koğuşun karanlık köşesindeki bir ranzanın üst katında uzanmış, ayaklarım katlanmış yorganın üstünde tıpkı benim gibi manga komutanı olan 375 kısa dönem arkadaşım bayram'ın kafasına değdi değecek. ters uzanmış yatağında. whatsapp ile google çeviri arasında mekik dokuyor, sanırım yabancı bir hatunla konuşuyor, saçları kızıl, tam seçemiyorum, gözüm kayıp duruyor.
altımda yatan, badim ali. o da benim gibi kısa dönem. nişanlı. günün on saatini telefonla konuşarak geçiriyor, eli kulağında müezzin gibi dolanıyor her eğitim dışı mola zamanlarında. yurt dışına dil eğitimi için gitmek istemiş ancak bir yıl geçmesine rağmen parayı denkleştiremediği için çıkamamış ve askere gelmiş (bu arada nişan için 20 000 tl [yirmi bin lira] harcamış). askerden döndüğünde tekrardan deneyecek misin yurt dışını soruma, "nişan bekletilmez badi" diyor. ben de ona "ah ali" diyorum içimden.
yan ranzanın üstünde, komşum berdan. diyarbakırlı. yarın sabah gidiyor bu eğitim tugayından, çekmiş sivilleri üstüne. demirle yatak arasına sıkıştırdığı şaşalın içinde akşam içtiğimiz kola var. dolabına ben yerleştim, onunki koğuşun içindeydi, benimki koridorda, "komutanım" dedi, "bu akşam boşaltıyorum" dedi, "siz geçin bu dolaba" dedi. kabul ettim, dolabımı taşırken gillette mach 3, (usturaya izin yok) sol baş parmağımın üstünde yanal kayıverdi, şu an sızıyor, klavyenin soluna her basışımda ince bir elektriklenme hissediyorum. sol baş parmağımı kullandığım harfler, aralarına virgül koyma zahmetine katlanmadan: asdfgertyzxcv.
daha derin bir sızıyı, bundan iki hafta önce hissetmiştim. adı ökkeş, düz adım atamıyormuş, attığında sağ ayak bileğindeki kemiklerin arasına et sıkışıyormuş dediğine göre. komutan düz bas demiş, ökkeş gururuna yedirememiş, ayağım sakat demek yerine düz basmış. ayağının sakatlandığı gün tanıştım ökkeş'le, onu hep sol ayağının üstünde sekerken gördüm buradan terhis olana değin. neden bu ayakla askere geldiğini sorduğumda, tam anlayamadığım yuvarlak yanıtlar verse de sözün özünde, askerliğini yapmayanı erkekten saymıyorlar bizim orada, anlayışı olduğunu hissettim. daha önce çobanlık yaparken başına gelmiş kemiğim arasına et sıkışması, bir gece kalmış yabanda, ağlamış. "abi" diyordu, ayağının sakatlanmasının ardından birkaç dakika geçince ilk konuşmamızda, "şu an utanmasam ağlardım" (iki üç kez daha tekrarladı aynı sözü dertleşmemiz esnasında). dedim, milleti siktir et, git al çürüğünü. bana karşı gelmemek için kafasını sallasa da 1 hafta sonra sağlam raporu aldığını öğrendim kendisinden, mutluydu tek ayağının üstünde durup tuvalet kapısının yanında murattı'sını içip bir yandan benimle konuşurken. usta birliğine katılalı bir hafta olmuştur. o bilekle ne yapıyordur acaba? öyle bir bilek olmamalı, görmemeliydim.
berdan'ın yatak ile ranza iskeleti arasına sıkıştırdığı su şaşalı içindeki kolaya geri dönelim. her zamanki gibi akşam yemeği, spor ve banyo üçlemesini geride bırakmış, şu anda, bulunduğum konumda, yatağımda yatıp kitabımı okurken, enes ve arkadaşları geldi. "abi bu akşam kitap okumak yok, itiraz istemeyiz" dediler. aralarında benim kitaplarımı ödünç okuyanlar ve çarşıdan benim aracılığımla kitap ısmarlatanlar da vardı. acemilerden birinin çocuğu doğmuş, dışarıda çardakta kola içip baklava yiyecekmişiz. indik çardağa. akşam karanlığında bir tuhaf geldi askerler. hepsi devre kaybıydı. birkaçı, beyoğlu'nun arka sokaklarında bir ters bakışımla başıma iş açabilecek insanlardı (bu düşünce dilerim abartıdır, kuruntudur). ilk günler nasıl da takmazlardı beni çardaktakiler, komutandan saymazlardı. acemi olmanın korkusuyla, mış gibi yaparlardı. karşılarında temiz yüzlü, aldığı eğitimi belli eden, beyaz türk prototipinde bir lavuk vardı fakat bir yanıyla bu lavuk onlara da benziyordu sanki, aba altından sopa gösterir bir hali vardı.
onlara ilk önce "saygı" denen şeyi gösterdim. afalladılar. onlara göre saygı, birinin karşında eğilip bükülmesiydi, eyvallah etmesiydi. sonra onlara saygıyı öğrettim eğitim alanında. sağa, sola, geriye dönmek, tekmil vermek, uygun adım yürümek eğitimlerinin ardında yatanın itaat değil, saygı olduğunu öğrettim onlara. diğer komutanlarla iletişime geçtiklerinde kendilerin emin, dik durmalarını, bükülmemelerini, komutanın gözlerinin içine bakmalarını, gür bir şekilde tekmil verip dertlerini doğrudan anlatmalarını söyledim, böyle ciddiye alınırsınız, dedim, böyle size saygı duyarlar, dedim, önce saygı göstermelisiniz, dedim, saygınlık sonra gelir, dedim. gittikleri usta birliklerinde şoför, yazıcı gibi konumlara saygı olmadan gelemeyeceklerini, benzer durumun sivilde de olduğunu söyledim (sonuncusunda biraz yalan söylemiş olabilirim).
sonuç: diğer birliklerin arasında parlayan bir takım. koridorda, orada burada gülen gözler, şakayla karışık bana kep selamı vermeler. iki haftada "saygı" kavramını ucundan kavramak.
kolayı almışlar fakat bardak almamışlar. baklavaya gömüldüler. sularını içip, şaşalların içine kolaları doldurdular. baba olan erin adını anımsayamadım, çocuğununki regaip'miş. hayır, regaip gecesinde doğmamış. herkes tebrik etti kendisini.
masadaki herkes gülüyordu, kıllı tüylü adamlar gitmeye yakın olduklarından duygusaldılar. onlara göstermediğim şeyi, sevgiyi gösteriyorlardı bana şaka yoluyla takılarak. fakat ben gösteremiyordum pek. ne zordur sevgi göstermek, oysa o zaman yatağıma uzanıp bir şeyler okumak daha kolaydı, hayatın böyle beceremediğin basitliklerle geçecek oğlum utku, aklını sikeyim senin. burada sigarayı bıraktım ancak günlük iki paket küfrü eksik etmez oldum.
elbette burada anlatılan pembe tablo bozulacak ileride. usta birliklerine gittiklerinde onlar, zorbalaşacaklar, kendilerinden zayıf olanı ezecekler, yasak olanı yapacaklar, gücünün yettiği üstlerini takmayacaklar, yetmediklerinin karşısında eğilecekler, eziyet edecekler birbirlerine, sivil de farklı olmayacak. benimle geçirdikleri iki hafta, azınlıkta nadiren hatırlanan iyi birer anı olarak kalacakken çoğunluğunda silinecek, hatırlansa da adamdan sayılamamanın siniriyle bir "siktir" ile yitecek.
kola ve baklavayı sevmiyordum zaten, yiyip içmedim. koğuşa geçtim. kitabı elime almak istemedim bu sefer, günlüğü de. telefonu çıkardım dolaptan. uzun zamandır girmiyordum ekşi'ye. biraz mies okumak istedim fakat yazarlığını uçurmuş. koğuşun karanlık köşesindeki bir ranzanın üst katında uzanmış, ayaklarım katlanmış yorganın üstünde tıpkı benim gibi manga komutanı olan 375 kısa dönem arkadaşım bayram'ın kafasına değdi değecekken şu an içinde bulunduğum başlığı gördüm.
benim bir garip dünyamın küçük bir köşesinde bunlar gerçekleşiyor, zaman akıyor, zaman geçiyor; zaman, uygun adım yürüyor. bayram çoktan uyumuş. ali yatağında, telefonu şarjda. ökkeş kim bilir ne halde. berdan'ın kolası, bu karanlıkta, o siyahlığına rağmen parlayabiliyor.
francis underwood2 profili
-
an itibarıyla yazarların nerede olup ne yaptığı
-
hayvanların dişlerinin çürümemesi
tarım devrimi'nden önce insan dişleri şimdikinden daha sağlıklıydı, çürükler pek az görülürdü. bunun pek çok sebebi var;
1. tarım öncesi avcı-toplayıcı toplumlarında yemek yemek zahmet isteyen bir işti. şimdikine oranla yiyecekleri daha çok çiğnemek gerekliydi. bu durum dişlerin daha çok kullanımına sebep oluyordu, işleyen demir paslanmaz derler.
2. doğal seçilim: enfeksiyon, iltihaplanma büyük dert idi. o devirlerde bildiğiniz üzere antibiyotikler yoktu. enfeksiyon, ölüm demekti.
3. şeker bombardımanı: sanayi devrimi'yle birlikte avcı-toplayıcılardan kat kat fazla şeker tüketmeye başladık. (insanların çikolata, nutella gibi yiyecekleri hızlıca tüketmelerinin arkasında avcı-toplayıcı insanların şekere ulaşımı az olduğu için bir anda çok yeme tepkilerinin olduğu düşünülmekte)
4. paketleme yöntemlerinin gelişmesi ve buzdolaplarıyla birlikte işlenmiş, hazır gıdalar hayatımıza girdi. bolca kimyasal demekti. dişlerimiz, pek çok bakteriye elverişli yuva hazırlayan kimyasallarla baş etmekte zorlandılar.
sonuç olarak dişlerimiz tarım ve sanayi devrimi'le hayatımıza giren bu ögelere yeterince uyum sağlayamadı, çoğumuz diş çürükleriyle uğraşmak durumunda kaldık. bu olayı evcil hayvanlara ve sokaklarda çöp poşetlerini eşinen hayvanlara da uyarlayabilirsiniz; onlar da kimyasallarla, sahte kemiklerle birlikte çürüklere maruz kaldılar.
daha detaylı bilgi için daniel e. lieberman'ın insan vücudunun öyküsü kitabını okuyun. harikuladedir.