dün oyunu hdp'ye vermiş, akşamdan beri de mutluluktan ne yapacağını şaşırmış, pazartesi pazartesi sevinçten işe 40 dakika erken gelmiş bir seçmen olarak üzerime düşen vazife. kılıçdaroğlu'na teşekkür ediyorum.
hdp'nin meşruiyetini baltalamadığı, bir de üstüne "hdp'yi mecliste görmek isteriz" dediği için.
hdp mitinglerindeki halka terörist diyenlerin aksine "tüm bu seçimlerde bizi en çok üzen diyarbakır mitinginde patlayan bombalar, canı yanan halkımız olmuştur" dediği için
önseçim yapıp, sarıgül gibi mafyatik tipleri olaysızca siyaset dışı bırakmış olduğu için
sağduyusu için, bizi dinlediği için
türkiye'nin geleceğini, chp'nin oylarından, rakamlardan, yüzdelerden daha önemli bulduğu için
kendisine istifa et diyebilecek şuursuzlara pabuç bırakmadığı, risk aldığı, cesaret gösterdiği için
çizgisini sosyal demokrat bir partiye yakışır şekilde emek eksenine çektiği, tüm partileri asgari ücreti tartışmak zorunda bıraktığı için
en önemlisi de partiyi baykal çizgisinden alıp te buralara kadar getirebildiği için
bu seçimin yıldızı hdp, gizli kahramanı chp olmuştur.
emanet verdiği oylar için de üzülmesin, gerektiğinde o oylar katlanarak kendisine dönecektir.
seymour glass2 profili
-
kemal kılıçdaroğlu'na teşekkür ediyorum
-
selahattin demirtaş
sanki türkiye dört başı mamur bir cennetken pkk kurulmuş ve insanlar ölmeye başlamış gibi davranmak nasıl bir kararlı körlük halidir anlamıyorum. tutup pkk üzerinden hdp eleştirisi yapmak ise ölü sevicilikten başka bir şey değil. seninki evlat da onunki başka bir şey mi? “şehitlerimizi unutmayız”. iyi unutma. onlar da kendi şehitlerini unutmasın. bir 30 bin insan daha ölsün. 2065’te hala şehitleri unutmayız de. onlar da unutmasın. bir 30 bin insan daha ölsün. 2085’te de unutma ama. söz ver bana. barışa yanaşırsan ölümler son bulur çünkü. bir ölü sevici olarak en büyük vazifen ise şehitlerini unutmamak, sivil siyaset yapan partileri terörist ilan etmek ve intikam yeminleri etmektir.
ve bu tavır münferit değil. demode hiç değil. 2015 itibariyle hala çok fazla alıcısı var. hala savaş boyalarını sürünüp klavye başına oturan köşe yazarları var. sayfaları kan kokuyor. sıcak koltuklarında hiç bir bedel ödemedikleri ve ödemeyecekleri savaşlar için müthiş bir kibirle görüş bildiriyorlar. utanmaları, vicdanları, hakkaniyet duyguları yok. okurlarının en ilkel duygularına, en birincil kimliklerine seslenip, şiddet çağrısı yapıyorlar. 1990ların ortasında ruanda’da aynı topraklarda yaşayan iki halktan biri diğeri için radyolarda ne diyordu? böcek…hamam böceği. “başlarını ezin”.
peki bu yazarlar ne yapıyor? her gün köşelerinden hdp mitingine gitmiş halkın ve siyasilerin terörist olduğunu haykırıyor. ne diyor bu sözler aslında?
“onların yeri savaş kampıdır, dağlardır. asker tarafından öldürülmesi gereken düşman mevzileridir!”
kim için diyor bunu? bir siyasi partinin meclise girmesini isteyen halka, taleplerini demokrasi içinde kabul ettirmeye çalışan siyasilere…
bu yazarların, 1994’te ruanda’da radyodan tutsiler için “onlar böcek. bu böceklerin başını ezin!” diyen hutulardan bir farkı var mı? bu anlayış vaktiye iç savaş başlatmıştır. bu anlayış tarihte yaşanmış tüm soykırımların en biricik özüdür.
ve işte aylardır hdp araçlarının, parti iletişim bürolarının kundaklanması, dün iki hdp’linin ölmesi, kaleminden kan damlayan bu utanmaz adamlar yüzündendir. bu cinayetlerde birincil sorumlu bu anlayış ve bu anlayışı her mevkiden utanmadan dile getirenlerdir.
bir siyasi hareketi eleştirebilirsiniz, tutarsız bulabilirsiniz, güven vermeyebilir. yaptıkları ya da yapmadıkları hamleler size rahatsız edebilir. eleştirinizi yapıcı ya da yıkıcı şekillerde ifade edebilirsiniz. bunu yaparken insanlardan sizin gibi düşünmesini de bekleyebilirsiniz. hatta bu hareketi savunanlardan açıklama bekleyebilir, çıkışabilirsiniz. bunların hepsi düşünmeye, sorgulamaya, anlamaya dair. üretken ve kıymetli süreçler.
fakat 30 yıllık ezber kalıplarla, tarih bilmeden, ortaya en ufak bir bilgi ve analiz kırıntısı koymadan, oturduğunuz sıcak koltuğunuzdan salvolarını savuramazsınız. nefret söylemlerinizi ortalığa saçamazsınız. saçarsanız elinize kan bulaşır. o kan da suyla sabunla çıkmaz.
birinci dünya savaşı’nda ve kurtuluş savaşı’nda kürtler ne yaptı mesela biliyor musunuz? lozan barış görüşmelerinde? ya da amasya protokolü ne vaadeder? dindar anadolu halkı ne diye sonunda hilafetin kaldırılacağı bir savaşa katılmıştır?
misal hali hazırda sultanhamid’in merkezi otoritesini götürmek ve doğu topraklarında planladığı pis işlerini yaptırmak üzerine kurdurmuş olduğu hamidiye alayları bütünüyle 1. dünya savaşı içinde yer almıştır. milli eğitim onaylı tarih kitaplarımız ise kürt diye bir şey olmadığı, onlar dağ türkleri olduğu için böyle detayları asla yazmaz. sarıkamış savaşı’nda donarak ölen 60 bin askerin yarıdan fazlası da kürt birliklerinden oluşur.
yine bu alaylar üzerinden merkez ile ilişki kuran kürtler , osmanlı döneminde mütevazi şekilde vergilerini öder, savaş celplerine karşılık verip asker yollar. ve osmanlı çatısı altında diğer halklarla eşit şekilde yaşar, hatta sultanhamid zamanında kurdurulmuş kürt medreselerinde çocuklarına kürtçe eğitim de aldırırlar.
meşhur sivas ve erzurum kongresi’nde de kürtler var. zira padişahı ve hilafeti kurtarmak için yapıldığı söylenen kurtuluş savaşı’na da bu bizim hain kürtler tamamen destek verir.
bu dönemde mustafa kemal aşiret liderlerine ‘efendi hazretlerine’, ‘aga hazretlerine’ diye başladığı mektuplar yazar. bu mektuplar bir yandan kurtuluş savaşı’nı örgütlemeye çalışırken, ermeni “tehdidi”ne karşı birlik çağrısı yapmayı da ihmal etmez: aşiret reisleri “makamı muallayı hilafete ve saltanat’a yapılan tecavüzü def etmeye ve ‘mukaddes vatanı ermeni tasallutundan’ kurtarmaya” çağrılırlar.
1920’de açılan büyük millet meclisi’nde türk milliyetçisi bir milletvekilinin konuşmasının ardından, meclisi sakinleştimek ise ancak mustafa kemal’in şu konuşmayı yapmasıyla mümkün olur: “meclis-i alinizi teskil eden zevat yalnız türk degildir. yalnız kürt, yalnız arap, yalnız laz degildir. fakat hepsinden mürekkep anasırı islamiye’dir. samimi bir mecmuadır. binaenaleyh muhafaza ve müdafaasıyla istigal ettigimiz millet bittabi bir unsurdan ibaret degildir. muhtelif anasırı islamiye’den mürekkeptir. bu mecmuayı teskil eden her bir islam unsur, bizim kardesimiz ve menfaatimiz tamamen müsterek olan vatandaslarımızdır.”
kurtuluş savaşı’nın kazanılmasının ardından başlayan lozan konferansı sırasında ingiltere başbakanı lord curzon’un kürtlere bağımsızlık ya da özerklik verilmesi konusundaki ısrarları ise görüşmelere ara verilmesine sebep olur; kürtlerin (yani aşiret liderlerinin) konferans sekreteryasına telgraf çekerek kürtlerin müslüman kardeşleri türklerle beraber yaşamak istediklerini söylemeleri istenir. bizim hain kürtler onu da yapar. çekilen telgraflardan bir tanesi:
“kürtler bagımsızlıklarını kendilerini yok edecek yabancılara degil kendi ailelerinden olan türklere ve onları temsil eden büyük millet meclisi hükümeti’ne emanet etmistir. sonuç olarak biz kürtler, ingiltere delegasyonu reisi lord curzon’un bizler için fikirler üretmemesini rica eder ve lozan’daki temsil heyetine ve reisi sevgili hemsehrimiz ismet pasa hazretlerine basarılar dileriz. ışte bu çabalardan sonra, lozan barış konferansı ancak tekrar başlar.”
1920’lerin ortalarına doğru ise kürt meselesinde tüm bu gidişat değişir. 1924’te yapılan yeni anayasa yerel yönetimlere ve etnik topluluklara özerklik tanınmasına ilişkin hükümlere yer vermez. dahası 88/1 maddesi ile “türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaslık itibariyle (türk) ıtlak olunur” ibaresi eklenir. böylece kurtuluş savaşı boyunca ve lozan barış görüşmeleri süresince sözü edilen çok ulusluluk tamamen rafa kalkar. saltanat ve hilafet uğruna savaşan kürt aşiretleri ve bölge halkı ise 1922’de saltanat’ın, 1924’te hilafetin kaldırılması üzerine neye uğradıklarını şaşırırlar.
dönemin politikasındaki ani değişimi göstermesi açısından şimdi mizahi paylaşımlarla karşımıza çıkan milli şef ismet inönü’nün 1925 ve 1930 yıllarında yaptığı konuşmalardan iki alıntı aktarmayı gerekli görüyorum:
“vazifemiz türk vatanı içinde bulunanları behemehal türk yapmaktır. türklere ve türkçülüge muhalefet edecek anasırı kesip atacagız. vatana hizmet edeceklerde arayacagımız evsaf her seyden evvel o adamın türk ve türkçü olmasıdır.”
“bu ülkede sadece türk ulusu etnik ve ırksal haklar talep etme hakkına sahiptir. baska hiç kimsenin böyle bir hakkı yoktur.”
dönemin adalet bakanı mahmut esat bozkurt ise 1930’da ödemiş’te sunları söylüyor: “türk bu ülkenin yegane efendisi, yegane sahibidir, saf türk soyundan olmayanların bu memlekette bir tek hakları vardır; hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı. dost ve düsman ve hatta daglar bu hakikati böyle bilsin!”
uzun uzun anlatıp asıl demek istediğim şudur ki, resmi tarih bize doğruları söylemiyor. en iyimser yaklaşımla bazı şeyleri eksik söylüyor. putlaştırılan ulu önderlerin zihindeki varlığı, ilkokul öğretmeninin elinde cetvel “atatürk çocukları çok severdi” diye dikilen hali, trt ana haberde o gün kaç “terörist”in öldürüldüğünü söyleyip sevinmemizi bekleyen 1990’lar spikerinin sesi….
tüm bunlar resmen yeni bilginin önünü tıkıyor. kabız kabız düşünen, kabız kabız konuşan koskoca bir nesil yaratıyor.
1925’lere dönersek… tüm bunlar kürtlerin yaşadığı coğrafyada bekleneceği üzere bir şaşkınlık ve isyan dalgası yaratır. 1925 şeyh sait ayaklanması, 1926-1936 ağrı- zilan direnis hareketi, 1920 ler boyunca süren koçgiri olayı ve 1937 dersim ayaklanması…
peki tüm bu ayaklanmalar nasıl bastırıldı? toplu kıyımlar, meşhur kadın savaş pilotumuzun attığı bombalar… takrir-i sükun kanunu çıkarılarak susturulan bir istanbul basını. mecburi iskan kanunu çıkarılarak topraklarından sürülüp, batıdaki illere dağıtılan aileler, istiklal mahkemeleri’nde alelacele infaz edilen kürt aydınları, muhalif türk aydınları, önde gelen aşiret ağaları, dini önderler… velhasılı, türkçü, tekçi, merkeziyetçi ve laik rejime karşı kim varsa.
sürgünler tamamlandıktan sonra, doğu illeri yıllar boyu umumi müfettişlikler tarafından yönetilir. bölge yasak ilan edilir ve kültürel, turistik, siyasi faaliyetlere kapatılır. bölgede incelemeler yapmak tümüyle yasaktır. resmi raporlarda sadece kışla ve karakol yapımı için adı geçen bu şehirlerde liseler de kapatılır ve eğitim asgari düzeye indirilir.
işte tüm bu gelişmeler yaşanırken, kürtlerin ne yapmasını umuyordunuz? birdenbire ikinci sınıf ilan edilmiş, dilleri yasaklanmış, topraklarından sürülmüş, şoven bir yönetimin altına alınmış bir halktan ne bekliyorsunuz? ne mutlu türküm diyene diyerek, sürüldüğü toprakta, bilmediği bir dilde, topraksız ve yabancı bir şekilde yaşamaya çalışıp mümkün mertebe türk olmaya çalışmasını mı? ne var ki olan tam da bu… çok partili döneme geçene kadar yaşanan şey tam bir ölüm sessizliği.
demokrat parti iktidarıyla ise işler yeniden değişir. kaldırılan mecburi iskan’la birlikte kürtler bölgeye dönmeye ve devletle uzlaşmaya başlar. dp, amerika ile işbirliğine girmesi karşılığında almaya hak kazandığı marshall yardımı sayesinde doğu illerinde tarımda ilerleme yaratır. ne var ki, traktörleri, zararlılarla mücadele ilaçları sayesinde tarımda çalışan köylüye ihtiyaç azalır ve şehirlere göç başlar.
ağalar ise devletten gelen tarım kredileri ile birlikte düzene bağlı yeni bir sınıfa dönüşür.
bu ağa-devlet ittifakının bir sonucu olarak da toprak reformu tamamen gündemden çıkmış olur.
1950 itibariyle bölgede yeniden okullar da açılmaya başlanır ve eğitimine devam ederek büyük şehirlere gelen kürt gençlerinde bir artış gerçekleşir. bu gençler devlet-ağa ittifakından azade ve eğitimli, özgür düşünen gençlerdir.
bu gençlerin ilk önemli tepkisi 49’lar hareketi ile olur. 1959 yılında chp vekili asım eren, ırak’ta kürtlerce öldürüldüğü söylenen türkmenler için intikam konuşması yaptığında kürt gençleri chp genel merkezi’ne telgraflar çekerek durumu kınarlar. bunun üzerine 50 kürt aydını ve üniversite öğrencisi tutuklanarak cezaevine konulur. 14 ay tutuklu kaldıktan sonra salınsalar da, gözaltında 1 kişi ölür. (49’lar adı da buradan gelir)
cezaevinde geçirilen aylar, bu grubu politize eder ve tahliyeden sonra çoğu sol oluşumlar içinde yer almaya başlar. 1960’larda kürt aydınları hala bağımsız bir hareket oluşturamamış durumda bulunurlar ve ağırlıklı olarak tip ve fkf içinde örgütlenirler. bu iki örgütten kopan bazı sol görüşlü türk gençler ise demokratik devrim tezi’ni benimseyerek dev-genç’te örgütlenir. demokratik devrim tezi, ordunun içindeki solcu bir kadronun darbe yapmasını devrime giden yol olarak gördüğü için kürt gençler bu harekete geçmiş tecrübelerinin doğal bir sonucu olarak mesafeli yaklaşır ve içinde yer almaz. devrimci dogu kültür ocakları kurulana kadar da tip ve fkf içinde kalmaya devam ederler.
12 mart 1971 darbesiyle beraber soldaki tüm örgütler tasfiye edildiğinde işkence dolu bir cezaevi süreci başlar. (çayan demirel’in 5 no’lu cezaevi belgeseli merak edenler için önerilir). işte pkk da böyle bir dönemde kurulur.
1960 anayasasının getirdiği özgürlükçü ortam, sosyalist fikirler, özgürlük... türk solu ile girilen bir dava ortaklığı. sonra yol ayrımı. kendi otonom örgütünü kurmak. sonra yeniden darbeyle tanışmak ve işkenceler… insanlık onurunu ayaklar altına bir cezaevi süreci. gözaltı kayıpları…
”cezaevi işkencesi” yazarken iki kelime. peki yaşarken? aylarca insanlığınızı unutturacak dayaklara, falakalara, tacizlere, coplara maruz kalırken? zorla dışkı yedirilirken? cezaevi müdürünün köpeğinin klübesinde aylarca yaşamaya zorlanırken? saatlerce dayak yiyip bayılmak üzereyken istiklal marşı’nı okumanız istenirken? intihar etmeye çalışıp, ip bulamazken? bunun artık bir son bulması için bu kez işkence odasından canlı çıkamamayı dilerken?
diyarbakır cezaevi’nde sağ çıkmayı başaranların pkk’ya katılmasına şaşıralım mı şimdi? ya da onların kardeşlerinin? babası işkence görmüş yetişkin bir çocuğun? annesine nasıl işkence edildiği zorla izletilmiş bir çocuğun?
işin kısası bu silahlı örgüt içinde yer alanların kendi halkının onuru için silahlı mücadeleyi seçtiğini, pkk karşıtı kürtlerin varlığını da teslim etmekle birlikte, çoğu destekçisi için pkk’nın onlar adına savaşmayı göze alan cesur insanlar anlamına geldiğini söylemeye çalışıyorum. ve bunun anlaşılması zor bir şey olmasına şaşıyorum.
kuruluşu şu sebepten, yok apo aslında bilmem hangi odağın adamı, aslında emperyal güçler kurduruyor ve şunu amaçlıyor gibi açıklamaların önemsizliğini, bunu sorgulamanın beyhudeliğini, bizi asıl ilgilendirmesi gerekenin bu insanların neden dağa çıkmayı çıkar yol bulduklarını anlamak olduğunu söylüyorum. bu savaşa tarihsel acılarla ve kıyımlarla taraf olmuş, pkk’yı ve onun kurucusunu kahraman bellemiş kürtlerin sebepsiz olmadığını anlatmaya çalışıyorum. barışa, ancak, egemen ulusun da o sebepleri öğrenmek istemesi ve vicdanını açık tutmasıyla ulaşabiliriz diyorum.
vaktiyle bülent arınç’ın bile gülten kışanak’ı kastederek “o bdp’li kadının yerinde ben olsam, dağa çıkardım” diyerek insafa geldiğini hatırlatıp, arınç’taki vicdan ve muhakeme sizden daha mı fazla acaba diye sormak istiyorum.
peki bugün elimizde ne var? tamamı meşru bir dizi talebi dile getiren siyasi bir parti. anadilde eğitim, eşitlikçi anayasa, hakikat komisyonları kurulması, faili meçhullerin aydınlatılması, yerinden yönetimlerin güçlendirilmesi –yani güneydoğu’ya ayrılan paranın bölge halkına yapılan zulmün sembolü olmuş karakol ve kalekol yapımı için değil güneydoğu halkı için kullanılması, istanbul’un göbeğine yapılacak avm’nin ankara’dan belirlenmemesi, gezi parkı park olarak kalsın diyen istanbullunun istanbul’da sözünün geçmesi, antalya’daki sit alanının türgev’e en iyi bağışı yapana peşkeş çekilmemesi- gibi talepleri dile getiren siyasi bir parti.
öncesinde hep, dep, hadep, dtp, bdp. kapatılmış, isim değiştirmek zorunda kalmış, örgüt bağlantısı başına bela olmuş bir sürü siyasi parti. peki ne istiyorsunuz? girmesinler mi meclise? savaşmaya mı başlayalım yeniden? adaleti tesis etmeden ve bu insanların sesini duyurmasını engelleyerek nereye varmayı umuyorsunuz?
türkiyelileşmeye çalışan, seni başkan yaptırmayacağız cümlesi neredeyse ana seçim vaadi olmuş, kadın hakları ve lgbt hakları bizim derdimizdir diyen, sol oylara göz koymuş ve elde etmesi halinde o yöne doğru daha da evrilmek zorunda kalacak, bunların hiç birini beceremeyip sadece kürt meselesini demokratik yollarla çözse bile türkiye halklarına çok kıymetli bir barış getirecek bir siyasi partiyi neden tek kelimenizle kestirip atıyorsunuz? hdp=pkk. hdp= terörist. bunları diyince siz bir çözüm mü sunuyorsunuz? allahaşkına bu dertler nasıl çözülsün istiyorsunuz?
hdp’nin talepleri yıllar yılı bu halkın çektiği eziyetin ilacıdır. bu taleplere (ya da seçim vaatlerine) bir de o gözle bakın. örneğin hakikat komisyonları kurulması bu halkın içindeki adalet duygusunun yeniden oluşması için ne anlam taşıyor hissedebiliyor musunuz? eşitlikçi anayasa derken ne kastediliyor, anadilde eğitim neden bu kada önemli düşünüyor musunuz? siz hiç annenizin babanızın bilmediği ve 7 yaşına kadar duymadığınız bir dili dayak yiye yiye öğrenmek zorunda kaldınız mı? bir dili anlamadığınız ve sorulara cevap veremediğiniz için öğretmeniniz kulağınızı kopardı mı? arkadaşlarınız dayak yedi mi peki? siz bütün sınıf hiç dayak yediniz mi? peki siz bütün bir köy hiç dayak yediniz mi? köyünüzü basan jandarma herkesi köy meydanına toplayıp, meydan dayağı atıp sonra köyün erkeklerini alıp götürdü mü? bunlar benim başıma hiç gelmedi. ben başım okşana okşana okullarımı okudum, okumayı en birinci söktüm, kırmızı kurdelalar taktım, bağıra bağıra andımızı okudum. hayır bunlar benim başıma hiç gelmedi…
bakın elimde bir rapor. heinrich böll stiftung derneği ve diyarbakır siyasal ve sosyal araştırmalar enstitüsü hazırlamış. mayıs 2013 tarihli. şu satırlar dikkatimi çekiyor:
8 yaşındaki ahmet, 1997 yılında hakkari çukurca köprülü köyü sağlık
ocağı bahçesinde oyun oynarken bir cisim buldu. alıp eve getirdi.
iki kardeşiyle birlikte, yaşadıkları evde cismi kurcalamaya başladı. cisim
patladı. kardeşi mehmet öldü. ahmet bir kolunu, bir bacağını ve
diğer kolunun parmaklarını kaybetti. diğer kardeşi de ağır yaralandı.
2 yaşındaki mehmet 2009 yılında cizre merkezde bulunan evinin
önünde bulduğu patlamamış bir çatışma atığıyla oynarken öldü.
29 yaşındaki kemal, cizre’de seyahat ederken mayınla karşılaştı ve
bir bacağını kaybetti.
17 yaşındaki nizar, 2012 yılında lise öğrencisiyken cizre şenoba köyü
çevresinde odun toplarken mayına bastı ve öldü.
13 yaşındaki abit, 2012 yılında cizre sirt yaylasında hayvan otlatırken
mayına basarak yaralandı.
10 yaşındaki zana, 2012 yılında ailesiyle gittiği cizre aşağıkonak yaylası’nda
patlamamış bir çatışma atığıyla oynarken yaralandı.
2012 yılında ağrı’nın doğubayazıt ilçesi kızılkaya köyü’nde yaşayan
hüsnü yıldız, koyunlarını otlatmak için köyün dışına çıktı. hüsnü mayına
bastı ve öldü. yanında bulunan yeğeni ali sökmen yaralandı.
tbmm insan hakları komisyonu’nun 1994 yılında hazırladığı raporda güneydoğu’da 3848 köy ve yerleşim biriminin boşaltıldığı ve 1,5 milyon insanın göç etmek zorunda kaldığı, buna karşın yine aynı yıl çıkarılan “köye dönüş yasası” uyarınca zorunlu göçe tabi olan insanların köylerinin etrafı mayınlarla döşeli olduğu için evlerine dönemediği belirtiliyor. yine aynı raporda, 1987-2002 yılları arasında ilan edilen ohal uyarınca bu dönemde bu bölgede toplam 39.000 mayın döşendiği ifade ediliyor.
bunlar mesela…bu rakamlar sizin gündelik yaşamınızda herhangi bir karşılık buluyor mu? sokakta bulup, oyuncak sanıp oynadığı bir cismin patlamasıyla ölen çocukların dünyası size tanıdık geliyor mu? bana hiç gelmiyor. onlara niye gelsin? normalleşme şimdi değilse ne zaman? hdp ile değilse kiminle?
debe editi: #onubaskanyaptirmayacagiz. güzel bir 8 haziran'a uyanmak umuduyla.