştürür ve ıslah eder. nefs tamamen ıslah olursa da artık o kraliçe rütbesini almaya hak kazanır; taç giyip tahta oturur. bu sürecin tamamı rüyalardan takip edilebilir.

    olayın nasıl gerçekleştiğini zâhir gözümüzle de görelim; hürrem sultan ile:

    https://youtu.be/95ofgcstymm

  • sahip olmak istenen süper güçler

    bir insan niçin süper güçlere sahip olmak ister ki?

    çünkü tabiat seviyesinde yaşamaktadır ve bu seviyede güçlü olan zayıfı yemektedir. dolayısıyla "korku" bu bilincin ayrılmaz bir sıfatı olmaktadır.

    korkarak, endişe ederek, sürekli evhamlar içinde yaşamak ne kadar feci değil mi?

    ama bir takım süper güçlerimiz olsaydı, korkmamıza, endişe etmemize gerek kalmazdı. günümüzde pelerinli ve palyaço kılıklı süper kahramanların kol gezdiği filmlere çokça rağbet edilmesinin sebebi de budur zaten.

    insan sürekli güç arayışında...

    kendini emniyette hissetmek, korku hissini teskin etmek için çeşit çeşit yöntemler deniyor. ancak bunların hepsi yine tabiat seviyesine özgü sahte çözümler...silah edinmek, bir gruba dahil olmak(sürü güvencesi), yüksek makam mevki sahibi olmak, asker polis olmak, sihir büyü işlerine girmek vs...

    aslında bunların hepsi cehennem halleridir. madde ve tabiat seviyesine inmiş olan bilinç, "korku, endişe ve evham" ateşleri ile cezalandırılmaktadır.

    peki cehennemden çıkıp hiçbir korku ve endişenin olmadığı selamet yurduna nasıl ulaşacağız? ki oraya ulaşanda artık korku, endişe, evham gibi durumlar kalmamaktadır ve ona selam verilmekte ve selamet ihsan edilmektedir(selamun kavlen mirrabbir rahıym).

    bir kimse bizatihi, bağımsız güç sahibi bir varlık olduğuna itikat ettiği müddetçe, cehennem ateşi onu yakmaya devam edecektir. zira kendi cüzi gücüne güvenen, kendi haline terk edilir ve ömrü diğer cüzi güç sahipleri ile boğuşmakla geçer.

    kendi gücünden tamamen feragat eden ve işleri tümüyle mutlak güç sahibine bırakan ve ona ısmarlayan kimsenin ise velisi hakk olur; mutlak kudret sahibi onun her işini üzerine alır.

    görüldüğü üzere aslında iş çok kolay.

    ne zaman bir sıkıntı ile karşılaşsak, "tevekkeltü alallah", yani "allah'ım işi sana ısmarladım" diyoruz ve hiçbir şey yapmadan, kimseye itiraz ve düşmanlık gütmeden, hakkın her hükmüne razı olarak, kalbimizi tamamen nötr bir vaziyette tutarak köşemize çekilip izliyoruz. sonsuz kudret sahibi için zorluk yoktur. işler öyle bir hallolur ki, şaşar kalırsınız.

    bu da bir tür süper güç sahibi olmak değil de nedir? hem de hayal ve fantazi cinsinden değil, somut bir gerçeklik olarak süper güç...

    ancak, "allah'ım işi sana ısmarladım" sözünü dilin ucuyla söylemek işe yaramamaktadır. bunu lisan-ı hal ile de söyleyebilmek lazım. o da belli bir şuur seviyesi gerektirmektedir elbette.

  • fakirlerin çok sayıda üreme hevesinin sebebi

    organizma ne kadar ilkelse o kadar çok üremeye düşkün olur.

    ilkel organizmalar soyunun devamını nicelik ile sağlar.

    gelişmiş organizmalar ise kaliteye önem verir.

    tabiatta bunu aynen müşahade edebilirsiniz. bir balık binlerce yumurta bırakır. bunlardan sadece binde biri yetişkin balık olma şansını elde eder.

    bu gerçek sadece organizmalar için değil tüzel kişilikler için, fikirler için dahi geçerlidir. kitlesi ve takipçisi çok olan akımlar, ilkeldirler.

    yüksek fikirlerin takipçisi de anlayanı da az olur.

    kurt ulurken
    avam üremekte,
    fikirler durulurken
    kervan yürümekte

  • uzaklara gitme isteği

    uzaklara gitme veya ülkeden ayrılma isteği...bunların hiçbiri bizim asıl derdimize derman olamazlar.

    zira nereye gidersen git, oraya kendini de götüreceksin. içindeki çözülmemiş ukde, farklı bir surette de olsa yine karşına çıkacak. hayat zaten bizden çıkanların yine bize dönüşünden ibarettir(bumerang kanunu).

    dış dünya, iç alemimizin bir projeksiyonudur. iç aleminde denge ve sükuneti bulmuş olan kimse için her yer birdir; mekandan şikayeti söz konusu olmaz. bulamamış olan da yine nereye giderse gitsin, içindeki cehennemi yanında götürecek ve yeni mekanın ferahlatıcı bir etkisi olamayacaktır.

    peki yeni mekan ve çevrenin hiç mi olumlu etkisi olmaz?

    olur elbet ama bu etki geçicidir. mesela boğaz kenarında bir yalınız olsa, onun sefasını en fazla bir iki hafta sürersiniz. ondan sonra, orası bile sizin için sıradanlaşacaktır. oysa sürekli şuur mertebelerinde tırmanan kimsenin her basamakta evrene bakışı topyekün değişir. fakir kulübesinde ikamet ediyor ve orada sabit dahi olsa, o en büyük seyyah hükmündedir. zira bir evreni tüm donanımıyla geride bırakıp yeni bir evrene giriş yapmıştır.

    işte bu yüzden tasavvuf büyükleri işin özüne vakıf olmuş ve "sefer der vatan-vatanda sefer" prensibini koymuşlardır. yani "seyahati iç aleminde yap. çevreni değil çevreye olan bakışını değiştir. bunu şuur mertebelerinde tırmanarak başarabilirsin. bir günü bir gününe eş olan aldanmıştır" buyurmuşlardır.

  • anne mi önce gelir yoksa eş mi sorunsalı

    hiç düşünmeden haklı olan taraf diye cevap vereceğim sorudur.

    hak ve adalet her şeyden önce gelir.

    eğer ikisi de haksızsa, ki öyle olması gayet muhtemeldir, her ikisine de hakkın üstünlüğü dersi verilir. eğer dersi almayı reddederlerse yaptırım uygulanır.

    tabii en doğrusu işin o raddeye gelmesini beklemeden aile içinde gerekli siyaseti uygulayarak dengeleri tesis etmektir. bu da çok yönlü bir algı ve dinamik çaba gerektirir.

    annemin tarafını tutarım diyenler de eşimin tarafını tutarım diyenler de bence kaybedenler kulübünün üyesidirler. zira her koşulda hakkı ve adaleti savunmayan kimseler, eninde sonunda evrensel düzenin gazabına uğrarlar ve tüm işleri sarpa sarar.

  • sözlük yazarlarının saat markaları

    casio f-91w kullanıyorum. bozulduğunda yine aynısından alıyorum. gerçi çok zor bozuluyor bu saat.

    saatler aleminin ak-47'sidir casio f-91w.

    saat konusunda, "usame bin ladin izindeyiz"

    https://sockrotation.com/…en-wearing-a-casio-f-91w/

    saatin çok derin manaları var tasavvufta.

    bakma saatine ikide birde!
    halin neyse saat onun saati.
    saat tutamaz ki, ölü kabirde;
    zamana eşyada gör itaati!
    bir kıvrım, bir helezon,
    her noktası baş ve son...

    dün hâtıra, yarın hayal, bugün ne?
    iki renk arası bir çizgicik pay.
    ne devlet zamanı bütünleyene!
    ebed bestecisi bir çark ve bir yay.
    hesap soran yaratık;
    o dimdik her şey yatık.

    zaman bir işvebaz, kaçak hayalet;
    eskiyenin kement atar boynuna.
    ne pişmanlık tanır, ne af, ne mühlet;
    ancak fatihinin girer koynuna.
    niyeti gizli fettan
    köle biçimli sultan...
    1982 (nfk)

  • sevgili edinme konusunda hiçbir şey yapmayan insan

    dünyanın en akıllı insanıdır.

    dün markete gittim, alacağımı alıp kasada kuyruğa girdim. benim elimde sadece tek bir kalem mal var. hiç tenezzül edip, önümdekilere "şunu geçirebilir miyim?" falan demedim. ona buna yüz suyu dökmektense, dimdik durup sıramı paşa paşa beklemek bana daha hoş geliyor.

    ama ne oldu dersiniz? ben hiç talep etmediğim hatta buna niyetim bile olmadığı halde, kasiyer "gelin önce sizinkini geçireyim" dedi. önümdeki müşteriler de destek verdiler. ben tek kelime etme ihtiyacı duymadan, mağrur bir şekilde ödememi yapıp, çekip gittim.

    bir başka örnek ise bir zamanlar seyrettiğim cube adlı filmin ana temasını oluşturuyor...orada en akıllı ve becerikliler en erken ölüyorlardı. çünkü egoları şişkin olduğundan, gereksiz risk alıyorlar ve çabucak gidiveriyorlardı. evrenin düzenine saygısızlıklarının cezası idi bu. en sonda kurtulan, teşebbüs gücünden yoksun, hafiften geri zekalı diyebileceğimiz bir tipti.

    islami veriler de bu hükmü doğrulamaktadır. hadis-i şerifte, “cennet ehlinin çoğunluğunu, bühl(saftirik) kimseler teşkil eder” buyruluyor.

    yani demem o ki, başarının anahtarı tevazu içinde "beklemektir". ancak beklemekten kasıt durakta otobüs beklemek değildir elbet. güçlü bir niyet, yöneliş, teveccüh ile beklemek. bunun en iyi örneği, kedinin fare deliği önündeki bekleyişidir. pür dikkat, tetikte ama pasif...

    tasavvufta bu bekleyişe "murakabe" adı verilir. murakabeyi öğrenmemiş olan kimse istediğini elde edemez.

    sonuç?

    boşuna debelenip durma. nasipse gelir çin'den yemen'den. o lüzumsuz yere el attıkların zaten senin nasibin değildi. dolayısıyla çekip gittiler. hakkın olmayana el uzatmanın cezasını da, acı, keder, hayal kırıklığı, bela, musibet olarak ödedin.

    ne gerek var bunca lüzumsuz gürültü patırtıya? sen tetikte ol yeter.

  • hayattan bugüne kadar öğrenilen en önemli şey

    bundan 50 yıl önce de, 100 yıl önce de, 1000 yıl önce de, tıpkı bizim gibi insanlar hemen hemen bizimkine benzer bir hayat yaşadılar ve ölüp gittiler.

    onlar da hiç ölmeyecekmiş gibi para ve güç kavgası yapıyorlar, envai çeşit siyasi entrikalar çeviriyorlardı.

    milyonluk kitlelerin yarı tanrı addedip önünde diz çöktüğü imparatorlar vardı.

    hepsinin aileleri, akrabaları, çevreleri vardı.

    şimdi neredeler?

    hepsi toprak olup gittiler.

    bütün bunlardan bana kalan, veysel karani'den öğrendiğim şu ders oldu:

    -allah'ı biliyor musunuz?

    -evet

    -başkalarını bilmeseniz de olur.

    -allah sizi biliyor mu?

    -evet

    -başkaları bilmese de olur.

    madem dünyada her şey zamana yenik düşecek, her şeyi yel alıp gidecek, dünyaya lüzumundan fazla batmak anlamsızdır.

    ahiret hayatımız ve oradaki refahımız ise iman ve marifetullah derecesincedir.

  • kadınların bir erkekte aradığı en önemli şey

    kadınlar, bir erkekteki celal tecellisine tutkundurlar.

    erkekler de, kadındaki cemal tecellisine.

    güzel bir kıza hayran hayran bakarsın, halbuki "ilk bakış lehine ikinci bakış aleyhinedir" uyarısının yapılmış olmasına rağmen.

    o kızdaki cemal, güzellik, yalnızca allah'ın sonsuz cemal denizinden sıçramış bir katredir ve emaneten gelmiştir. kalıcı değil eğretidir çünkü her şey eninde sonunda aslına döner. o kızın hastalanınca veya ihtiyarlayınca ne hale girdiğini düşün.

    bu tecelli ile allah bize demek istiyor ki, "o güzel kızda beliren cüzi cemal aslında bendendir, bana aittir. üstelik o cemalin sonsuz bir deniz halinde kaynağı benim. o güzel kızı, ibret alman için ben yarattım. ama güneşin küçücük bir pırıltısını görüp, orada takılı ve de çakılı kalma, hemen başını kaldırıp güneşe yani bana nazar et."

    aşikare bir şekilde görünmesi için de, erkekteki cemal tecellisine hitler'i örnek vereyim.

    tam techizatlı nazi ordularının önünde kendinden geçmiş, ağzından köpükler saçarak nutuklar atan ve bir el hareketiyle milyonluk kitleyi hizaya sokan hitler'i gözünüzün önüne getirin.

    işte böylesine bir hakimiyet, kudret, otorite, yıkma gücü, ona yine emaneten verilmiştir ve allah'ın sonsuz kudret denizinden geçici ve cüzi bir yansımadır. geçici olduğunu şuradan anlayın ki, aynı hitler 5-10 yıl sonra çaresizlikten, yerin dibindeki bir sığınakta kafasına kurşun sıkıp, intihar etmek zorunda kalmıştır.

    işte burada da allah, bize yegane kudret sahibinin kendisi olduğunu ve yalnızca ona boyun eğmemiz gerektiğini ihtar ediyor.

    hasılı, ister bilsin ister bilmesin, her insanın aradığı gerçekte yalnızca allah'tır. doğrudan göremediği ve görmesi de mümkün olmadığı için, onu aynalarda arıyor.

    işte insan denen mahluk, yalnızca bu arayış için yaratılmıştır. bulduğu ölçüde huzura erecek, hedeften saptığı ölçüde de bunalıma düşecektir.

    çıkamam, aynalar, aynalar zindan.
    bakamam, aynada, aynada vicdan;
    beni beklemeyin, o bir hevesti;
    gelemem, aynalar yolumu kesti.
    (şiir nfk'dan)