kafirullah hazretleri2
profili

  • 14 şubat'ı yalnız geçirecek yazarlar

    benim. ancak biraz değişik bir yalnızlıkla.

    benim için yılın en önemli günlerinden biridir on senedir; sabah kalkar duşumu alır, en güzel kıyafetlerimi giyer, saçlarımı yapar, iş yerinden izin alırım ve hepsinden farklı, muhteşem bir gün başlar. yarın yine böyle olacak ama çok önemli bir farkla.

    bundan on yıl kadar önce oturduğumuz evin alt katına eczacı bir çift taşındı; okumuş, kültürlü, gelirleri iyi olan tatlı ve otuzlu yaşlarında insanlardı. toplam üç kişilerdi, ikisinin dışında kadının babası da yanlarında kalıyordu; eski istanbul beyefendilerinden ama şimdileri çökmüş, hatta geçirdiği bir kazadan sebep çok yürüyemiyor. onların nezdinde akli melekelerini biraz yitirmiş, sadece “açım, susadım, tuvaletim geldi.” gibi kelimeleri net ifade ediyor, gerisi sayıklama ve anlamsız cümleler.

    zaman içerisinde adamla da kadınla da epey iyi anlaştık, o zamanlar bizim evde maç yayını yok, onlara gidiyorum maç günlerinde. adam fanatik fenerli, ben de öyle; futbol ve kadınları hayatımın merkezine koyduğum dönemler, bilirsiniz işte. aylarca böyle gidip geldim, her gittiğimde amcanın elini öperdim, amca gülümserdi. kimseye bir zararı yoktu, köşedeki koltukta oturur, evdekiler ne izlerse onu izlerdi, ne verirse onu yerdi; en çok reklamları severdi, sanıyorum kısa oldukları için.

    adam sigara içerdi, ben içmezdim. devre aralarında falan balkona çıkarlardı karı koca. yine bir gün böyle bir mola anında amca bana seslendi, yanına gittim. benden kağıt kalem istedi, bulup getirdim ki zaten masanın üzerinde devamlı eşantiyon kalemler ve not defterleri olurdu; çok nemalandığım olmuştur. amca kağıda birkaç kelime çiziktirdi; o an anlam veremedim, damadına sordum; “ciddiye almaya gerek yok ya, aklı başında değil onun.” gibi bir şey söyledi. bu anlamda onu hep kınamışımdır, kayınbabasına çok ayıp ediyordu. istemeden bakıyor olduğu çok belliydi ama detaylara da giremiyordum. sonuçta özel hayat.

    ben her zaman olduğu gibi yılmadım, hikayesi olan insanları, hikaye biriktirmeyi severim; özellikle insanları mutlu etmeyi severdim o zamanlar. genel olarak faydasızın teki olduğum için, birilerinin takdirini kazanmak benim için önemliydi. velhasıl ben amcanın kızına da sordum kağıtta yazan şeyi; kısaca özetledi, yeteri kadar bilgi almıştım. ulaşmam gereken birileri vardı artık ve facebook çok büyük patlamıştı. kolaylıkla ilgili kişileri buldum, ısrar sohbet derken konuyu hayata geçirebilecek ortamı yarattım.

    kağıtta “beni sevdiğime götür.” yazıyordu. sonra hikayenin bu kısmını kızından dinledim; babası kırk yıldan fazla zaman önce ilk karısıyla evlenmiş, iki tane çocuğu olmuş ve krizli bir sebepten ayrılmış. çok büyük sevmiş, öğretmenlermiş ikisi de, fazla sürmemiş; yolları ayrılmış. sebebin ne olduğunu anlattıramadım, pek ısrar da edemedim. üvey kardeşlerinden birinin ismini verdi sadece kadın; “babam benim annemi kast ediyordur bence, o olamaz...” dedi ama ben bir ihtimal diye düşündüm. dedim ya, hikayeleri seviyorum o zamanlar.

    diğer karısından olan oğluna ulaştım amcanın, annelerinden ayrıldığından beri görmemişler ve görmek de istemiyorlar. ne yaşandığını onlar da anlatmadı, taş oldular, put oldular suskunluklarını bozmadılar. sonuç olarak anneleri yaşamaktaymış; bir huzur evinde kendi tercihiyle hayatına devam ediyormuş, amcadan sonra hiç evlenmemiş; dediklerine göre bütün hayatını ona kahrederek yaşamış.

    amca onu kast ediyordu biliyorum, amcayı götürüp götürmeme konusunu teyzenin insiyatifine bırakmadım; habersiz, sormadan bir gün çat diye huzur evine götürecektim. öyle de yaptım ve ondört şubat sevgililer gününe denk geldi. sabah kalktım, süslendim püslendim, sevgilim de yoktu; zamanım vardı, şirket arabam vardı. amcanın yanına indim, “hadi amca, gel seni sevdiğine götüreceğim.” dedim. kızı biraz itiraz etti, amca yüzüme anlamsız anlamsız baktı, sanırım aklı almadı bu ihtimali, bilemiyorum.

    amcama güzel bir takım giydirdik, parfüm sıktık, tekerlekli sandalyesini bagaja koyduk. yolda bir çiçekçide durdum, güzel bir buket yaptırdım, bir de yanına çikolata aldık. neden çikolata bilmiyorum, belki vizyonsuzum ama ne alacağım o yaşta kadına; şeker hastası olabilme ihtimalini düşünemeden “ağızları tatlanır, hep beraber yerler orada.” dedim galiba. vardık huzur evinin kapısına, indirip sandalyesine oturttuk amcayı orada bi vatandaşın yardımıyla, çiçekleri ve çikolatayı kucağına koyup sandalyenin arkasına geçtim. “hadi bakalım.” diyip daldık içeri.

    teyzenin ismini görevliye sordum, amca ismi duyunca biraz kalakaldı, sonra hareketlendi, elleri kolları yerinde durmuyor. “hadi!” diyor sadece, heyecanlı ama ben ondan çok daha heyecanlıyım. bakıcı kadın sağ olsun yanına kadar götürdü bizi, köşede örgü ören bembeyaz küt saçlı tonton bi teyzeyi işaret etti. diğer ihtiyarların meraklı bakışlarıyla sürdüm tekerlekli sandalyeyi dinlenme salonunda, ta ki teyzenin ayaklarının ucuna varınca kaldırdı kafasını; bana baktı, amcaya baktı, dünya birkaç saniye durdu. kafamda bir sürü olumsuzluk döndü ama...

    dünya güzelleşti; konuşmadan bakıştılar bir süre, biraz ağlaştılar. amca nasıl hareketli, nasıl kıpır kıpır anlatamam; mutluluğun pişmanlıkla karışmış gözyaşları akıyor gözlerinden. teyzenin yüzünde öfkeyle karışık affetmişlik var, özlemişlik var. amca ayağa kalktı; bir sarıldılar ki biri bana öyle sarılsın diye ömrümün yarısını verirdim. öyle güzel görünüyorlardı ki parfüm reklamı çeken iki topmodel öyle güzel görünmez. bir anneyle çocuğu gibi, yıllarca hapis kalmış iki kardeş gibi, bir bütünün daha yeni tamam olmuş hali gibi.

    amcanın ne sonraki evliliğindeki karısına, ne önceki ne sonraki çocuklarına böyle aşk duymadığını anladım. teyzeyi hiç unutmadığını, hiç vazgeçmediğini, hiç aklından çıkarmadan onun ağırlığıyla kırk yıldan fazla yaşadığını anladım. keşke anlamasaydım, o yük o yaşta omuzlarıma ağır gelmişti. onlar bir ağladılar, ben üç ağladım, amca pişmanlıkla mutluluğu, teyze öfkeyle özlemi yaşarken ben hepsini yaşadım. bana ağır geldi...

    pek konuşamadılar, teyze hiç kızmadı; amca hiç suratını indirmedi, bakışa bakışa, birbirinin ellerine dokuna dokuna her şeyi anlattılar; özür dilediler, affettiler, keşke dediler, iyi ki dediler, ilanı aşk ettiler, barıştılar, gülüştüler. hayatımda benden büyük hiçkimse bana öyle bir minnetle bakmadı, utandım, ikisinden de gözlerimi kaçırdım. bu arada sigaraya da o gün başladım.

    akşam oldu zor ayrıldılar, “yine geliriz amca.” dedim, gülümsedi amca. eve geldik, nasıl oldu bilmiyorum ama amcamın kafa yine kapandı. kızına ve damadına anlattım olanları, iyi anlatamamışım her halde; götürürler arada sırada diyordum ama otuzunda çürümüş ikisinin de kalbi.

    sonraları pek gitmek istemedim evlerine, nedense ikisinden de çok soğudum eczacıların. amcamı görmeye gidiyordum sadece bazen, bir şeyler anlatıyordum; “götüreyim mi yine teyzeye.” diyordum, heyecanlanıyordu. sonraları bıraktım öyle demeyi, damat pek taraf olmuyordu bu işe. bir gün saatini çıkarıp benim koluma takmak istedi amca, kızı ve damadı ters ters baktılar diye kabul etmedim. sonraki her seferde yine saatini vermeye çalıştı bana, hep reddettim.

    geçen yılın sevgililer gününe kadar her yıl gittik amcayla birlikte; bir seferinde gül aldık başka birinde papatya. hatta bir keresinde teyzeye tarak ve ayna aldık, çok sevinmişti, bence dünyanın en güzel saçları onunkilerdi. ney uğruna beyazladığını bilince daha değer vermiştim sanki. bir defasında da tek gittim teyzeye, belki hikayelerini anlatır dedim ama anlatmadı; hala merak ederim neler yaşadıklarını. belki bu yıl anlatır, bilemiyorum. her sene götürdüm ama amcayı, sevgilim olsa da, evlensem de, hasta da olsam, taşınmış da olsam hep götürdüm.

    sabah kalkar duşumu alır, en güzel kıyafetlerimi giyer, saçlarımı yapar, iş yerinden izin alırdım ve hepsinden farklı, muhteşem bir gün başlardı bu seneye dek. yarın öyle olmayacak; amcayı dört ay önce toprağa verdik.

    iki defa tek gittim amca öldükten sonra, “biliyordur, öğrenmiştir.” diye ümid ettim ikisinde de ama bilmiyordu. vicdansız çocukların hiçbiri söylememiş, ben de söyleyemedim. bugün telefon ettim huzur evine; teyzeyi sordum, “verelim mi?” dediler istemedim. bugün söyleyecektim telefonda, “yarın gelemiyoruz çünkü...” diyecektim, diyemedim.

    sabah kalkıp çiçek almadan, hediye almadan öylece gideceğim. on yıl önce omuzlarıma ağır gelmişti bir araya gelmeleri; bir daha olmaz diyordum. bugün bana ağır geliyor ayrılmış olmaları, belki de zaruri ayrılıklar daha kabullenilebilirdir taraflar için, belki bir kolayı vardır “öldü.” demenin. “hani otuz yıl görmediğin bir adam getirmiştim sana, işte o öldü...” demenin.

    bilmiyorum, belki saati görünce anlar...

    ben bilmiyorum, ben sadece elçiyim ve sadece “elçiye zeval olmaz” sözüne güveniyorum.

    blog

  • bir kadının en güzel bölgesi

    romantiğim’ciler için; eller, saçlar, gamzeler, gözler, dudaklar...

    iyi sevişirim’ciler için; kulak memesi, göğüs ucu, ayak bileği, sırt...

    ben farklıyım’cılar için; bacak içi, kulak arkası, ense, avuç içi...

    ben saykoyum’cular için; omuzlar, alt bacaklar, bel, boyun...

    kadın ruhundan anlarım’cılar için; gülüşler, cümleler, bakışlar....

    güzelliğe önem vermem’ciler için; fikirler, düşünceler, algılar...

    sevişirken bile ağlarım’cılar için; el bilekleri, gamze çukurları, kirpikler...

    aşırı hijyeniğim’ciler için; diş taşları, tırnak araları, kokukar.

    fit adamım ben’ciler için; karın, basenler, kalça...

    seks benim için ikinci plandadır’cılar için; bel kıvrımı, göğüs altı, omuz...

    bu liste böyle uzar gider; ancak ben yoruldum.