afedersiniz cok daha cirkin seyler5
profili

  • 23 aralık 2022 onlarca kişinin işten çıkarılması

    tanıdık bir iş yeri var, patron akrabamız. ben de bir süre çalıştım.

    patron türkiye şartlarında iyi biri. 7 kişilik kadro, lise mezunu olması ve çok parlak olmamasına rağmen (marketten pil yerine pinpon topu alan cinsten) patron asgari ücret üstü maaş verir. öğle yemekleri şirketten, fazla mesai ya bir etkinlikle (dışarıda yemek) ya da harçlıkla karşılanır vs.

    böyleydi demek daha doğru çünkü son iki sene bu çalışanların maaşları asgari ücrete yakınsadı, haftada bir çıkan etli öğle yemeği ayda bire düştü, artık doğum günleri mado'da değil iş yerinde ucuz tatlılarla kutlanıyor. yakında bunlar da gidecek, hatta kadroda küçülme bile olabilir.

    kısacası şirket, çalışanıyla patronuyla enflasyon karşısında ezildi. bu durumun tek doğrudan sebebi ise hükümetin ekonomi politikası. büyük şirketler milyarlık krediler alabilirken, vergi borçlarını affettirirken, kaçak işçi çalıştırırken; işini kanuna göre yapan küçük işletmeler can çekişmekte. çalışanların durumu daha feci, eğer ailesiyle veya sahip oldukları evde yaşamıyor olsalardı hiçbiri devam edemezdi. ülkede o kadar verimsiz bir ekonomik sistem var ki evde boş boş duran adam çalışandan daha iyi durumda, en azından yıpranmıyor.

    bu tip süreçler bir iki sene sürse hadi dişimizi sıkalım diyebiliriz ama durum hiç öyle gözükmüyor.

    sadece bir gözlemde bulunmak istedim.

  • 12 nisan 2022 ali babacan'ın odtü'ye girememesi

    tarih 5 eylül 2013

    gezi protestolarından birkaç ay sonrası, endişeli muhafazakar tayfanın gözünde geziciler camide içki içmiş, türbanlı bacıların üzerine işemiş darbeci vesayetçi faiz lobisi ajanları. başbakan yardımcısı ali babacan'dan bu iftiralara karşı herhangi bir reddiye yok, hatta destekleyen açıklamalar var.

    kayıt günü odtü'de izinsiz stand kuran cemaatçiler öğrencileri yurtlarına davet ediyor. bazı cırtlak sesli solcu öğrenciler de bunları kovuyor. tabii endişeli muhafakar*tayfa hemen haber yapıyor: 28 şubatçı başörtüsü düşmanı solcu çapulcular vesaire diye. o zamanki ekşide, aynı bugün olduğu gibi benzer liboş ifadeler: herkes fikrini beyan etsin, düşünceye düşünceyle karşılık verelim, asıl böyle faşizm oluyor...

    daha sonra bu cemaatçilerin, öğrencileri sadece kendi yurtlarına davet etmedikleri, ikna etmek için odtüde fuhuş olduğunu, kızların çocuk düşürdüğü yalanları attıkları ayyuka çıktı. tabii bu sırada öğrenciler hedef gösterildi, gözaltına alında; "her görüşe saygı abi yeaaa" tayfası da vicdanını rahatlattı.

    gelelim 15 temmuz sonrasına.

    o cemaatçi başörtülü kızları bugün yargısızca işlerinden atılıyor, aileleri fişeniyor, gözaltında tacize uğruyor, bazıları ülkeden kaçmaya çalışırken ege'de meriç'te boğuluyor. o gün kampüsten kovuldular diye ülkeyi ayağa kaldıran, 28 şubat ruhu diye inleyen babacan hayranı endişeli muhafazakarlar, bugün çok daha büyük haksızlıklara ne tepki gösterdi? bu zulümler yapılırken ali babacan akp üyesi değil miydi? akp'yi, ancak hileyle bile seçim kazanamayınca terkeden kendisi değil midir? derdinin ifade özgürlüğü olmadığı açık değil mi?

    tanım: gazeteciler gazetecilikten yargılanmıyor diyen birinin konuşturulmaması durumu.

  • müsilajı temizlemenin olanağı yok

    buz gibi gerçek.

    şurada tübitak'ın 11 sene önce (2010) hazırladığı su korunumu eylem raporları mevcut. marmara havzası için yapılan yaklaşık 500 sayfalık rapordan kesitler:

    - marmara denizine yılda 1.5 milyar m3 atık su ulaşıyor (11 senede artmıştır herhalde)
    - marmara havzasında faaliyet gösteren endüstrilerin hem sayıca hem de
    kapasite olarak türkiye'deki toplam endüstrinin neredeyse yarısı (bu da artmıştır veya artacaktır, kanal istanbul'un iki yakasına şehir kurulacak, üçüncü havalimanı çevresi imarlaştırılacak)
    - istanbul'daki ömerli, elmalı, büyükçekmece barajları, ve haliç'i besleyen dereler, iznik gölünü besleyen dereler ve gölün kendisi, gönen çayı biga çayı vs., azot, fosfor, çözünmüş oksijen, toplam koliform, renk ve demir parametreleri açısından kirli ya da çok kirli sınıfına girmektedir. (evet o zaman bile böyleymiş)
    - çözüm olarak o zaman için 170 milyon euroluk tesis ve eylem planı önerilmiş. (128 milyar doların yüzde 1'i bile değil)
    - planlamaya göre çevresel hedeflere erişim 2015'te, ilk yönetim döngüsünün sonu 2021'de gerçekleşecek. yani 11 sene önceki plana göre bugün kısmen de olsa temiz bir marmaraya sahip olmamız gerekiyordu.

    planın uygulanmasına rağmen bugünkü durumdaysak boku yedik. feodalizme geri dönene kadar marmara kendini toparlayamaz. yok plan uygulanmadıysa ve bugün uygulanmaya başlanırsa, en hafif sonucun alınması 10 seneyi bulacak; ki bunun için de milyar dolarlık yatırım, tutarlı ve katı bir çevre politikası, çılgın projelerden, en az 3 çocuktan, şimdi frene basma sırası değil, gaz basmamız ekonomiyi canlandırmamız lazım tarzı safsatalardan arınmak gerekecek. ha bir de küresel ısınmanın türkiye'yi es geçip marmara'daki çözünmüş oksijen oranını daha da düşürmemesi lazım.

    tabii ki böyle bir şey olmayacak. olacak olan şudur: marmara'nın içine ederek milyar dolarları götüren yerli ve milli sanayicilerimiz, akp sonrası isviçre'deki yeni zelanda'deki göl manzaralı bungalov evlerinde emekliliğin tadını çıkaracak; istanbul ise, paki ve suri ensar kardeşlerimizin kitlesel göçüyle 25 milyonluk bir lahor'a dönecek. (bkz: 6 haziran 2021 ruhi çenet lahor videosu) buradaki asgari ücretli reisçi tayfa, göçmen kaçak işçilere rağmen ayda 150 dolara iş bulabilirse, müsilajlı marmara manzarası eşliğinde metrobüsle işe gitmeye devam edecek, akp'li altın günleri hayırla yad edecek, deniz salyasını boklu suları istanbul'a musallat eden cehapeye sövecek.

  • karantinadaki kadının evinde ölü bulunması

    şu olay batıda olsaydı bizimkiler başlardı avrupalıların bencilliği, bireyselciliği, aile bağlarının zayıflığı, sağlık sistemlerinin boktanlığı diye.

    türk insanı çok daha ahlaklı vefalı, di mi

  • sars-cov-2

    2364 kelimeliktir.

    evet gençler, sınavdı ödevdi asistanlıktı derken yazamadım. aslında bir ay önce gireceğimden çok farklı bir entri olmayacağı ve şimdi daha ciddiye alınacağı için hayırlı olmuştur. bir yandan da, daha önce girilmiş birçok entrinin tekrarı olacak. virologlar doktorlar gayet kıymetli bilgiler vermişler, ben de biraz tarihsel bağlama oturtacağım. herkes iyi kötü bir şeylerin farkında ama bazı kavramlar eksik olunca resim tam oturmuyor, bu entride ben oturtacağım.*

    1- tarihte plague, yani dünyayı kasıp kavuran bulaşıcı öldürücü salgın hastalık hiç eksik olmadı. bunlardan en meşhuru kara veba denilen black death. 14. yüzyılın ortasında avrupa nüfusunun üçte biri ile yarısı arasında, tüm dünyanın dörtte biri civarında insanı öldürdü. ufak bir not, türkçede plague veba diye çevriliyor, ama ingilizcede ve literatürde salgın hastalık olarak da kullanılıyor, veba bunlardan yalnız biri.

    2- eski dünyadaki (avrasya ve afrika) bütün büyük şehirler periyodik olarak, mesela 10 senede bir, veba, tüberküloz, tifüs, grip, cüzzam, kızamık, kolera, çiçek hastalığı şeklinde bir salgın hastalığa maruz kalırdı ve netice birçok faktöre bağlı olsa da, nüfuslarının yaklaşık %20sini kaybederdi. şehir nüfuslarının uzun vadede azalmamasının sebebi kırsaldan göç almaları.

    3- bu o kadar yaygın ve monoton bir şeydi ki tarihi kaynaklarda birkaç kelime dışında bahsedilmezdi. türkiye’de her sene üç dört bin insan trafik kazalarında hayatını kaybediyor, ama üç yüz sene sonra tarihçiler şimdiki mgk toplantısı kayıtlarına veya popüler ekşi sözlük başlıklarına baksa bunu göremez çünkü trafik kazasında ölüm 'normal'.

    4- fakat bazı salgın hastalıklar diğerlerine göre çok daha yıkıcı ve kayıtlara geçmiş. allah korusun, mesela trafik kazalarında ölenlerin sayısı seneye, birkaç binden yirmi bine zıplasa, topluma mal olmuş şahıslar hayatını kaybetse normal olan anormal addedilir, büyük kayıtlara geçerdi. sıradan salgınlar kayda geçmeyip ciddi olanlar geçince, bu tip vakalar uzun süre tarihçilerde nadiren oluyormuş izlemini yarattı.

    5- dikkat ettiyseniz eski dünya diyorum. coğrafi keşifler sonucu eski dünya'ya tanıtılan yeni dünya’da, yani amerika kıtasında salgın hastalık (plague) yok, nezle gibi sıradan hastalıklar var. çünkü salgın hastalıkların hemen hepsinin kökeni, yani patojenleri, hayvanlar. avrasya'daki hayvanlar (at, eşek, öküz, koyun, tavuk, domuz vs.) amerika'daki hayvanlara (bizon, buffalo vs.) göre daha evcilleştirilebilir ve terbiye edilebilir olduğundan eski dünya'da insanla evcilleştirilebilir hayvanlar arasındaki ilişki daha sık ve yakın. bir de bu hastalıkların çabuk yayılması için gereken nüfus yoğunluğuna sahip büyük şehirler olduğu için, salgınlar eski dünya'dan çıkmakta. daha da spesifik olursak, bu evcilleştirme ve şehirleşmenin tarih boyunca en yüksek olduğu güneydoğu asya'dan çıkmakta. şu vidyo yararlı olacaktır.

    7 - burada bir parantez açmak gerekiyor. salgın hastalıkların genelde güneydoğu asya'dan yani çin'den çıkması ırkçı yorumlara sebep olmakta. ırkçılığın absürtlüğünü bir tarafa bıraksak bile, bu yaklaşım iki temel sebepten dolayı haksızca.
    7a) birincisi: günümüzdeki klasik medeniyet anlayışı, temel ihtiyaçların (yeterli besin ve can güvenliği) karşılanarak doğanın işleyişini anlamaya (felsefe ve bilim) ve bu anlamlandırmayı estetiğe (sanat) ve sermaye birikimine çevirmeye dayanmakta. sanayi devrimi öncesinde bu ancak, yüzde doksanı tarım ve hayvancılıkla uğraşan, üretim fazlasını devlete/tâbi olduğu krala vergi olarak ödeyen toplumlarda görülmekte. devlet/krallık da, teorik olarak, bu vergiyi medeni toplumu isyanlardan, yağmacılardan ve işgalcilerden korumaya; kalan az bir kısmını da, yarın ne yemek yiyeceğim sıkıntısına düşmediği için emeğini sanata ve bilime ayıran insanlara yönlendirmekteydi. tabii burada ciddi sorunlar var. tarım toplumunda sermaye birikimi çok kısıtlı olduğu için, aslında üretim fazlası diye bir şey yok, çiftçinin bin bir zorlukla ürettiği ürünün gaspı var, yani bu sistem ideal şartlarda dahi ucu ucuna kurtarmaktaydı. mesela kökeni babil kanunlarına dayanan ve roma’da da tithe olarak görülen aşar -onda bir- tarım vergisi aslında ağır bir vergiydi, şimdiki vergi dilimleri yüzde on beşten başlayıp elliye kadar çıkıyor, protestolara sebep olsa da kimse açlıktan ölmüyor. dolayısıyla basit bir kıtlık veya felakette milyonların ölmesi, düzenin altüst olması mümkündü. konuyu daha da dağıtmadan, bu klasik medeniyet anlayışının en optimize ve uzun soluklu görüldüğü yer çin. matbaa, pusula, barut, parmak izinin kimlik ayracı olarak kullanılması, bürokrasinin, kralın gözdeleri veya aristokratların akrabaları tarafından (patrimonyal devlet) değil, ulusal çapta sınav yaparak başarılı olanlar tarafından (meritokrasi - liyakata dayalı sistem) doldurulması, çin’de yüzlerce hatta binlerce yıldır bilinen şeyler. çin bu başarısını, tarım ve hayvancılığa dayanan sistemi maksimize etmesine borçlu. bu maksimizasyon da şehirleşmeyi, nüfus yoğunluğunu, hayvanların evcilleştirilerek tarımda, kümesçilikte, ahırcılıkta, taşımacılıkta kullanılmasını, kısacası insanların hayvanlarla daha sıkı fıkı olmasını gerektiriyor. ya medeniyet tanımınızı değiştirin ya da bu hastalıklar niye hep çin’den çıkıyor iğrenç herifler demeyi kesin.

    7b) ikincisi: salgın hastalık üzerinden illa bir ırkçılık yapılacaksa, bunu yerli amerikalılar yapmalı. eski dünya’dan gelen, aslında hayvan kökenli hastalıklar, kristof kolomb yeni kıtaya adımını attıktan sonra, yerli amerikalıların yüzde doksanı öldürdü. salgınlar ile sürekli toplu ölüme maruz kalan, ancak kalanları nesiller boyunca daha iyi bağışıklık geliştiren eski dünya sakinleri bu değişimden (bkz: columbian exchange) karlı çıkan taraf oldu. tabii başka faktörler de var: avrupalı işgalcilerin acımasızlığı, silah teknolojisi, yerli amerikalılarda olmayan atın avrupalılarca taşımacılıkta kullanılması, amerika’da da bazı hayvanları evcilleştirmesi (lama, köpek, hindi) ama ölçeğinin ve doğasının farklı olması, salgın hastalıklarından frengi hastalığının bir iddiaya göre amerika'dan gelmesi vesaire. şimdilik yeter. ben de tam bilmiyorum zaten, bilsem hoca olurdum, çömez doktora öğrencisi değil.

    8) asyalılara karşı ırkçılığın öteki ucunda da aşırı politik doğrucular var, çin’e kızmayın bu onların yaşam biçimi, her kültür otantiktir süperdir vesaire. bu da yanlış çünkü salgın hastalıkların kökenin hayvanlar olduğu ve nüfus yoğunluğunun yüksek, hijyen şartlarının düşük olduğu yerlerde çabuk yayıldığı uzun süredir bilinmekte. hatta hayvanlardan geçecek hastalığa karşı en büyük önlem iki yüz bin yıldır bilinmekte: ateş ve yemeği pişirmek. e ona göre önlem alsana kardeşim. çinli godamanlar dünyanın en büyük ekonomisi olacağım, iki ayda 100 bin km yol 20 havalimanı inşa edeceğim derken asgari sağlık şartlarını temin etmeyi unuttu. bilmem kaç bin yıllık çin medeniyeti, canlı hayvan tüketimini ve pazarda açık alanda satılmasını daha iki üç hafta önce yasakladı. bu konuda eleştiriyi hakkediyorlar.

    9) e peki tarih boyunca birkaç bin kişinin yaşadığı şehirleri vuran salgınlar şimdi milyonların yaşadığı şehirleri niye aynı sıklık ve öldürücülükle vurmuyor? aslında vuruyor, afrika’da hala kolera, veba, sıtma salgınları gözlemleniyor. ama modern dünya için cevap sanayi devriminin getirdiği avantajlar. çocuklara doğuştan aşı yapılması, insanların daha iyi beslenmesi (günümüzde obez olma ihtimali açlıktan ölme ihtimalinden daha yüksek), antibiyotiklerin ve ilaçların ulaşılabilir hale gelmesi, musluk suyunun kimyasallarla sterilize edilmesi, şehir altyapısının modernleşmesi vb. bu altyapı olayını biraz açmak istiyorum: tarihte bazı istisna metropoller (pekin, delhi, kahire, bağdat, istanbul, londra) dışında, şehir nüfusu birkaç on bin civarındaydı çünkü imkanlar bu kadarına müsaade ediyordu. hem kamyonun tankerin olmadığı dönemde şehirlerin tedarik edilmesi zordu, hem de altyapı olmadığı için atık su ve içme suyu olarak aynı kaynak, şehrin dibinden geçen dere kullanılırdı. nüfus azken pek sorun olmasa da nüfusun arttığı dönemlerde salgın hastalıklar ortaya çıkar ve nüfusu olması gereken yere, yani doğal kaynakların insan sayısını karşılayabildiği seviyeye çekerdi. bir nevi doğanın dengesi. mesela ilk maddeye geri dönersek, kara veba öncesi dünyanın nüfusu 475 milyon tahmin edilirken sonrası 375 milyon tahmin edilmekte. demek ki 14. yüzyılın şartları o kadar nüfusa izin veriyormuş. aynı şeyi tekrarlayacağım ama bu anlattıklarım çok kaba ve biraz da yanıltıcı. sanayi devrimi öncesinde de nüfus artışı, hayat standartlarının yavaştan da olsa yükselişi, salgın hastalıkların yıkıcılığın azalması, hijyende gelişmeler var; ama sanayi devrimi sonrasıyla kıyaslayınca komik kaçıyor.

    10) peki insanlık sanayi devrimiyle salgın hastalıklara karşı mücadelede bu kadar gelişme gösterdiyse sorun ne? sorun şu: bu gelişme dediğimiz şey bize hastalıkların nasıl yayıldığını, geniş kitlelere nasıl tesir ettiğini unutturdu. bu coronavirüs hastalığı çıkınca sorulan ilk sorular acaba virüs genetik mühendislik örneği mi, aşısı ne zamana çıkar, ne kadar öldürücü? gerçek şu: sen istediğin kadar ilaç kullan, istediğin kadar kimyasal dezenfektör tüket, istediğin kadar aşı yaptır, eğer dünyada nüfus yoğunluğu ve etkileşimi fazla, hijyen ve beslenme koşulları kötü ise, herhangi bir hastalık salgın (plague) haline gelebilir. bunun en sahih örneği birinci dünya savaşında ortaya çıkan ispanyol gribi. normal gripten bir farkı olmamasına rağmen, harbin getirdiği kıtlık, askerlerin cephede çekmek zorunda kaldığı iğrenç hijyen koşulları, çatışmalar ve toplumsal çalkantıların getirdiği hareketlilik nedeniyle, hastalığa beş yüz milyon insan yakalandı ve 20 ile 50 milyon insanı öldürdü. sayının çok belirsiz olmasının sebebi cephede yaralanmış, sonra gribe yakalanmış ve yeterli beslenememekten ölmüş birini hangi kategoriye sokacağımızı bilmememiz. sonuçta ama öldü efendim.

    11) kişisel gelişimcilerin çaresizseniz çare sizsiniz saçmalığına benzeyecek ama, hastalığı yayan aslında insanların kendisi. bunu idrak ettiysek bazı soru-cevaplarla ufkumuzu biraz da genişletelim:

    12) soru: kardeşim hastalığı insanlar yayıyor diyorsun da hırsızın hiç mi günahı yok? cevap: yok, çünkü patojen ömrünü devam ettirmek için misafir olduğu vücuda bağımlı. yani patojenin bulaştığı vücudu öldürmesi onun için bir başarı hikayesi değil. sen içinde barındığın ekmeğini yediğin aile evini yakar mısın?

    13) soru: o zaman patojenler neden insanları öldürüyor? cevap: patojen kendini hala hayvan vücudunda sanıyor ve aynı mekanizma ile çoğalmaya devam ediyor. bu mekanizma, hayvan için basit nezle, insan için öldürücü bir şekilde ilerliyorsa geçmiş olsun.

    14) soru: patojen şöyle sanıyor filan diyerek bu canlılara bilinç yüklemiş olmuyor musun? cevap: aslında bu felsefi bir soru. şahsi fikrim bilincin bir yanılsama olduğu. diyelim ki hayvandan insana geçmiş patojende bilinç yok. o zaman patojene bilinç aşılasak ve desek ki birader çok fazla üreyip bütün vücudu ele geçirme çünkü bu vücut senin alışık olduğun şekilde işlemiyor, bokunu çıkarırsan sen de vücutla beraber ölürsün desek patojen imana gelir mi? bence gelmez çünkü aslında bilinç diye bir şey yok. bu iddiamı da şuna dayandırıyorum: en bilinçli canlı bildiğimiz kadarıyla insanoğlu. ve sen insanlara, patojene dediğin şeyin bir benzerini diyorsun: birader çok fazla üreyip yaşadığın dünyayı tüketme, çünkü kaynaklar senin sandığın gibi sonsuz değil. ama sonuçta bir şey değişmiyor gibi gözüküyor. insanların tüketim ve üreme alışkanlıkları bilinçli bir tercihle sürdürülebilir seviyeye gelirse haksız çıkarım, dünyanın yok olmasıyla gelirse haklı çıkarım. görürüz yakında.

    15) soru: hastalığın bulaşıcılığı ile öldürücülüğü arasında bir ilişki var mı? cevap: evet, doğanın dengesinden kaynaklanan ters orantılı bir ilişki var, coronavirüse özgü değil. eğer bir patojen bulunduğu vücudu çok çabuk öldürürse çoğalıp başka vücutlara bulaşacak zamanı olmaz. dediğim gibi, amaç aslında öldürmek değil.

    16) soru: bu coronavirüs genetik mühendislik sonucu çıkmış olabilir mi? cevap: hayır, bu soruya virolog arkadaşlar cevap vermiş zaten ama tekrar edelim. dna'da iki aminoasitin yerini değiştirince süper özelliklerin açılması, örümcek adam filminde filan olan şeyler. üstelik, virüsün genetik olarak kodlanmasına gerek yok çünkü bu işi kendi daha iyi yapıyor. lise eğitiminden bildiğiniz üzere, virüsler bir hücreye girip, hücrenin kaynaklarını kendi kopyalarını üretmek için kullanmakta. ama bu kopyalarda illa ki bir hata çıkıyor. yanlış üretimlerin çoğu bir halta yaramasa da, biri şans eseri çetin ceviz çıkabilir. bu cevizin de ölmeden ya da bağışıklık sistemi tarafından öldürülmeden kendini çoğaltması, o çoğalanların da başka vücuda bulaşıp yeni bir salgına yol açması, kısacası mutasyona uğrayarak yeni bir salgına dönüşmesi çok düşük bir ihtimal. ama yukarıda açıkladığım maddelerde görüldüğü üzere, bu ihtimali yükselten insanların kendileri. tamamen numbers game yani. bir de bu komplo teorilerini biraz tutarlı uydurun. borsası son 30 senenin en büyük çöküşünü yaşayan, sanayisi, turizmi, topladığı vergisi gümleyen herhangi bir devlet niye böyle bir şey yapsın. bari bireysel emeklilik fonu, sgk filan çıkardı deyin, ölüm oranları 60 yaş üstü için korkutucu.

    17) soru: bu virüs neden bu kadar hızlı yayılıyor? cevap: virüsün yayılma şeklini, ilk 10 maddede açıkladığım üzere, insanlar belirliyor ve şu anki aşamada yayılış hızı üstel (exponential) fonksiyon. bu konu ile ilgili çok güzel bir vidyo var, tavsiye ederim. vidyoyu biraz özet geçersek: üstel fonksiyonu matematikten veya adaya bırakılan tavşan popülasyonu deneyinden herkes duymuştur ama özümsemi biraz zor gelebilir. üstel fonksiyonlarda, küçük sayılarda artış doğrusalmış (lineer) gibi gözükür ama belli bir sınırı aşınca korkutucu boyuta varır. haberlere bakarsanız, bilmem ne ülkesinde ilk gün 3 vaka görülür, sonraki gün 5'e çıkar, birkaç gün sonra 80 yaşında biri ölmüştür ama önemli değildir çünkü hasta yaşlıdır ve tek kişidir. böyle ufak ufak devam ederken bir iki hafta sonra, şok üstüne şok, dün bin tane vaka tespit edilmiş, yüz kişi ölmüştür. üstel fonksiyonlara hoş geldiniz. sonra kendi ülkende bir vaka tespit edilir, dersin ki adamlarda binlerce var biz de sadece 1 tane var, bizim sağlık sistemi adamlardan bin kat daha iyi. ertesi gün senin ülkende de 3'e çıkar, sonra 5, olayı anladınız sanırım.

    18) soru: hızı kesebilir miyiz? cevap: tabii ki. bir önceki maddede belirttiğim vidyoyu lütfen seyredin. birincisi, bir süre sonra üstel fonksiyon büküm (inflection) noktasına kendiliğinden varacak, yani virüsün yayılma hızı yavaşlayacak, çin'de oldu bile. ama bunun gerçekleşmesi için çin’in aldığı katı önlemleri almak gerekir mi bilmiyorum. ikincisi, üstel fonksiyonların büyüme hızı parametrelere çok hassas. örneğin, hastalık büküm noktasına 30 günde varıyor ve her günün sonunda hasta sayısı önceki günün 1.5 katına çıkıyor. hesap yaparsak otuz günde hasta sayısı yaklaşık 190 bine varır. diyelim elimizi yıkayarak, karantina uygulayarak, yeterli vitamin ve kalori alarak yayılma oranını 1.2'ye indirdik. bu sefer otuz günde hasta sayısının ulaşacağı sayı 237 olacak. fark ortada.

    19) soru: bu virüs biraz abartılmıyor mu? cevap: kardeşim bir saattir ne anlatıyorum ben? olay virüs değil insanlığın kendisi. belli ki, şu anki insan dağılımı ve davranışları, salgın hastalıkları ve bunun getirdiği krizleri muhtemel kılıyor, kökten değişim şart. hiçbir şey olmasa küresel ısınmayı ve çevre felaketini durdurmak için şart. virüsün öldürücülüğü yüksek değil ama yoğun bakım gerektirme oranı yüksek. sağlık sistemini çökertme tehlikesi var ve bu tehlike de tamamen insanlığın geldiği noktayla alakalı. asgari ücretle yeterli besin alınamazken, iş hayatının yoğunluğundan insanlar yeterince uyuyamazken ve her gün milyarlarca insan işe gitmek için tıkış pıkış seyahat ederken bu virüs, diğer tüm virüsler gibi, tehlikeli.

    20) soru: hangi ürünleri stoklayayım? cevap: kardeşimmmmmm!!!! mesele virüs değil, tek bir insan da değil, mesele tüm insanlık. sen sanayi devriminin yarattığı, iş bölümünün tavan yaptığı bir toplumda yaşıyorsun, bütün toplumun işleyişine bağımlısın. içme suyun dereden değil şebekeden, yediğin ekmek kendi tarlanda yetiştirdiğin buğdaydan ve pişirmek için kullandığın tandırdan değil mahalle fırınından, meyveler kendi topladığın ağaçtan değil pazardan, tükettiğin et ormanda avladığın hayvandan değil kümesten geliyor. kendin için stok yapsan en fazla iki hafta dayanır, ama sen stok yaparsan fırıncıya, kümesçiye, pazarcıya, ürün dağıtımında çalışan işçiye kalmaz veya ürünlerin fiyatı artacağından ulaşılmaz hale gelir. çiftçi pazara meyveyi götünü yıkamadan getirdikten sonra, evinde 50 koli tuvalet kağıdı zulalamışsın neye yarar. asıl korkman gereken bu tedarik zincirinin sekteye uğraması, sen de stokçu panik alışverişiyle bunu çok olası kılıyorsun. serbest piyasanın işlemesi için neden toplu ve çoklu üretimin gerekli olduğunu, ve bunun neden tarım toplumunda olamayacağını anlamışsındır sanırım.

    21) soru: türk milleti olarak biraz fazla tepki vermedik mi? cevap: valla bütün toplumlar aşağı yukarı benzer tepkiler gösteriyor, twitter’de #panicbuying etiketinden takip edebilirsin. hastalık farklı zamanlarda farklı bölgelere yayıldığından zaman çizelgesi değişiyor sadece.

    22) soru: özet olarak? cevap: elinizi yıkayın. mobilitenizi kısın, panik yapmayın, ciddiye alın. en çok da, başkaları ciddiye almazken ciddiye alın. herkes alırken çok ciddiye almanıza gerek yok :).