okulun sonlarına doğru, müdürün bahçede konuşma yaptığı sırada, seni rahatsız eden çocuğu komalık ettiğim için bir hafta konuşmamıştın benimle. müdür yardımcıları ve öğretmenler girmişti araya ayırmak için, yoksa sana yemin ederim bırakmaya niyetim yoktu, seni itip kakmasına, kötü davranmasına dayanamıyordum. ben, iki hafta uzaklaştırma almıştım okuldan, sen o çocuğu savunmuştun, itmiştin beni, hatta o anlık sinirle midir bilinmez, gözlerinden de yaş gelmişti.
sonra aradan biraz zaman geçti, karne günü gelip çattı, benim dokuz tane zayıfım vardı, çift dikiş olduğum için okuldan atılmıştım. sen ise başarılı bir şekilde geçmiştin ikinci sınıfa, ha duydum ki seni rahatsız eden çocuk da geçmiş, hatta sevgili olmuşsunuz. bunlar çok önemli detaylar değil, aklı başında biriydin sen, takmıyorum o yüzden.
on altı yaşımda ilk iş deneyimimi yaşamak zorunda kaldım, aynı zamanda liseye de açıktan devam etmek. bir pizzacıda çalıştım yaklaşık dört ay kadar, gecesi gündüzü yoktu, yaklaşık on, on bir saat çalışıyordum, itilip kakılıyor, paraya da ihtiyacım olduğundan sesimi çıkartamıyordum. az buçuk biriktirdim bir şeyler, sonra o parayla doğru dershanenin yolunu tuttum, işten çıkarmıyorlardı beni biliyor musun? babam zorla çıkardı işten, o kadar da sıkı çalışıyordum.
sonra farklı bir işe girdim, bir öncekinden daha rahat, ama yine de zor. haftaiçleri işe, haftasonları ise dershaneye gitmek zorundaydım, bir de sabahın sekizindeydi dersler, aynı lisedeki gibi. lise hayatı boyunca bir kere defter açmayan ben, deli gibi ders çalışıyordum, deli gibi okuyordum, inanır mısın, bir şeyler karalamaya bile başlamıştım o yaşlarda, hala durur köşede bir yerde defterlerim.
bir gün işten izin alıp, okula, arkadaşlarımı görmeye gelmiştim. lise ortamını özlemiştim gerçekten, o zamanlar bizim tek yaptığımız, dersi kaynatıp, arkada iskambil kağıtlarıyla oyun oynamak, ya da kadro oluşturmaktı. okul kapısında beklerken sen çıktın karşıma, yanında da o çocuk vardı, beni görünce birden bıraktın elini, yerinde durdun, sonra bir nefes alıp, yanıma geldin, gülümsedim sana, gülümsedik birbirimize. elini uzattın, sade, soğuk bir selamlaşmaydı. o çocuk ise seni ilk gördüğüm yerde kalmıştı, bana üniversite hayallerinden bahsettin, bunların hepsini yapabileceğini söyledim sana, gitmeden önce de sevgilin, bana, sen ise hayatının sonuna kadar çalışmak zorunda kalacaksın demişti. sesini çıkaramamıştın, olsun önemli değildi. seni görmek bile yetmişti o gün.
seni görmemden iki ay kadar sonra ingilizce kursuna yazıldım, işten çıkıyor, kursa gidiyor, eve gelene kadar minibüste işlediklerimizi tekrar ediyor, eve geldikten sonra ders çalışıyor, gece on iki bir gibi uyuyordum. haftasonları ise dershaneye gidiyordum, yaklaşık bir sene boyunca hiçbir sosyal hayatım yoktu, hep böyle devam etti. dershane işe yaramıştı ama, açıköğretim sınavlarından hep yüsek not alıyordum, o zamanlar kredi 30'du, yirmi sekiz alıyordum, otuz alıyordum, yirmi beş alıyordum.
böyle böyle açıköğretimi iki senede bitirip, yaşıtlarımla aynı sene üniversite sınavlarına girecektim. öyle de oldu, üniversite sınavına aynı zamanda girdik, yetişmiştim size ve tesadüf müdür bilmiyorum, aynı okulda o çocuk da vardı, beni görünce gözleri büyümüştü, nasıl olur ya der gibi bakıyordu, oluyordu ama, olmuştu. sonuçlar açıklandığında hayatımda ilk defa bu kadar çok ağladığımı hatırlıyorum, kazanmıştım istediğim bölümü, hem de yüzde yüz burslu, istediğim üniversitede. benim için hala rüya gibidir.
başarmıştım, uykusuz gecelerin, çok çalışmaktan altmış beş kiloya kadar düşmemin, hatta hiç doğru dürüst arkadaş edinememiş olmanın hepsini geride bırakacaktım artık. heyecanımı ilk seninle paylaşmak istedim, seni aradağımda sesin solgun geliyordu, kazanamamıştın, eski sevgilin de kazanamamıştı, eski sevgilin diyorum çünkü ben okula arkadaşlarımı görmeye geldikten birkaç hafta sonra seni aldatmış, ayrılmışsınız. oysa sana her şeyin daha iyisini hak ediyorsun diye okulun başında göstermiştim, sağlık olsun.
bu sene, üniversitede son senem ve geçen dönem dört ortalama ile okul birincisiyken, bir konferans verdiler, ben de bir konuşma yaptım yaklaşık beş yüz kişi önünde, ancak konuşma yaptığım sırada orta sıralardan biri gözüme ilişti, bu, lisede sana kötü davrandığı için komalık ettiğim, iki hafta uzaklaştırma aldığım, bana hayatının sonuna kadar çalışmak zorunda kalacaksın diyen eski sevgilindi.
hiçbir şey söylemedim, hiçbir şey demedim. konferansın sonunda sadece uzaktan gözlerinin içine bakarak tebessüm ettim, her yer alkış kıyametti, ben ona bakıp, sadece gülümsedim.
hayat önünüze engeller çıkarır ve o saatten sonra pes edip hayatın önünüze çıkardığı engelleri kaldırmaya uğraşmadan sıradan bir hayatı yaşamayı kabul ederseniz, bu sizin tercihinizdir, ancak önünüze çıkan her engeli tek tek aşıp, yorulmadan, eskisinden daha güçlü olmak isterseniz de, bu da sizin tercihinizdir.
bana ikincisini seçtirdiğin için teşekkür ederim.
avegro8 profili
-
ekşi itiraf
-
ekşi itiraf
birini tanırsın, aradan zaman geçer en ince ayrıtınsına kadar öğrenirsin nasıl bir yaşantısı olduğunu. sevdiği şeyleri görür, canını sıkan şeylere dert yanarsın. tanırsın, tanıdığını sanarsın. seni yarı yolda bırakmayacağını düşünürsün, birbirinize de güvenirsiniz. ancak sonra bir gün, ortada hiçbir şey yokken üstelik, sen yorgun argın eve gittiğin sırada odanın bir köşesinde kafatasında bir mermi ile yerde yatar vaziyette görürsün, her yer kan revan içindedir, oysa bu olaylar olmadan bir gün önce siz şen şakraksınızdır.
yani demem o ki, siz birini ne kadar tanıdığınızı düşünürseniz düşünün, aslında bildikleriniz sadece onun anlattıkları kadardır. o insanın zihninin içinde nelerle savaştığını, nelerle uğraştığını hiçbir zaman bilemezsiniz.
bu yüzden birini tanıdığını sanmak mümkünken, tanımak imkansızdır. -
ekrem imamoğlu'nun psikolojik üstünlüğü kaybetmesi
binali yıldırım'ın seçimi kaybedecek olması kadar önemli değildir.
-
ekşi itiraf
sekizinci sınıfın sonlarına doğruydu.
hatırlarsınız o dönemleri, sekizinci sınıf olduğunuz için kimsenin okulda size kolay kolay karışamayacağını bilirsiniz. krallar gibi hissedersiniz kendinizi. ben de o zamanlar okul takımı kaptanıyım, okulun neredeyse hepsini tanıyorum bu vesile ile, hoş, seviliyoruz da az çok.
malik hoca vardı bizim okulda, inkılap tarihi hocası. iyi niyetliydi, kimseyi sınıfta bırakmazdı, arkadaş gibiydi bizimle, karıncayı bile incitmeyeceğini bilirdin. her okulda böyle bir hoca vardır ve insan böyle bir hocaya sahip olduğunu bildiğinde, kendini şanslı hissetmekten alıkoyamaz.
bir gün, yanlış yaptılar malik hocaya. onun dersinde iki çocuk kavgaya tutuştu, ayırmak istedi hemen, girdi aralarına. ancak dayak yiyen çocuk, korkudan suçu malik hocaya attı, gözü de mosmor olmuştu çocuğun, ama malik hoca yapmamıştı. soruşturma açıldı öğretmen hakkında, açığa aldılar, okulun önü gazetecilerle, kameramanlarla, muhabirlerle doldu. bir hafta boyunca polis kapının önünden ayrılmadı. okulun kapanmasına da çok az bir süre kalmıştı zaten, beden eğitimi öğretmeni giriyordu artık malik hocanın derslerine. nedendir bilinmez, kimse de gitmiyordu okuldan, sınıflar neredeyse hemen hemen her gün doluydu.
bir gün dayanamadım, topladım bizim ekibi. bizim ekip dediğim, dört kişiydik. zafer, ben, ali ve kürşat. kürşat'ı ayırmışlardı bizden senenin başında, arka dörtlüyü dağıtmışlardı. bir şeyler yapmak lazımdı malik hoca için, haksız yere bir öğretmenin, işini gerçekten iyi yapan bir öğretmenin hayatı ile oynanıyordu. dayak yiyen çocuk da o olaydan sonra gelmiyordu artık okula, yalanlarla bırakmıştı okulu. ve ona inanan gazeteciler topluluğuyla.
örgütledim okulu, ama nasıl örgütledim, tek tek gezdik sınıfları. sanki herkes bu anı bekliyormuş gibi kabul etti. derslere girmemeye başladık, okulun etrafında malik hoca adına sloganlar ata ata, bağıra bağıra yürüdük. avazımız çıktığı kadar bağırdık. kapının önünde her gün okulu, öğretmeni karalamak için yapılan haberler bu sefer bizim attığımız sloganlar için yapılıyordu. bir allah'ın kulu da derse girmiyordu, sekizinci sınıfız daha, okul bahçesinde arkamda belki de beş yüz kişi var, ciğerlerimiz patlayana kadar bunun yanlış olduğunu bağırıyoruz. müdür, müdür yardımcıları anons yapıyor, bizi korkutmaya çalışıyorlar ama biz o kadar güzel kenetlenmiştik ki, onlar da pes etti bir süre sonra. kürşat, bir megafon getirmişti, polisti babası, gizli gizli almıştı arabasından, daha sonra ona çok pis patlayacağını bildiği halde almıştı. atatürk büstünün önünde bir konuşma yaptık bir haftanın sonunda o megafonla, bir hafta boyunca her gün okula gelip, hiçbir derse girmedik malik hoca için. her gün bağırdık. hayatımın ilk haksızlığa karşı dik duruşuydu.
kararlıydı herkes, hani bir futbol maçında takımın geride olduğunu görürsün ama yine de maçı kanazacağını hissedersin ya, sonra da takımın maçı kazanır, öyle bir inanç vardı herkeste. bu yüzden malik hoca gelene kadar kimse girmeyecekti derslere. rüya gibiydi. hiçbir şeyden korkmuyorduk, okuldan atılmaktan, yok yazılmaktan, tek istediğimiz, adaletin yerini bulmasıydı. bulacaktı da. gazeteciler yavaş yavaş olayın aslını öğrenmeye başlıyordu, soruşturma süreci de olayın aşırı büyümesinden dolayı sanıldığından daha hızlı ilerliyordu, açıklanmak üzereydi, yapılan röportajlar, dayak yiyen çocuğun olayın büyümesi ile baskı altında kalması, korkması, bize adaletin yerine geleceğini gösteriyordu.
ikinci haftanın başında, artık veliler de kapının önündeydi. kimilerinin ki kızıyor, kimilerinin ki ise destekliyordu çocuklarını. kızlı-erkekli bağıra bağıra dönüyorduk okulun etrafında, döve döve çocuklarını götürmek isteyenler oldu içlerinden, yerlerde sürüklendi çocukları gitmemek için. ne gözyaşları döküldü. o kadar çok seviyorduk malik hocayı, onun içindi her şey. veliler de kabullendi bir süre sonra, hatta bize destek verenler daha da çoğalmıştı artık. biliyorlardı çünkü malik hocayı. onun öyle bir şey yapmayacağını, yapamayacağını bizden iyi biliyorlardı.
cuma günü ikinci haftanın sonunda, okul bahçesinde, sıranın üstüne çıkıp pes etmememiz gerektiğini söyleyeceğim sırada, bir anons geldi. "çocuklar!" diye. bahçede inanılmaz bir sessizlik oldu, megafonu indirip, gelecek cümleyi bekledim.
"malik öğretmen, okulumuza geri dönecek! malik öğretmen okulumuza geri dönecek! hakkında yapılan suç duyurusu asılsız çıktı. r.a isimli arkadaşınız malik öğretmenin suçsuz olduğunu itiraf etti. malik öğretmen geri dönecek!" aynen, ama aynen böyle söyledi, okul bahçesi yıkılıyordu müdürün anonsundan sonra sevinçten, küçük çaplı bir deprem etkisi bile yaratmış olabiliriz. herkes o an nasıl sarılıyor birbirine ama, herkes nasıl mutlu anlatamam. biz kazanmıştık.
bir an önce pazartesi günü gelip çatsın diye dua ediyordu herkes, kazanmıştık. adalet kazanmıştı. yeniden bizimle beraber olacaktı dünyalar tatlısı hocamız, çok heyecanlıydık, geri geliyordu. andımızdan önce herkes sırada onu aradı, "malik hoca! malik hoca!" sloganları devam etmişti ama bu sefer anarşi yoktu, isyan yoktu, sevinç vardı, mutluluk vardı, özlem vardı. iyilik kazanmıştı. daha sonra, okulun kapısı açıldı, elinde mikrofonla müdür çıktı dışarıya, sesler daha da artmıştı, kaldırdı mikrofonu. o da bizimle beraber; "malik hoca!" diye bağırmaya başladı. gözlerime inanamıyordum, tüylerim diken diken olmuştu, malik hoca gözüktü arkalardan, gözyaşlarını tutamayarak geliyor. mikrofonu uzattı müdür ona, gözyaşlarını sile sile, elleri titreye titreye aldı mikrofonu, ağladı, çok ağladı, konuşamadı. müdür, sarıldı malik hocaya, ağladı, ben, kürşat'a sarıldım.
kazandık dedim, kazandık. -
erkeklerin başı açık gezmesi çok günahtır
-
en son gerçekten mutlu hissedilen an
eylül ayının başlarıydı, saat gece üç mü dört mü tam hatırlamıyorum, yakın bir aile dostumuzun düğününden dönüyoruz, havada nasıl yağmur ama, bardaktan boşanırcasına derler ya, öyle yağıyor. yokuş aşağı bir sokaktan bulunduğumuz eve doğru geçeceğiz, bizle beraber, yanımızda yürüyen birkaç kişi daha var, biz aşağıya doğru inerken, hemen benim yanımda, içlerinden birinin ayağı kayıp yere düştü, başını yere vurdu, bayıldı. saat gece üç, havada sırılsıklam yağmur. kadın yerde baygın bir şekilde yatıyor, ben ne yapacağımı bilmeden telaşlı bir şekilde hızlı hızlı düşünürken, şans mıdır bilinmez bir taksi geçti yanımızdan. durdurduk, kucakladım hemen ve doğru hastahanenin yolunu tuttuk.
biz hastahaneye geldiğimizde, kapıda bizi bir sedye bekliyordu, haber verilmişti önceden, aldılar hemen sedyeye, tomografi odasına doğru yol almaya başladık, üstüm sırılsıklam, yanımdakileri tanımıyorum bile, sadece yürüyorum. tomografi çekildi, yakınları kötü bir şey olmasın diye dua ederken içlerinden bir yandan da gözyaşlarına hakim olamıyorlardı. allah’tan kötü bir şeyi yoktu, geçici hafıza kaybı yaşamıştı sadece, düzelecekti, taburcu edildiler aynı gün.
bana etmedikleri teşekkür şekli kalmadı, bunlara gerek olmadığını, benim yerimde kim olsa aynı şeyi yapacağını söyledim. helalleştik, sarıldık hatta. onlar evlerinin yolunu tutarken, ben sırılsıklam bir şekilde kantinin yolunu tuttum, içerisi soğuktu, sıcak bir şeyler o an bana iyi gelebilirdi, gelmişti de. kantinden bir bardak çayımı aldıktan sonra bulduğum ilk boş yere oturdum.
yaklaşık üç dört dakika sonra, biri geldi yanıma, üzerinde yeşil bir hırkası vardı, dağınık saçları ve uykulu gözleri. bir hastahanenin ortasında göz altları mosmor olacak şekilde uyanık kalmaya çalışmak, uyumamak, uyumak istememek, o duvarların arkasında insanın hayat damarlarından birinin olduğunu kaybetmenin korkusuyla beklemekten başka hiçbir şeyi olmadığını da bilmek demek aslında.
adını söyledi bana, bir de üzerime hırkasını bıraktı. saat sabahın beşi, ikimizin elinde de karton kutudan bir bardak çay, benimki biraz soğumuş, önce o anlattı, neden burada olduğunu, hastahane duvarlarının insanı nasıl erittiğinden bahsetti. kardeşinin onu güçlü görmeyi istediğini de. lösemi hastası bir kardeşi varmış, yaklaşık dört buçuk aydır da hastahanede bir mucizenin onu iyileştireceği anı bekliyormuş, bir kez daha beynimden vurulmuşa dönmüştüm. verilen ilaçlar yüzünden kardeşinin kan değerlerinin iyice düştüğünü, onu halsiz görmek kalbe saplanan bir bıçaktan daha çok acıttığını, bağışıklık sisteminin de neredeyse çalışmayacak şekilde çöktüğünü anlatırken soğumaya başlamış çayından bir yudum almak istedi, sonra vazgeçti, elini cebine götürdü, cebinden yarısı kırılmış sigarasını çıkardı, içmeye dermanı yoktu ancak zihnindekileri bir nebze de olsa dindirebilmenin yolu buradan geçiyordu, yaktı sigarasını. dumanını içine çekerken kapattı gözlerini, bu, vücuda enjekte edilen bir panzehirle aynıydı.
saat sabahın sekizi olmuştu ve sanki biz birbirimizi yıllardır tanıyormuşuz gibi davranıyorduk, ya da gerçekten de öyleydi, sadece biz birbirimizi görene kadar bunun farkında değildik, bilemiyorum. saat on’da işe gitmem gerekiyordu ancak ben telefonumu kapatmayı seçtim, bu kafayla ne işe gidebilirdim, ne de başka bir şey, kapattım telefonu. o günü üzerime bırakılan bir hırkanın sıcaklığını hissettiğim kişinin yanında geçirdim. günlerdir uyumamıştı, ben buradayken uyuyabileceğini, herhangi bir aksilikte de onu direk uyandıracağımı söyledim, ilk başta istemedi, ancak o kadar yorgundu ki, kendi de dayanamadı. uyudu.
uyandığında, saat gece yarısına yaklaşıyordu, benim için gitme vaktiydi. vedalaştık, bana, vedalardan hoşlanmadığını ve beni yeniden görmek istediğini söyledi, birbirimize numaralarımızı verdik, sarıldı bana, hırkası da üzerimde kalmıştı, ayrıldım oradan.
ailesini yaklaşık iki sene önce bir trafik kazasında kaybettiği için kardeşine ondan başka bakacak hiç kimse yoktu, ben de fırsat bulduğum her an onunla ilgilenmeye başladım, boş vakitlerimde hastahanenin duvarları bizim kalemizdi artık, beni kardeşiyle tanıştırmıştı, beni görünce gülümsemişti, o kadar mutlu olmuştum ki, ona, kardan bir kar küresi almıştım, hediyesini görünce daha da mutlu olmuştu, o an o mutluluğu hiçbir şeye değişmezdim.
biz beraber vakit geçirmeye başladıktan sonra, kardeşinin tedavi süreci de iyiye gidiyordu, tedavi sonuç veriyordu şükürler olsun, bir gün kardeşinin doğum günü yaklaşıyordu, ondan habersiz bir organizasyon ayarlamıştım, doktorlar da sağ olsun çok yormamak şartıyla izin vermişlerdi. ablası onu gezdirmeye çıkardığı sırada ben doktorlarla beraber odayı süsledim, balonlar, konfetiler, palyaço, pamuk şekeri ve bir sürü jelibon! çok güzel olmuştu, işin garibi, ablasının da bu sürprizden haberi yoktu. odaya yaklaştıklarında kalbim heyecandan pır pır atmaya başlamıştı, sevmezse diye de korkmuyor değildim, kapıyı açtıklarında gözlerinin parıltısını görmeliydiniz! o kadar güzeldi ki. bu an için bir ömür feda edilebilirdi, ikisi de inanılmaz mutlu olmuştu, koşarak bana sarılmıştı, ağlamamak için zor tutmuştum kendimi, çok özel bir andı benim için.
bu böyle yaklaşık bir buçuk sene devam etti, her fırsat bulduğumda gittim, her seferinde elimde farklı bir hediye, sevebileceği farklı bir şey ile gittim, bir buçuk senenin sonunda da yendi kanseri. kanseri yendiğini öğrendiğinde gözyaşlarına hakim olamamıştı, gözyaşlarıma hakim olamadım, önce ablasına sarıldı, sonra geldi bana sarıldı, nasıl ağlıyoruz ama sevinçten ikimiz de, sonra ablası geldi üçümüz birlikte sarıldık, kazanmıştık.
hiç beklemediğiniz anda bir insana umut olabileceğinizi bilin, hiç tanımadığım bir insanın tomografisini öğrenmek için beklediğim o hastahanede bir kardeş kazanacağımı, bir insana umut olacağım aklımın ucundan bile geçmezdi. gerçi o da çok güçlü bir çocuktu, o bu kadar güçlü olmasaydı belki de bunların hiç biri olmayacaktı ama siz yine de hiç beklemediğiniz anda hayatınızda gerçekleşmeyi bekleyen mucizeler olduğunu unutmayın.
hayat bir çocuğun gülümsemesinde saklı. gülümseyin ve gülümsetin. -
ekşi sözlük dertleşecek insan veritabanı
connected yok, ribony yok, instagram yok, kelimelere dökülmesi gerekenler var, anlatılmayanlar, yarıda bırakılanlar.. gırgır şamata yapmak istiyorsanız da yazın, geri çevirmeyeceğim söz veriyorum.
bu entry bir yeşil uzağınızda olup, saat 00:00'da kaldırılacaktır. -
16 mart 2018 fenerbahçe doğuş cska moskova maçı
salon tıklım tıklım, alex orada, janssen orada, obradovic'in hemen arkasında aziz yıldırım var, tribünler "ı love you alex" diye bağırıyor. uzun zamandır bundan daha güzel bir tablo gördüğümü hatırlamıyorum.