göbeklitepe, nemrut gibi gerçekten dünyada eşsiz yerleri konu alan dizi sayesinde, iyi pazarlansa büyük turizm potansiyeli barındıran yerlerin güzel reklamı yapılmış. anadolu'daki efsanelere atıfta bulunulmuş. herkes her şeyi beğenecek diye bir şey yok tabi de, yarak kürek aşiret dizileri olmadan da bazı diziler çekilebiliyormuş. bunu göstermesi ile bile başlı başına saygıyı hakeden bir dizi.
hikaye, diziyle çok işi olmayan beni etkiledi. eşimle oturup 18 saatte bitirdik tüm bölümleri. açıkçası burada sikimsonik tespitler yapmış olmak için söylenen çoğu şeyin diziye dair düşüncelere etkisi olmaması gerekiyor. mesela mehmet günsür hep aynı roldeymiş, evet aynısını biz de söyledik; bu umrumda falan da değil. diziyi bununla niye yargılayayım? aksine tam mehmet günsür'lük bir rol var da ona verildiyse tebrik ederim.
beren saat'in oyunculuğu da, yani muhtemelen bu yorumları yapan kadrolu insanlar var. kadın başka bir diziye başlasa da yine aynı şeyleri yazsak diye pusuda bekliyorlar. beren saat'in, oyunculuğunun eksiklerinden olduğu söylenen çoğu şey, bana atiye karakterinin kendine has özellikleri gibi geldi. ama "beren saat ağlayamıyor" diye şartlandırarak izleseydim diziyi, muhtemelen ona göre yorum yapardım. ne gerek var? biraz dizinin tadını çıkarın lan. bu kadar mı hayattan istediğinizi alamadınız?
diziyi çok beğendim ben. ülkede gördüğümüz işlerden çok farklı. bunun yanında, gördüğü değerden çok daha fazlasını hakeden, ülkemizin değerli hazinelerini de çok başarılı kullanmışlar. yani göbeklitepe'ye bu yaz gittim, türk turistten çok yabancı vardı. belki diziyi yurtdışında izleyen yabancılar gelir ziyaret eder de hakettiği değeri biraz olsun görür. yurdum insanından pek bir beklentim kalmadı artık.
hashus 10998 profili
-
atiye (dizi)
-
23 mart 2017 akam referandum anketi
beyler timsaha gelmeyelim. ben hiç gaza gelmiyorum bu anketlerle, yoksa olası bir evet sonucunda travmayı atlatamam. bunca yıllık seçim sonuçları hiçbir şey öğretmediyse bunu öğretti bana.
-
ismet berkan'ın askeri liselilere attığı iftira
biliyorum başlığın haber değeri yok.
kabataş yalanının başrol oyuncusu ismet berkan için sıradan bir köşe yazısı, 17 ağustos 2016'da yazdığı.
köpek insanı ısırınca değil, insan köpeği ısırınca enteresan bir şey olmuştur. ama binlerce aktif subaya; yine binlerce, askeri okullarda fetöcü subayların işkencesiyle ayrılmak zorunda kalmış insana iftiradır, hakarettir bu.
http://sosyal.hurriyet.com.tr/…e-ele-gecti_40196965
beyim buyurmuş ki 2000-2007 arasında askeri liseye girenlerin tamamı fetöcü. bu kanıya nereden varmış?
dikkat!
2000-2007 arasında askeri liseye girenlerin sbs sonucu yokmuş. öyleyse bunlar yurtdışında okumuş 6. sınıfı.
ismet, 2003'te ışıklar askeri lisesi'ne girdim, orta 1'i 2000-2001 eğitim öğretim yılında ankara çankaya rauf orbay ilköğretim okulu'nda okudum. evet sbs sonucum da yok. 2007 öncesinde değil askeri lise kazananların, türkiye cumhuriyeti vatandaşı 1 kişinin bile sbs sonucunu bulursan taksim meydanında ben orospu çocuğuyum diye bağırırım.
bak, seni hala nasıl tuttuğuna şaşırdığım gazetenden vereyim haberi.
http://mobil.hurriyet.com.tr/…ezi-sinavlar-24650666
2004'e kadar biz lgs'ye girdik, sbs 2007 veya 2008'de gelmiş. git sonucuma bak, bulamazsan yine orospu çocuğuyum diye bağırırım.
gelelim yurtdışında altıncı sınıfı okuma mevzusu başka bir bilgiye dayanıyor olma ihtimaline.
bakın 2000-2007 arası sınavı kazananların tamamı yurtdışında okumuş, yani cemaatçi deniyor.
2003'ye ışıklar askeri lisesine giren 149. dönem 4. kısımla 4 yıl geçirdim. 25 kişi arasında 1 tane bile yurtdışında orta okul okumuş kimse yoktur. 220 kişi devrede ise en azından 100 kişiye kefil olabilirim. diğerlerini de yeterince tanımıyorumdur.
düşünüyorum da ne gariban insanlar vardı, ismet çıkıp desene yüzlerine, sen amerika'da orta okul okumuşsun diye.
tamam bu adamlar soruları hep alıyordu, ama 2000 sonrasında girenlerin %97'sinin fethullahçı olduğu iftirası nedir yahu? bu kadarına da pes. en azından verdiğin sınav sonuçlarına bak be adam, 2004'e kadar sınavda ful çekenlerin sayısı çift hanede iken, 2004'ten sonra üç hanelere (2010'da 4 hane) olmuş. sınav mı kolaylaştı yoksa bu kadar fazla kişi kopya çekip ful mü yaptı orasını bilemem, 2003'teki sınav hiç de lgs kadar kolay bir sınav değildi.
ismet berkan'ın fethullah gülen'i entelektüel bulduğu dönemde biz köstebek'i, din baronunun kazları'nı vs okuduğumuz için fişlenmiş, harp okulunda işkenceyle ayrılmaya zorlanmıştık. hikaye gibi geliyor, değil mi ismet? fethullahçı olmadığımızı ispat etmeye çalıştığımız adama bak, ismet berkan. hani soner yalçın, nedim şener falan olsa içim yanmayacak.
hep devlet okullarında okudum. orta okulda 1 yıl arı dersanesi, harp okulundan sen fetö'ye göz yumduğun sırada onların baskısıyla ayrıldıktan sonra da üniversite için yerel mat-fen dersanesine gittim. ömrümde ne gazete, ne dergi, ne de test kitabı manasında 1 kez fethullahçıların yayınına para vermedim; dersanelerde bu yayınları alanları da uyardım, istediğin kadar şahit çıkarabilirim.
aynı günlü soner yalçın yazısı okunmalı:
http://www.sozcu.com.tr/…n/mesele-vasatlik-1354703/
sıvı yağ gibi üste çıkıyorsun ismet. şu an bu ithamlara maruz kalması gereken biz miyiz, sen misin be?
etrafımda senin yazdığın sayfayı sofra altı yapacak insan bile yok da, ola ki bir yakınım bu yazdığını gördü ve ola ki sana inandı; ulan onların gözünde ben ve benim gibi binlerce insanın durumu ne olacak ve vicdansız adam?
bu hata düzeltilmezse davalara da hazır olsun, çünkü binlerce kişiye zaten icat edilmemiş sınava girmediği için cemaatçi iftirası atmıştır.
ek: ulan yıllardır, özellikle 2006'dan sonra daha da artan bir trendle binlerce askeri öğrenci, fetullahçı olmadığı için okuldan ayrılmak zorunda kaldı veya atıldı. bunlar belirtilen tarihte girdi okula. yani bahsedilen tarihlerde binlerce askeri öğrencinin fethullahçı olmadığı sabit. bir de çıkmış yazıyı onaylıyor cahil herif.
ek 2: hürriyet çağrı merkezinden şikayet bıraktım, dönüş bekliyorum. ismet berkan'ın da mail adresini alıp iletişime geçtim. yayınlanan şekilde gazete kapağı ve iç kısımda yeterli düzeltme yapılmazsa suç duyurusunda bulunacağım. -
askeri lise ve okulların kapatılması
31 temmuz 2016 tarihli resmi gazetede yayımlanan khk ile kesinleşmiştir. 1845'ten beri eğitim veren askeri liseleri kapatmak, cemaatin darbesinin ardından bir paranoyayla oldu. cemaatin sızmasına da 28 şubat paranoyasıyla göz yummuşlardı. çok ilginç ülkeyiz.
kuleli askeri lisesi'nin otel yapılacağı söylenirdi yıllardır.
ışıklar askeri lisesikısımlar bölgesi yangın geçirip depreme dayanıksız olduğu iddiasıyla yıkılınca, uzatılan teleferikle birlikte teleferiğe birkaç yüz metre uzaktaki bölgenin otel yapılması planlandığı söylenmeye başlamıştı.
askeri liselerin kapatılması gereksiz bir hamleyken bu bu söylentileri tekrar akıllara getiriyor gelişmeler.
4. levent'teki harp akademileri arazisinin satılmasının planlandığı söyleniyordu, akademinin yeni kurulacak milli savunma üniversitesi kapsamındaki lisansüstü eğitim düzenlemesiyle satılmasının önü açılabilir mi?
bu hamlelerin darbeyi önlemeyle ne alakası var? böyle yaparak darbe mi engellenecekmiş?
soner yalçın'ın 600 yıllık tarihe bakarak ordudaki marjinal değişikliklerin darbelere mani olamayışının hikayesini yazmıştı. bir okunmalı derim.
akp artık ezberini bozmalı
kafayı değiştirmek
hala uyarıyorum
çözüm siyasetin ordudan elini çekmesindedir. -
fetö darbesine karşı askeri öğrencilerden açıklama
darbe girişiminde bulunan cemaatçi gruptan bazı subaylar, harp okulundan yıllardır eziyetle ayrılan binlerce askeri lise kaynaklının başında bulunan isimdi. yıllar boyunca binlerce askeri lise kaynaklı öğrenci ayrılmaya zorlandı ya da atıldı. yerimize ne idüğü belirsiz, öss'de biraz puan almış, çoğunlukla kendi adamlarını yerleştirdiler.
2003’te girdiğim ışıklar askeri lisesi’nden 2007 yılında başarıyla mezun olmamın ardından, kara harp okulu intibak kampında bu insanların işkenceleri nedeniyle ayrılmak zorunda kalmıştım ben de. orada yaşadıklarım, darbe girişimi sırasında halka yapılan katliamın faillerinin ne denli vicdansız olabileceğini görmemi sağlamıştı. darbe gecesi yaşananlar ülkenin büyük çoğunluğunda şoka neden olsa da, binlerce mağdur askeri öğrencinin aşina olduğu vahşiliğin sonucuydu bu. feto’dan aldıkları emri harfiyen yerine getirmek için bürünebildikleri kimliği bizzat görmüş insanlar, darbe emri sonrası halka yaptıklarını pek de yadırgamadılar.
9 yıl önce kampa giriş yaptığımız günün ilk saatlerinde güler yüzle karşılamışlardı bizi. hatta “askeri öğrencinin onurunu zedelediği” için sürünmek bile yasaktı. “ulan hiç de gözümüzde büyüttüğümüz gibi değilmiş” dedik. ancak yatmaya gideceğimiz anlarda kazın ayağının öyle olmadığnı anlamıştık. daha ilk günden bazı kişilere (biri de benim) ayrılmaları için baskı başladı, “boşuna direnmeyin, yemin törenine kadar bekleseniz dahi törene çıkartmayacağız sizi” tarzı söylemler yeterince moral bozucuydu. günde 20 saat ağır hayat şartları sürdürüp, lise kampındayken yüzünü bile yıkamaya iğrendiğin musluktan akan arıtılmış deniz suyunu kana kana içtiğin bir ortam düşünün. öğlen yemeğini işkence edilerek geçirdiğim için yemek yemesi için kısa süre verilen arkadaşların kendi yemeklerinden uzattıkları şeylerle karın doyuracak durumdaydık, doğal olarak çok çabuk tükeniyor insan. o yaz kamp için bayağı çalışmış olmama rağmen insanın gücüm bitiyor ve tüm bölüğün senin çekemediğin sonsuz + 1. şınav ya da komando dansı için eziyet görmeye devam etmesi insana koyuyor. takım komutanının, senin her çektiğin şınav veya komando dansı için tüm bölüğe ceza verdiğini ilan etmesi, bunun ayrılana kadar da devam edeceğini söylemesi… cemaat arkadaşları yunan ordusuna kaçan tiplerin seni “bunlar sizi düşman ordusuna satar, karısını kızını koruyamaz" ithamlarıyla eziyet görmek istemez kimse.
bu sırada kalbinden sorun yaşayan arkadaşlar aldıkları rapor yüzünden hakarete uğrayıp daha ağır eziyetlere uğruyor, bayılanlar serumla ayıltılıp eziyete kaldıkları yerden acilen devam ediyorlardı. bunları yaparlarken çok büyük zevk alıyorlardı. yere yığılanlara hakaret ederken, verdikleri süre en arka sıralardaki çadırlarımıza gidip dönmemiz için bile yetmezken zamanında giyinemeyenleri (özellikle yetişebilmek için çadır aralarından koşarken iplere takılıp yüzünü yaranları kanlı kanlı işkenceden geçirirlerken) ezerken duydukları hazzı unutmam. yanımızdaki bölük 10 dakika süreye sahipken giyinmek için, bizim 2 dakika 13 saniye gibi komik, maksatlı sürelerde giyinmemiz bekleniyor, denizden çıkıp kuma yatırıldıktan sonra kızgın izmir güneşinde yanmaya başlamış asfaltta süründürülüyorduk çıplak halde. avucumda izleri hala durur bu sapıklığın.
diğer bölükler yat saatinde yatmaya giderlerken, biz yok yere ayakta, bölük komutanının gelmesi için hazır saatlerce bekler, sabah da herkesten 1 saat erken kalkardık. bu arada kalan 3-4 saatlik süreyi de idari bilgi girişi gibi saçma görevleri, her nedense çok ağır işleyen şekilde yapardık ki sonraki geceler de uyumayalım.
son 3 gecemde hiç uyumamıştım, zevk için çadırlarını bozdurup bozdurup tekrar kurduruyordu başımızdaki komutan demeye bin şahit şahıslar. her yerdeki çamların döktüğü iğneleri elle toplatıyor ve bunları birkaç yüz metre ötedeki çöplere döktürüyorlardı. sürekli dökülen iğneleri gördükçe yerde niye iğne olduğunu soruyordu. bu gibi saçma ve yorucu işlerle sabahı ediyordum. lan o kuru sıcakta çam iğnesi niye dökülmesin?
tüm bölüğün silahlarını biz çatardık birkaç gariban olarak. her gece, zaten vakti kısıtlı olan arkadaşların gelişigüzel 4’lü 5’li çattıkları silahları 3’lü olacak şekilde hassas olarak çatardık. çok hassas bir şekilde yüzlerce silahı çatmak büyük risk, çünkü devrilmeye çok müsait ve biri devrildi mi hepsi devriliyor. o yorgunlukla ne kadar yapabilirsen. bir rüzgar eser ve yıkılma olursa şapa oturdun ki olmama ihtimali yok.
ayrıldığım gün esas duruşta dururken uyuyordum. öğleden sonra bir intikal sırasında verilen direktifi, yürürken rüya gördüğüm için duymamıştım. türlü baskılar sonunda, yine benim adıma bölük eziyete uğrarken ayrılmaya karar vemiştim. kimdi hatıramıyorum, takımdan bir arkadaş çok içten bir şekilde “yapmaaa” demişti, ayrılıyorum ben diye bağırdığımda. insan öyle bir psikolojiye giriyor ki “ben gidersem arkadaşlar eziyet görmeyecek” zannediyor. ama o yapma diyen arkadaşın psikolojisi, biz gittikten sonra başkalarının aynı şekilde hedefe alınacağını, zaten kimsenin halinin olmadığını bilecek kadar yerindeydi, ama ben bunları düşünemiyordum.
ayrılık işlemlerimi yaparken bile üzerimden diğer arkadaşlara eziyet ediyorlardı. "bakın arkadaşınız ayrılıyor, siki taşşağına denk. siz de ayrılın. dershanesini ayarlamış, sivil hayata karışıyor. yarın bir gün beni görünce 'vay abim eğlenelim, bağıralım çağıralım abim' diyecek ama siz diyemeyeceksiniz" gibi söylemlerde bulunacak kadar insafsızdı bu insanlar.
işlemler sırasında, o güne kadar 0 lira harcadığımı farkettim. yanıma aldığım tüm para duruyordu, erat kantininin orada takılıyorduk. eğitim sırasında hiç tatlı su içemediğimi, önümüzden geçip eğitime giden arkadaşların perişan halini hatırlıyorum. kantinden dolaptaki 1.5 lt’lik tüm suları alıp geçen arkadaşların sırtındaki torbaya atıyorduk, teşekkür etmeye nefesi kalmayan arkadaşların gözleriyle teşekkür etmeye çalıştıklarını dün gibi aklımda. bu kansızların insanları bu hale getirmelerine karşı çaresizliğe hala öfke duyarım. kansızın biri oradakilere su verdiğim için ağzıma sıçmıştı. su lan su. şerefsiz, o bir yudum tatlı suya muhtaç kal da gör şimdi ebenin amını. foça’dan komando getirenler şu eziyeti foça’da görmediklerini söylüyordu şoka girmiş gözlerle.
bunlar özetin özeti, daha sayfalarca şey var. foseptiğe yatırma vs artık normal gördüğüm için bahsetmiyorum. tek söyleyeceğim, 3-4 saatlik nöbetimi, ayrıldığım için bir başka arkadaşa vermişlerdi, benim yerime nöbet tutacağı için çok mutluydu, binlerce kez teşekkür etti. sonuçta eğitime gitmektense nöbette saatlerce çapraz tutuşta silah tutup kolunu çürütmeyi daha çekilir görüyordu arkadaşlar.
bu sırada ne oldu? yalan dolan darbe planlarıyla yüzlerce, binlerce asker orduda tasfiye edildi. harp okuluna devam eden yürekli arkadaşlar yok yere disiplin cezalarıyla sindirilmeye çalışıldı. psikopatçasına tüm kurallara özen gösterip ceza almamaya çalışanlar iftiralarla cezalandırıldı. cezalarla atamadıklarının sınav cevaplarını silmeye çalışarak dersten atmaya çalıştılar. bunu da başaramadıklarını sahte sağlık raporlarıyla atmak istediler.
- yüklü bir tazminatın altına girdi binlerce insan, on binlerce lira tazminat ödemek durumunda bırakıldılar hiç hak etmedikleri halde.
- yıllarca kapanmayacak bir psikolojik travmayla karşı karşıya kaldı insanlar; 9 yıldır, haftada ortalama 3 gece hala kabusunu görürüm bu kansızların işkencelerinin. kaldı ki bu travma sadece kabuslardan ibaret değil, toplumsal bakıştan da kaynaklanıyor. bugüne kadar sesimizi duyan olmadı, askeri okuldan neden ayrıldığımızı bilmeyenler türlü düşünceler geçirdiler kafalarından.
- kaybedilen yıllar kesinlikle yerine koyulamaz. harp okulunu bıraktıktan sonraki yıl mecburen boş geçiyor. lisede öss’ye de girememiş olmamız nedeniyle bir yıl beklemek gerekiyor. bu da yetmiyor okul kazanmak, okumak, mezun olup iş bulmak ve bu sırada on binlerce lira tazminat ödemek zorunda olmak, hayata otomatik 3-0 geride başladı bu binlerce insan.
- öss'ye girmeyen liselerimiz nedeniyle ortaöğretim başarı puanımız da düşük geldi. öss'den ful çeksek bile 5-10 bin kişinin gerisine düşeceğimiz zorlu bir sürecin altına girdik. şahsen öss 2008’de 25000. olurken, okul puanımızın düşüklüğü nedeniyle önüme 10000 kişi geçti. itü inşaat’a girecek sıralamalarda olmam gerekirken, anadolu üniversitesi’nin inşaat mühendisliği bölümüne girdiğim için göbek atar haldeydim.
- hayat planımızda sivil dünyada bir yol yoktu, müfredatımız zaten öss’ye yönelik değildi. rakiplerimiz test çözüp kariyer planlamasını çok baştan yaparken, aileden biraz şanslı olanlar dershaneler yardımıyla bir miktar bu açığı kapatırken, şanssız olanlar çok daha büyük zorluklar çekti.
sonucunda halen daha şiddetle devam eden hayata tutunma savaşını, geriden gelerek yapmak zorunda bırakıldı bu insanlar. şimdi bu mağduriyeti yaşamış insanlar olarak, bize bunları yaşatanların amaçları resmen ortaya çıktığına göre mağduriyetimizin giderilmesini talep etmek en doğal hakkımızdır. -
hitler'in türkiye'ye saldırmamasının nedenleri
hitler’in türkiye’ye saldırmamış olması, doğru zamanda en doğru hamleyi yapan dış politikamızın, birinci dünya savaşında yapılmış hataları görmüş bir neslin olgunluğunun eseridir. biraz kronolojiden bahsetmek gerekiyor bunun için.
savaştan önce birtakım ülkelerin gözleri başka ülkelerin topraklarındaydı. bizim ülkenin tepe kadrosu ise birinci dünya savaşı’nın fiilen içinde olmuş, enver paşa’nın hayalperest politikalarını görmüş gerçekçi insanlardı. dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak gibi bir gereksiz maceraya atılmaktan çekiniyorlardı.
ayrıca sevr’den sonra lozan’la hedeflerine büyük oranda varmış, varamadıklarına da barışçı yollarla varmaya çalışan bir ülkeydik. amacımız yeni topraklar kazanmak değil, kendi topraklarında kalkınmaya çalışmaktı.
bizden toprak talebi olan italya’nın yanında yer alamayacağımıza göre, ilk aşamada ingiliz ve fransızlarla işbirliğine giriştik. çünkü almanya’nın işgalleri italyan tehlikesini daha fazla gözümüze sokmaya başlamıştı.
rusya ile uzunca bir süre aramızda problem yoktu, hatta ekonomik işbirliği yıllarca sürdü. almanlar ile de bir problem yaşanmadı hitler iktidara geldikten sonra. yayılmacı politikaları henüz çok uzağımızdaydı. büyük bir savaşa neden olmadığı sürece bu yayılmacılık bizi rahatsız da etmedi. hatta almanlar’ın kendi sevr’ini yıktığı görüşü bile vardı ülkenin bazı kesimlerinde.
henüz sovyetler ile aramız bozulmamıştı, bizim de beklentimiz onların ingiltere ve fransa ile olmasıydı, zira kendilerini almanlara karşı korumaları beklenebilirdi.
alman elçisi von papen’in o aralar başlıca görevi, türklerin ingilizler ve fransızlarla ittifak kurmasını önlemekti. inönü’yle ilk görüşmesinde de aldığı mesaj, almanlar ile bir problemlerinin olmadığı, italyanların arnavutluk’a saldırmasının çok büyük bir endişe yarattığıydı. papen’in barışçı niyet belirtmesine ise, italya’nın oniki adayı silahlandırdığından bahsederek cevap verdik. von papen ise “izninizle, italyanları tutumlarını değiştirmeye zorlamak için hitler nezdinde derhal teşebbüse geçeceğim” şeklinde cevap verir.
buradan inönü’nün bir taşla vurduğu iki kuşu görebiliriz. hem italyanların hazırlıklarından endişe ettiğini vurguluyor, hem de türklerin ingilizlerle yürüttüğü görüşmelerin yalnızca italyan tehlikesinden kaynaklandığı, almanlarla bir problemlerinin olmadığı mesajını veriyordu.
von papen bu mesajı alır almaz mesajlar göndermeye başlar:
“türklerin ingilizlerle yakınlaşmasının tek nedeni italya’dır. türkleri bundan vazgeçirmenin yolu da italya’dan geçiyor. italyanlar üzerinde baskı kurun. arnavutluk’taki askerlerini bir polis kuvveti düzeyine indirsinler. oniki ada’yı silahlandırmayı durdursunlar. hatta, oniki ada’ya dahil olan, türkiye’ye üç milden daha az mesafedeki iki küçük ve önemsiz adayı jest olarak türkiye’ye versinler…”
italya’nın cevabı ise, mussolini’nin damadının “türkler madem bizden gelecek saldırıdan korkuyorlar, öyleyse sadece bu sebepten bile saldırıyı hak etmiş sayılırlar” şeklindeki açıklamasıyla olmuştur.
bu sırada da türk-ingiliz ve türk-fransız deklerasyonları yayınlanıyordu. genel olarak italya’nın saldırılarına karşı yardımlaşma içeriyordu. bu diplomatik ilerlemeler sayesinde fransa da hatay’da hiçbir çıkarı kalmadığını görmüştü. neredeyse çözülmüş olan hatay sorunu da ortadan kalkmıştır bu noktada.
deklerasyonlar almanya’yı sinirlendirir, papen’e sert tepki vermesi talimatı gelir, ancak papen berlin’e, bu sonuca italya’nın neden olduğu cevabını verir. bunun sadece bir bildiri olduğunu, sert tepki gösterilirse kesin anlaşmaya çok çabuk geçilebileceğini, türklerin tarafsızlığa tekrar yöneltilmesinin mümkün olduğu cevabını verir ve fikrini kabul ettirmek için ülkesine gider.
ingiliz ve fransızlar, polonya için rusya’yla anlaşmak üzere olduklarını sanarken, ağustos 1939’da ruslar almanlar’ın tarafına yanaşır. hitler, diğer iki devletin polonya’yı rusya’ya savunduracağını, oyuna gelmemesini iyi işler stalin’e ve polonya’yı paylaşmayı önerir. iş yayılmacılığa gelince iki zıt ideoloji böylece birleşir. bu da, rusların ingiltere ve fransa’nın yanında yer alacağını hesap eden türkiye’nin hesaplarını alt üst eder. gerçi henüz türk-sovyet ilişkilerinde bir pürüz yoktur.
rus tehlikesi ise, eylül ayında saraçoğlu’nun moskova ziyareti sonrasında gündemin ortasına oturmuştur. görüşmede saraçoğlu, ingiliz ve fransızlarla hazırlanan bildirinin ruslarla ilgili olmadığını anlattı. molotov ise, türk-sovyet paktı için ortaya koydukları talebi belirtir, özetle motrö sözleşmesiyle kazandığımız yetkileri sovyetler ile paylaşmamız, başka devletlerin savaş gemilerinin geçişi iki devletin ortak kararına bağlı olması, sözleşmedeki kayıtlar sovyetler için hafifletilsin gibi istekler sürülür. saraçoğlu talepleri ankara’ya sormaya gerek görmeden reddeder. böylece 22 yıllık türk-sovyet dostluğu resmen bozulmaya başlar. bundan sonra alman dışişleri bakanının ziyareti nedeniyle ikinci görüşme ertelenir ruslar tarafından, bizim heyet de anlayış göstermek durumunda kalır, 4 günlük ziyaret belirsiz bir tarihe kadar uzar. bu arada alman-rus anlaşması duyurulur, tam bir ortaklık vardır.
ikinci görüşmede stalin iyi polis, molotov ise kötü polisi oynar. molotov boğazlar konusunu açarken, stalin bu konuyu sonraya bırakıp türkiye’nin ingiliz ve fransız anlaşmasına değinir. bunda bazı değişiklikler yapılırsa kendisinin anlaşmaya bir itirazının olmayacağını belirtir. daha sonra da molotov’un boğazlarla ilgili notunu okuyup “çok kötü yazılmış, bunu geri alıyorum” der, bir nevi jest yapar. stalin türkiye’den iki şey istiyordu, anlaşmaya koydurduğu “sovyetler’le savaşacaksak ben yokum” çekincesini daha da güçlü ifade etmemizi, bir de müttefiklerin italya’yla savaşa girmesi durumunda dahil olmamıza itiraz etmese de yunanistan’la ilgili yükümlülüğün savaşa girmek olmamasını istiyordu. bir de alman saldırısına karşı çekince vardı ki, bizim italya çekincemizle çelişiyordu. o nedenle konu geri çekildi, çünkü anlaşmaya alındığı takdirde anlaşmanın bizim için hiçbir anlamı kalmıyordu. güç bir değişiklik olsa da stalin denenmesini istiyordu.
ingiliz ve fransızlar stalin’in önerisini kabul eder, böylece ortada anlaşma için bir sıkıntı kalmaz. son görüşmede stalin yoktur ve molotov ankara’dan gelen evet yanıtını aldıktan sonra, önceki toplantıda çekilen alman çekincesini tekrar öne sürdü. üzerine boğazlar konusu yeniden açıldı ve görüşmeler sonuçsuz kaldı.
bu gelişmelerden sonra türk-ingiliz-fransız antlaşması hayata geçer. italya akdeniz bölgesinde, ingiliz ve fransızlara karşı savaş gerektirecek bir saldırıya girerse, yunanistan ve romanya saldırıya uğrar ve ingiltere ile fransa onlara verdiği garantinin gereği olarak çatışmaya girerse… bu iki durum haricinde türkiye’nin savaşa girmesine gerek kalmayacaktı. bir de türkiye’nin iki çekincesi vardı, ülkeyi sovyetlerle silahlı bir çatışmaya sürükleyecek duruma girmeme hakkımız vardı. bir de askeri ve mali yardım almamız gerekiyordu.
almanlar batıda ilerlerken, haziran 1940’ta korktuğumuz olur, italyanlar savaşa girer. bundan sonra italya’ya karşı yaptırımlar ister ingiliz ve fransızlar. savaşa girip girmememiz gerektiği hakkında tartışmalar alır yürür. italya’ya savaş ilan edip boğazları kapatmamız, topraklarımızı müttefiklere açmamız rusya’yı üzerimize çekebilirdi. bu çekincemizi kullanarak savaş dışı kalmaya devam ettik. inönü ihsan sabri çağlayangil’e savaşa girmekten nasıl kurtulduğunu şöyle anlatır:
“sana bir nasihat vereyim: bir karar alacaksan, bir 24 saat düşün, sonra al… kararı aldıktan sonra da hemen uygulama. üzerinden bir 24 saat geçsin, bir kere daha gözden geçir, ondan sonra uygula.”
bu sırada türkiye’nin savaşa girmesinin önemi ingilizler için azalır. savaşa girsek, ingilizler üslerimize gelene kadar almanlar buraları kullanılamaz hale getirecek şekilde bombalayabilirdi. bir de, ingilizler zaten zor haldeyken, bize askeri ve mali yardım yükümlülüğünü üstlenecek durumda değildir. refik saydam’ın tbmm’de yaptığı “türkiye savaş dışıdır” açıklaması da bu yüzden ingiltere’den fazla tepki almadı. almanya ise von papen aracılığıyla memnuniyetini dile getiriyordu, hatta bir ticaret anlaşması da yoldaydı. bu bizim de işimize geliyordu. hem ingiltere’nin, savaşa henüz girmemiş olsak da, müttefiki olarak kalmaya devam ediyor, hem de almanya’ya yaklaşarak bizim için tehdit oluşturan iki müttefikinden de biraz olsun sakınmış oluyorduk.
1940 sonlarına doğru italyanlar yunanistan’dan bazı toprak taleplerinde bulundu. bu talepleri doğal olarak reddeden yunanistan, böylece italya ile savaşa girmiş oldu; ancak bu gelişme bizi yine savaşa sokmayacaktı, stalin’in son anda yapmış olduğu istek bizi yunanistan’a saldırılması durumunda savaşa girmeye zorlamıyordu. ancak savaş da git gide yaklaşıyordu. geceleri hava bombardımanına karşı karartmalar da başladı. bu sırada yunanlar italya’yı arnavutluk’a sürdü. ikinci dünya savaşı’yla ilgilenenler bilecektir ki bu gelişme hitler’in rusya’ya saldırmasını erteleyen bir piyangoydu. hitler, rusların toprak taleplerinden rahatsız olmuştu, bunların arasında boğazlarda üs talebi de vardı. hitler onları asya’ya yöneltmek istedi ancak ruslar daha çok avrupa’ya girmek, klasik deyimle sıcak denizlere inmek istiyordu. motov’la berlin’de yapılan görüşme sonucunda da zaten hitler kesin kararını verir.
mussolini’nin yunanistan mağlubiyeti bu kararın ertelenmesine neden olur. rusya seferinden önce balkanları düzenlemek gerekir. çünkü bu vakte kadar almanya’yı ürkütmemeye çalışan yunanistan ve yugoslavya’da istenmeyen gelişmeler yaşanmaktadır. yunanistan’a ingilizler çıkmış, yugoslavlara da güvence vermişlerdir. yani italya bu harekata hiç girişmeseydi çok daha iyiydi durum. böylece ilkbahar ve yaz aylarında ilerleyerek kış bastırmadan moskova’ya girmeyi hedefleyen hitler’in hesabı en az 2 ay ertelenir ve kış koşullarına gömülürler.
hitler romanya ve bulgaristan’ı ikna eder, böyece almanya ile komşu oluruz. savaşa en çok yaklaştığımız andır bu. açıkçası savaşa girmemiz de bizim irademizden ziyade, almanların kararına bağlıdır bu noktada. savaş sonrasında ortaya çıkan belgeler, türkiye’nin işgal planlarını da ortaya koyar.
o sırada hitler inönü’ye “türk-alman dostluğunun” öneminden söz eden bir mektup yollar. bulgaristan’daki harekatı, almanya’yı ingilizlerin avrupa’ya müdahalesinden korumak için düzenlendiğini bildirir, türkiye’yle hiçbir ilgisi olmadığı güvencesini verir. şunu da ekler “şu kayıtla ki, türk hükümeti bizi bu tutumumuzu değiştirmeye mecbur edecek önleler almaya yönelmesin”. inönü de benzer bir cevap verir, “alman hükümeti, türk hükümetini, bu tutumunu değiştirmeye mecbur edecek önlemler almaya yönelmediği sürece” kaydını da düşer. ayrıca türkiye’nin kararlı olduğu konuyu şöyle vurgular:
“türkiye, kendi topraklarını ve dokunulmazlığını şu veya bu devletler grubu arasındaki siyasi ve askeri kombinezonların konusu yapamaz. saldırıdan korunmak kutsal bir haktır. türkiye, bu hakkı üzerinde herhangi bir yabancı devletin zafer kazanma hedefine göre hesap yapılmasına izin vermez. türkiye, milli egemenlik alanına yönelecek her müdahaleye karşı koymaya kararlıdır.”
bu, o sıralarda gücünün zirvesinde olan hitler’in alışık olmadığı bir üsluptur. askeri açıdan zayıf devletlere hitap ederken, hitler’in yüksekten konuşmasını, karşıdakinin aşagıdan alması, zamanın savaş diplomasisinde artık normal sayılıyordu. hitler’in inönü’den aldığı cevaptaki ifadelerin “yüksek”liği ise, kendi mektubundakilerden bir milim aşağı değildi. güvenceye güvence, iyi dileğe iyi dilek, gözdağına gözdağı. ama hep aynı dozdaki sözlerle…
ikinci dünya savaşı’nda türk-alman ilişkilerini inceleyen alman araştırıcı lothar krecker, inönü’nün bu mektubuyla ilgili yorumunda “hitler o zamana kadar böyle cümlelerle pek karşılaşmamıştı” diyor. ve inönü’nün bu mağrur ve mesafeli tutumunun hitler’i etkilediğini, onu türkiye’yle ilgili politikalarında daha dikkatli olmaya yönelttiğini yazıyor.
alman birlikleri türk sınırına gerçekten yaklaşmadılar, sınırdan en az 20 km uzak kalmaya özen gösterdiler. böylece gidecekleri yerin yunanistan olduğuna dair düşünceler güçlülük kazandı. bu sırada yugoslavya da bulgaristan gibi hitler’e boyun eğme kararı almıştı ki güçlü muhalefet buna karşı çıktı ve darbe oldu. hitler buna da sinirlenerek yugoslavya’yla da uğraşmak zorunda kaldı ki bu da zaman kaybı demekti.
hitler bir mektup daha gönderir, “ya sizinle anlaşacağız ya da ruslarla” der. von papen, sovyetlerin taleplerinin bitmek bilmediğini, boğazlardan da üs üstediklerini, almanya’nın buna razı olmadığını iletir. almanya’nın bu tutumunu sürdürmesinin, türkiye’nin tutumuna bağlı olduğunu söyler. bu blöfü çok fazla kurcalamadık, görüşmelere de başladık tabi. almanlar bize bir saldırmazlık paktı önerir, biz de bunun ingiltere’yle ittifakımıza aykırı olmayacak bir şekil vermeye çalışıyor, ingilizlere bu ittifakı onlarla olan anlaşmayı bozmadan yapacağımızı da bildiriyorduk.
sonuçta diplomasi tarihinin en garip anlaşmalarından biri ortaya çıkar.
1-) almanya ve türkiye birbirlerine doğrudan veya dolaylı bir saldırıda bulunmayacaktı.
2-) iki devletin başka devletlerle yaptığı antlaşmalardan doğan tüm yükülülükleri geçerli kalmaya devam edecekti.
bu durumu cemal nadir’in karikatürü anlatır:
http://i.hizliresim.com/6nrlln.jpg
almanlar ruslara karşı saldırıya geçer. bu haber yalova’daki yazlığında iletilir inönü’ye, tepkisi kahkahalar içinde kalmak olur. bunca zaman yaşadıkları gerilim sona ermiştir, ayrıca 2 yıldır büyük titizlikle işledikleri dış politikaları başarıya ulaşmıştır. artık almanya ile sovyetlerin anlaşıp, türkiye’nin felakete uğrama olasılığı ortadan kalkmıştır. hatta ruslardan esir alınan türklerin, propoganda ile ruslara karşı savaştırılması da gündemdeydi.
basında rusları tutanlar da vardı, almanları tutanlar da. burada da bir denge politikası güdülüyordu. bazı yazılara tepki gösteren diplomatlara, kendi tarafını tutanlardan örnek verilip “fikirlere karışamayız” deniyordu.
1941 sonunda japon atakları sonucu abd de savaşa dahil oldu. bu sırada almanlar ege’deki adalar, yunanistan sınırının biraz daha genişletilmesi, sovyetlerdeki türk bölgeleri hakkında bazı vaatlerde bulunur. türk hükümeti ise alman zaferine güvenip buna göre politika oluşturan devletlerin başına gelecekleri görmeden, doğru politikayı uygulamayı başarmıştır.
bu sırada almanlarla ters düşmemek için struma’yı kabul etmemek gibi bir felaket de yaşandı. yahudi gçmenler ülkeye kabul edilmedi, ancak ingilizlerle göçmenlerin filistin’e gitmesi için iletişim kuruldu. geminin 5 hafta demirli kalmasına izin verildi. ingilizler “filistin doldu” diyerek gemiyi kabul etmedi. 5 haftanın sonunda gemiyi geldiği denize geri iade etmekten başka bir çare kalmadığı açıklanarak gemi geri yollandı. gemiden david adında 22 yaşında bir kişi kurtulabildi sadece. gemi bir torpil tarafından batırıldı maalesef. savaşların neden kötü olduğunun bir göstergesi. o insanlar için çok üzülsem de, neden geri gönderildiklerini de az çok anlayabiliyorum. şehirlerin bombardıman tehlikesine karşı tahliye edildiği, köprülerin tahrip edildiği, karartmalar yapıldığı bir ortamda, biraz da paranoyakça onca insanın ölüme yollanması gerçekten, ne kadar sebebini anlayabilsem de insanlığım gereği hiçbir zaman kabullemeyeceğim bir olay. olayla ilgili zülfü livaneli’nin serenad adlı romanını öneririm.
1942, kışa takılmış olmalarına rağmen almanların ağırlığıyla gelir. müttefikler kuzey fransa’ya çok başarısız bir harekat yaptılar, ağır kayıplar verdiler. almanlar da abd gemilerine karşı başarılar kazanıyor, japonlar uzakdoğu’daki ingiliz kolonileri karşısında bir bir galip geliyordu. bu sırada müttefikler de abd’nin katılımı sayesinde yavaş yavaş güçlenmekteydi. almanya’ya hava saldırıları artmıştı. bu sırada almanlar rusya’da başarı kazandıkça türkiye’deki fanatikleri coşuyordu. inönü bu gelişmelerin kendini etkilemesine izin vermedi. almanya’yla iyileşen ilişkilerini devam ettirirken, ingiltere’yle ilişkilerini de kötüleştirmemeye dikkat ediyordu.
bu sırada rommel’in birlikleri iskenderiye’ye gelmeden durdurulur, 100000 kişilik bir kuvveti fas ve cezayir’e çıkaran müttefiklerin kuvvetleri arasında sıkışırlar. fransa, yugoslavya ve yunanistan’da alman işgaline karşı direnişler güçlenir. stalingrad’daki alman birlikleri de kuşatılmaya başlar aralık ayında.
1943’te kazablanka’da roosevelt ve churchill buluşur. konferans sonucunda ingiltere, müttefiki türkiye’yi tekrar hatırlar. bugüne kadar neden savaş dışı kaldığımızdan yakınmaya pek hakkı olmayan ingiltere, henüz askeri yardım yapamamıştı türkiye’ye. abd’nin de devreye girmesiyle, türkiye’yi savaşa girmeye ikna edebileceğini düşünür. churchill bir görüşme talep eder inönü’den, yer olarak da kıbrıs’ı önerir; inönü ise ülkeyi terk edemeyeceğini, ya türkiye’de herhangi bir yerde buluşmalarını, ya da başbakanını göndereceğini söyler. yer olarak adana seçilir. görüşmede churchill, türkiye’nin izlediği politikaları anladığını, türkiye’yi donatmak için konuşmaya geldiğini söyler. anlaşılır ki “bir an önce savaşa girin” demeyecekti. almanya’nın petrol ihtiyacı nedeniyle bulgar desteğiyle türkiye’den geçebileceğini, bu ihtimale hazır olmamız gerektiğini söyler. görüşmeler sonucunda türkiye’nin silahlandırılması ve savaşa girmesinin de tamamen kendi kararına bırakılacağı anlaşılıyordu. görüşmede ruslara karşı çekincemizden de bahsedilir ve gereksiz bir saldırı durumunda, kurulacak milletlerarası örgüt türkiye’nin lehine olaya müdahale edecek denir.
bu sırada alman kuvvetleri stalingrad’da teslim olur. bu bir bakıma sonun başlangıcıdır.
adana görüşmesinin ardından ingiliz üst düzey askeri görevlileri ankara’ya gelir. von papen ingiltere’ye havaalanı açmasının savaşa girmek demek olacağını, büyük şehirlerimizin bombalanabileceğini söyler.
1943’te kuzey afrika’yı tamamen kaybeder almanlar. eylülde italyanlar silah bıraktı. almanlar müdahale edince, italyanlar da almanlara savaş ilan eder. ruslar da işgal edilen şehirlerini teker teker geri alır. artık son, yavaş yavaş gzükmeye başlamıştır. 1943 sonunda da inönü kahire’ye çağırılır. stalin karşısındaki alman kuvvetlerinin batıya kayması için fransa’ya bir an önce çıkarma yapılmasını istemektedir. roosevelt de inönü’nün savaşa girmek için çok büyük bir bedel istemesinin normal olduğunu, bunun da fransa’ya yapılacak çıkarmayı zayıflatacağını söyler. stalin de türkiye’nin savaşa sokulmasının denenmesini, ama bunun çıkarmayı ertelememesini istiyordu. churchill ise adana’daki sözlerini unutmuş bir şekilde, türklere gönderilecek malzemelerin niteliğini hava saldırılarına karşı koruma içermediğini ima ediyordu. ayrıca rusya’nın çok büyük bir ülke olduğunu, sıcak denizlere inmeyi hakettiklerini, bunun dostları tarafından sağlanacağını söyler, ancak şu an türkleri savaşa sokmaya çalıştıklarından bahisle, bundan şimdilik bahsedilmemesinin doğru olacağını söyler. inönü görüşmelere gelirken de bir sürpriz olur, sovyet temsilcisinin görüşmelere katılmayacağı bildirilir. bunun anlamı, türkiye’yle bir pazarlığa katılmak istememeleri. taleplerini canlandıracakları günü beklemek istiyorlardı.
görüşmede inönü, önemli şehirleri savunma tedbirlerinin alınmadığını, bunun kısa sürede alınamayacağını, müttefiklerin yalnızca açılacak üsleri savunmayı amaçladığını söyler.
sonradan şöyle bir diyalog geçer.
inönü bir seferinde dedi ki:
-ben ger zaman günlük yürüyüşümü yaparım. ama şimdi çıkıyorum bahçeye. ağaçlar üzerinde tüfekli nöbetçiler var. duvarda makineli tüfekler… rahat edemiyorum. bu bana karşı değil, beni koruyorlar, müteşekkirim ama, yürüşüm de böyle oluyor.
herkes gülümser. churchil:
- o senin gördüklerin bir şey değil, dedi. bizi 25 tane hava filosu da yanımızdaki meydandan koruyor. bir de 300 küsür uçaksavar topu var. onlar da koruyor.
inönü sorar,
- peki bunlar yeterli mi?
churchil:
- ooo, dedi, o hiç belli olmaz. alman tayyareleri, girit’ten şuradan buradan kalkar, buraya da saldırıverir.
churchil bunları söylerken, roosevelt’in gözleri parladı. inönü’nün lafı nereye getireceğini anlamıştı. inönü gecikmedi…
- yaa, demek öyle, dedi. bizim koca istanbul’umuzun korunmasına bir buçuk filo yeter diyorsunuz. burada futbol sahası kadar yere 25 filo yetmiyor, 300 top yetmiyor, öyle mi?
roosevelt kahkaha atar:
- yakalandın churchill, yakalandın…
churchill ilerleyen konuşmalarda bir kez daha türkiye’nin havaalanları ve üsler vermesinin öneminden bahseder. dışişleri bakanı, yunanistan’a verilen sözlerin tutulmadığından bahseder, sonumuzun yunanistan’a benzemesinden çekindiğimizi söyler. churchill ise utanmak bir kenara, “ne varmış yunanistan’ın durumunda? bize tam üç hafta kazandırdı” şeklinde konuşur. yani amacının tamamen bizi kullanmak olduğu ortadadır.
bu saatten sonra derdimiz daha ziyade, savaş sonrasında yalnız bırakılma tehdidi ve hava bombardımanından sakınmaktı. churchill 44 şubat’ına kadar havaalanlarının hazırlanmasını, ingiliz personellerinin sivil olarak ülkemize sızmasını, o tarihten sonra uçakların inmesine izin verilirse malzeme gönderilmeye devam edileceğini, izin verilmezse her şeyin duracağını söyler. yani savaş sonrasında yalnız kalacaktık, bir bonbardımana karşı da savunmasız. bu çıkmaz içinde kalarak görüşmeyi bitiririz.
1944 ilkbaharında sovyetler, topraklarının büyük kısmını işgalden kurtarır, türkiye de üsler meselesini alman tehlikesi nedeniyle erteler. rusların balkanlara doğru ilerleme hazırlığı, tekrar bir rus tehlikesini ortaya çıkarır. bu nedenle almanlarla başladığımız ticaret ilişkilerini aşama aşama kestik.
bu sırada almanlar montrö’deki bir açıktan yararlanarak savaş gemilerindeki silahları sökerek boğazdan normal gemiymiş gibi geçirir. ingilizler buna itiraz eder, ancak dışişleri bakanı sözleşmede buna bir yaptırım olmadığını söyler. inönü ingilizleri haklı bulur, dışişleri bakanı istifa eder. bu, ingilizleri memnun eden bir gelişme olur, zaten bakanın almanlarla yakınlaşmanın mimarı olduğunu düşünmektedirler. almanlar da von papen ile gemilerin geçişi ve krom ticaretinin tekrar başlaması için protestoda bulunur, ancak dozunu çok da artırmaz. papen berlin’e şu mesajı iletir: “türklere karşı tepkimizi sınırlı tutmalıyız. aksi takdirde bizim zor kullanacağımızı tahmin ederler. kendilerini savunmak için ingilizlere tüm kapılarını açmak zorunda kalırlar.”
yani almanlar için yıllardır olduğu gibi, savaşa girmememiz önem arz etmektedir.
aynı yıl normandiya ve sonrası bilinen sona gider olaylar. biz de çıkarma sonrasında ağustos başında almanlar ile tüm ilişkimizi kestik. von papen de bunu anlayışla karşıladı, sonuçta ingilizlerle olan müttefiklik anlaşmasının gereğini 5 yıl kadar ertelemiştik. savaş sonunda rusya’nın taleplerine karşı sahipsiz kalmamak için normal bir hamle yapıyordu türkiye. berlin’den de tepki gelmedi. 1945’te herkesin bildiği sebeplerle biz de savaşa girmiş olduk. formaliteden de olsa artık savaş ilan etmiştik. ancak 23 şubat’ta alınan savaş ilan kararının, san francisco konferansına katılabilmenin şartı olan son gün, 1 martta yürürlüğe gireceğini de garip bir şekilde ilan etmiştik. yani sadece o konferansa katılmak için savaşa girdiğimiz mesajını veriyorduk yine. çünkü almanya’yla ilişkileri kestikten sonra her ihtimale karşı pasif tedbirlere yeniden başlamıştık…
bu arada sovyetler birliği, 1925’ten beri devam eden dostluk ve saldırmazlık anlaşmamızın feshedildiğini ihbar ediyordu. bundan sonra da rus talepleri devam etti ama bu başka bir konuda incelenebilir.
kronoloji az çok ortada. hitler saldırsa gerçekten türkiye’ye saldırabilirdi, çok rahatlıkla işgal de edebilirdi. yalnız bunun mümkün olduğu tek zaman, rusya’ya savaş ilan etmeden önce balkanlara indiği andı. o dönemde de neden saldırmamış olduğu alenen ortada. rusya’ya karşı yürütülen harekat türkiye üzerinden çizilmediği için bu iş olmadı. zaten yunanistan’a yapılan harekat, rusya harekatına zaman kaybettirdi. üzerine piyangodan çıkan yugoslav darbesi de eklenince, bir de türkiye’ye saldırıp iyice gereksiz bir çatışmaya girmek, asıl hedef rusya’ya yapılacak harekatın iyice gecikmesine neden olacak, kışa daha yakın saldıracak ve daha az ilerleyebilecekti.
onun ardından zaten türkiye’yle ticari ilişkiler kurmuş, kromunu almış. türkiye de müttefiki ingiltere’nin yanında savaşa girmemiş yıllarca. bunun yanında rusya’yla mücadele ederken, bir de abd savaşa girmişken, türkiye’yi bombalayarak eline bir şey geçmeyecekti, aksine ingilizlere doğuda bir üs kazandırmış olacaklardı.
hitler’in türkiye’ye saldırmamış olması, doğru zamanda en doğru hamleyi yapan dış politikamızın, birinci dünya savaşında yapılmış hataları görmüş bir neslin olgunluğunun eseridir. savaşa giren ülkeler, ağır bombardımanlarla sivillerini, cephelerde askerlerini yok yere kaybetmişlerdir. savaş içinde ve sonrasında yaşanan gelişmeler ülkenin daha sonraki yıllarda alacağı pozisyonu belirlemiştir. yani ilerleyen yıllarda rusya antipatisi, bu doğrultuda komünizm düşmanlığı neden oluştu bir nebze anlaşılabilir. ülkenin zor yıllarında yanında olan ruslarla düşman oluşumuz öyle ha deyince, kişilerin kendi iradesiyle oluşmadı yani. ben de eleştiriyorum abd’ye yanaşılmış olmasını, ancak ülke üzerinde aleni talepleri olan ruslara karşı zayıf ülkemizin çok da fazla yapacağı bir şey yoktu. biraz tarihi, olduğu döneme göre değerlendirmek gerek. şu sorgulanabilir, dengeyi kaçırmadan yapabilir miydik bunu?
kaynak olarak farklı kitaplar kullanmaya zamanım yoktu. altan öymen’in bir dönem bir çocuk’unu kullandım. anılarını yazdığı seri çok güzeldir, herkese öneririm. -
1 mart 2016 yılmaz özdil köşe yazısı
yiğit kardeşim, bordo bereli piyade üsteğmen enes demir'i anlatmıştır. töreninden dönerken, 70 milyonun trabzonspor'a verilen 4 kırmızı kartı konuşuyor oluşuna içerlemiştim. isteriz ki güleryüzlü enes'in kim olduğu çok daha fazla kişi tarafından bilinsin. yazının hazırlanmasında emeği geçen herkese teşekkür ederiz. keşke şu yazının yazılmasına hiç gerek olmasaydı.
--- spoiler ---
...
ıhlara vadisinin kenarında, başı dumanlı hasan dağının kıyısında, aksaray’da dünyaya geldi, 1988 yılında, güzelyurt kasabasında.
*
1924’teki mübadele sırasında bugünkü makedonya topraklarından göçen türkler yerleştirilmişti oralara... o nedenle sarışındır hep güzelyurt’un insanı, tıpkı mustafa kemal gibi... enes de öyleydi.
*
kendini bildi bileli subay olmak istiyordu. sınava girdi, kazandı, ışıklar askeri lisesi’nin yolunu tuttu. ailesine çok düşkündü. çocuk yaşta hasret zordu ama, hayalini gerçekleştirdiği için çok mutluydu. 2007’de diplomasını alırken, mezuniyet yıllığına şunları yazdı:
*
“beni yetiştiren ve bu kutsal yuvaya yollayan biricik anneme ve babama, mülakat sınavından önceki gece yüzüm yara olmasın diye gece boyunca başımda sinek avlayan dedeme, her türlü desteğini benden esirgemeyen anneanneme, yengelerime, dayılarıma, kardeşime ve yeğenlerime sonsuz şükran ve minnet duygularımı belirtmek istiyorum. sizler çölde bulduğum çiçeklersiniz, bu çiçeklerin yaşaması için gerekirse kanımla sularım.”
*
19 yaşındaki delikanlının yüreği buydu. sevdikleri için canını ortaya koymaktan çekinmeyen bir karakterdi.
*
harp okulu’na devam etti, üst seviyede başarıyla mezun oldu.
*
hayata gülümseyerek bakardı. herhangi bir zaman, herhangi bir konuda dargın, kırgın, üzgün veya umutsuz olduğunu hatırlayan yok. sadece gözleri değil, sesi bile gülümserdi, daima neşeliydi.
*
rock müzik severdi. metallica’nın duman’ın hayranıydı. ama, neşet ertaş’ın zeki müren’in ve zülfü livaneli’nin yeri ayrıydı, rakının dibine vururlarken, kadeh kaldırırlarken illa onları dinlerdi.
*
triatloncuydu. üç branşın birarada yapıldığı, 1.5 kilometre yüzülen, 40 kilometre bisiklete binilen, 10 kilometre koşulan, mukavemet sporu... yorulmak bilmezdi. komando kurslarının dayanılmaz eğitimlerinde soluk alma güçlüğü yaşanırken, karda-yağmurda herkesin burnundan kan gelirken, bizimki şarkı söylerdi.
*
elit birliğe seçildi, bordo bereli oldu. yurtdışına kursa gitti. elbette nerelerde görev yaptığını yazamam ama, kıbrıs’ta kuzey ırak’ta bulundu.
*
kıbrıs’tayken eljanna’yla tanıştı. hollandalıydı. iki kız arkadaş tatile gelmişlerdi. hani ilk görüşte aşk derler ya... bizimki öyle oldu, adeta çarpıldı. arkadaşlarına heyecanla anlatırken “sarı saçları çölden, mavi gözleri denizlerden çalıntı” diye tarif ediyordu. gel gör ki, eljanna’nın pek niyeti yoktu. malum, türk erkeklerinin tatil çapkınlıkları pek meşhurdu, enes’in ilgisini de öyle zannetti, yüz vermedi, ülkesine döndü. bizimki peşini bırakmadı. allem etti kallem etti, mektup yazdı, internetten yazdı, telefon etti, sevimli sevimli fotoğraflarından gönderdi, çiçek gönderdi, şiir miir, bağladı... atladı hollanda’ya gitti. eljanna türkiye’ye geldi. üç yıl böyle sürdü. aşkları iyice alevlendi, ayrı yaşamaları artık mümkün değildi, evlilik kararı aldılar. eljanna memleketini bıraktı, türkiye’ye, enes’in en sevdiği şehire, izmir’e yerleşti. enes bu taşınma sırasında güneydoğuda görevdeydi, gelemedi. ankara’da yaşayan anne-babası izmir’e geldi, müstakbel gelinlerinin taşınmasına, evi temizlemesine, eşyalarını yerleştirmesine yardımcı oldular. düğün için, bu yaza niyet vardı.
*
ve... açılım ihanetinin kaçınılmaz neticesi olarak, şehir savaşı başladı. enes, cizre’deydi. teröristlerin sözde karargahına 20 metre mesafede bir binaya konuşlanmışlardı. aniden, hedef binadan “bixi” tabir edilen makineli tüfek kusmaya başladı. enes’in bulunduğu odanın duvarları delik deşik oldu, tesadüfen vurulmadı. gereken cevap verilip, hedef yokedildikten sonra, çıktı geldi arkadaşlarının yanına, sigara yaktı, her zaman olduğu gibi gülümsüyordu. “dokuz candan sekizi gitti, tek canla counter strike oynuyorum” dedi.
*
counter strike, teröristlerle mücadele edilen bilgisayar oyununun ismiydi. henüz bir dakika önce ölümden dönmüştü ama, hâlâ espri yapıyor, can pazarını bilgisayar oyununa benzetiyordu. korku denilen kavram, bu kahramanın yaradılışında yoktu.
*
mermi yememişti ama, yüzüne, sol elmacık kemiğinin üzerine cam parçası saplanmıştı, gözü kılpayı kurtulmuştu. bu çatışma nedeniyle “yara beratı, gazilik listesi” hazırlandı. listede enes de vardı. duyar duymaz koştu komutanlarının yanına, ismini listeden sildirdi. “asla kabul edemem, bu sıyrık için gazilerimizin suratına nasıl bakarım” dedi. hakkı olan yaralanma iznini bile reddetti.
*
cizre temizlendi.
sur’a geçti.
*
altı katlı bir binada keskin nişancı iki terörist vardı. binanın konumu çok önemliydi. dört sokağın kesiştiği köşe başındaydı, o bina alınmadan, o sokaklara girilemiyor, komşu binalara müdahale edilemiyordu. tank atışı yapıldı. iki terörist öldürüldü. bina ağır hasar almıştı. ancak... o dört sokakta pozisyon alan teröristleri hareketsiz bırakabilmek için, o binaya mutlaka girmek, o binayı mutlaka elde tutmak gerekiyordu.
*
enes’in başında bulunduğu tim, arka tarafına açılan delikten binaya girdi. 12 kişiydiler. katlara dağılmaya başladılar.
*
o sırada... çaprazdaki binadan roket fırlatıldı. kolonlardan birine denk geldi. tank atışıyla ayakta durmaya mecali kalmayan bina, kulakları sağır eden bir çatırtıyla çöktü. mahalleyi toz bulutu kapladı.
*
enes üsteğmen ve 11 bordo bereli astsubayımız, enkaz altında kaldı. dokuzu kendi imkanlarıyla çıkmayı başardı. iki astsubayımız şehit olmuştu. maalesef yazarken bile çaresizliği iliklerime kadar hissediyorum... sol kolu beton blokların arasına sıkışan enes kendinde değildi, ağır yaralıydı ama, nabzı atıyordu. yaşıyordu.
*
ne sağ kurtulan astsubaylarımız oradan çıkabildi, ne de enes çıkarılabildi. çünkü, binayı indiren roketin hemen peşinden, yoğun ateş açılmıştı. binanın hakim olduğu dört sokaktan, mermi yağıyordu. kafayı çıkarabilmek mümkün değildi. zaten binaya yaklaşmak da yeterli değildi. enes’i oradan alabilmek için, vinç gerekiyordu.
*
tıbbi yardım bile mümkün değildi. afad ekipleri, canlarını hiçe sayıp öne atıldılar ama, nafile... hareket eden her şeye saldırılıyordu. hava karardı, defalarca denendi, olmadı, belli ki teröristlerin gece görüş dürbünleri vardı, zifiri karanlıkta bile ateş kesilmedi.
*
üç gün sürdü!
*
bana göre, filmi çekilmesi gereken üç gündür.
*
o daracık köşebaşında üç gün çatışıldı. enes’i kurtarabilmek için, dört şehit daha verdik orada, iki özel harekat polisi, bir uzman çavuş, bir uzman onbaşı... nihayet mahalle temizlendi.
*
maalesef...
enes için çok geçti.
*
dedim ya, kolu sıkışmıştı. her taraftan ateş edilen o labirent gibi sokaklardan vinç getirilmesi, hiç kolay olmadı. mahallenin temizlenmesine rağmen, şehitlerimiz bir gece daha orada kaldı.
*
bir bina, dört gün, yedi şehit... yılışık televizyonlarımızın ruhsuz ana haber bültenlerinde, lütfedilip, 30 saniye filan yerverildi.
*
enes’in naaşını diyarbakır’da üç kişi yıkadı. imam, dayısı ve bordo bereli devre arkadaşı üsteğmen.
*
devre arkadaşı, enes’in kulağına eğildi, “seninle beraber okuduk, beraber eğitim aldık, omuz omuza görev yaptık, ömrümün sonuna kadar hep yanımda olacaksın kardeşim” dedi, sonra da sırasıyla, alnından, ellerinden, ayaklarından öptü. yıkadılar... abdestini aldırdılar. enes her zamanki gibi gülümsüyordu. her zamanki gibi huzurlu, her zamanki gibi muzip muzip bakıyordu sanki... kuruladılar bedenini... yüzünü sildiler. gözünden yaş geldi. bir daha kuruladılar, gene yaş geldi, bir daha kuruladılar, gene... devre arkadaşı darmadağın oldu, kendini daha fazla tutamadı, onun da gözyaşları boşaldı. imam, hıçkırarak ağlayan üsteğmenin omzuna elini koydu, merak etme dedi, gözü arkada kaldı sanma sakın, cennetlik alametidir bu, için rahat olsun, bırak gözündeki yaş kalsın, arkadaşınız size cennetin kapısını araladı... bitirdiler yıkamayı... devre arkadaşı tekrar eğildi enes’in kulağına, bekle bizi kardeşim dedi, tekrar sırasıyla alnından, ellerinden, ayaklarından öptü. kucakladı. tabuta yerleştirdi.
enes’i son görev için ankara’ya getirdiler.
kocatepe camisi’ne.
*
her şehit cenazesinde yaşanan protokol kepazeliği, enes’in cenazesinde de yaşandı.
*
ahmet kiziroğlu geldi, 500 tane korumayla... çünkü malum, enes gibilerini cizre’ye silopi’ye sur’a gönderen ahmet kiziroğlu gibiler, 500 tane koruma olmadan camiye bile gidemiyordu. asrın liderimiz zahmet edip gelmedi, gelseydi, 500 kesmez, 1500 korumayla gelirdi. bakanlar, parti genel başkanları, milletvekilleri geldi, 500’er korumalarıyla, şoförleriyle, yalaka danışmanlarıyla... hepsinin çocuğu ya asker kaçağı, ya bedelli... kameralara poz verdiler, üzülüyormuş gibi yaptılar.
*
enes’in halası avluya giremedi iyi mi... hem yer kalmamıştı, hem de caminin etrafı binlerce polis tarafından sarılmıştı, kadıncağızı ittirip kaktırdılar, avluya sokmadılar. neyse ki, enes’in devre arkadaşlarının haberi oldu, boğuşa boğuşa halayı avluya getirebildiler.
*
daha hazini... kocatepe camisinde enes’ten başka iki cenaze daha vardı. biri, çöken binada şehit olan astsubaylarımızdan doğukan tazegül’dü. diğeri ise, ankaralı bir vatandaşımızdı. ne oldu biliyor musunuz? o rahmetli vatandaşımızın ailesi, avluya giremedi! babalarının tabutu başında cenaze namazını kılamadılar! ağlaya ağlaya, dışarda, sokakta cenaze namazı kıldılar. siyasiler gittikten sonra, avlu boşaldıktan sonra girip, babalarının tabutunu omuzlayabildiler. gazeteciler de siyasilerle birlikte gittiği için, bu ailenin dramına sadece enes’in devre arkadaşları şahit olabildi.
*
27 yıllık kısacık ömrüne, destansı kahramanlıklar ve ölümsüz bir aşk sığdırmayı başaran enes... cebeci mezarlığına getirildi.
*
babacığı dik durmaya gayret ediyordu ama, yüreğinin yangını sesine yansıyordu, “sarı saçlı yiğidim, sarı sakallı yiğidim” diye haykırıyordu.
*
o yiğide toprak atılırken... duyguları tıpkı o çöken binanın enkazı gibi yerlebir olmuş bir genç kız, eljanna... uğruna memleketini terkettiği adamın ardından gözyaşlarıyla mırıldanıyordu.
*
“bu bir veda değil sevgilim, bu bir teşekkür... hayatıma girdiğin için, beni mutlu ettiğin için, teşekkür... beni sevdiğin için ve sevgimi kabul ettiğin için, teşekkür... sonsuza dek saklayacağım hatıralarımız için, teşekkür... şu an, çok iyi bir yerde olduğundan eminim. tanrı seninle, biliyorum. meleğim ol, daima yanımda kal ve beni koru... ölüm kazanamayacak. aşkımız kazanacak. seni çok sevdim, seni çok seviyorum enes... bekle beni.”
...
--- spoiler ---
http://www.sozcu.com.tr/…home/detay?post_id=1115240
not: yazı devre arkadaşlarının girişimiyle yazılmıştır. yılmaz özdil'in adının geçtiği her yerde parazit yapmayı görev biliyor olabilirsiniz, ama burada değil. bir kentin sokakların üsse çeviren şerefsiz teröristlerin, o kentin insanlarının barınma hakkını gaspediyor oluşuna 2 laf etmiyor olmanız mesela barışın önündeki büyük bir engeldir. yılmaz özdil'in, şerefli kardeşimizin anısını yadetmesi değil, sizin terör destekçiliğinizdir engel. -
ssg
reyiz okyanus ötesinden eskiekşisözlük.com'u kur, bize antik siteyi ver; yolunda ateş olup yanmaya hazırız. yeter ki ver işareti sen.