halley cizi yedigun2
profili

  • en son gerçekten mutlu hissedilen an

    iki saat önce.
    bizimkine köpeklere özel bir playlist açtım. kucağıma sırt üstü uzanıp patilerini havaya kaldırdı ve gözlerini tavana dikti. uzun uzun tavanı seyretti; hayal kurduğunu düşünüp gülümsedim. sonra aniden gözlerini bana çevirdi, patisini yüzüme koydu ve bana bakarken uyuyakaldı.

    sen mutlu olmasan da, çok sevdiğin birinin huzuruna ortak olunca mutluluk bazen default olarak geliyor.

  • ayla

    jeneriğin sonlarına doğru temizlik görevlisinin ağlamaktan şişmiş yüzlerimize bakarak “ artık kalkabilir misiniz” demesiyle beni yarı felç bıraktığını anladığım filmdir.

    teknik, kurgu, lens, topuz, ajitasyon, oscar adaylığı, rapçi kolyesi gibi orantısız thy logoları, “ o kadar ağlanır mı aq” eleştirileri, habercinin ingilizcesi, türklerin egosu, “ siz de iyi filmden anlamıyonuz kekolar” vs konularına girmeden, hissettiğim neyse o.

    ah ayla ya! yalpalayarak çıkıyorum filmden. kapıda bekleyen onlarca insan zırlamamı kesmek için ısırarak kızarttığım dudaklarıma, hala akan gözyaşlarıma bakıyor. ben ilk değilim. dakikalar sonra farkediyorum; ağlamayı engellemeye çalışmak şiddetli baş ağrısına neden oluyor.

    --- spoiler ---

    arabaya yürüyorum. otopark koridorunu arşınlarken, gözümün önünde ayla’ nın ankara okulu’ nun koridorunda müzik sesine koşup, başını yana eğerek pasparlak duru gözlerini piyanoya dikip gülümsemesi var. çocuklar, köpekler, kediler; henüz masumiyetini yitirmemiş tüm varlıklar bazen bir şeye bakarken onu anlamlandırmaya çalışırmış gibi başlarını yana eğiyor diye düşünüyorum.

    arabaya atıyorum kendimi. artık insanlarla beni ayıran bir kabin var. ağlama kabini. normalde yalnızken de sessiz ağlayan biriyim ama sinemada sesim çıkmasın diye manyak gibi kıvranmıştım. şimdi iniltiyle ağlamaya başlıyorum. bu sefer de ay ışığı altında annesinin elini tutarkenki iniltisi aklıma geliyor. “ ayla, kıyamam sana ben, kurban olurum canımın içi aylam” diye fısıldarken buluyorum kendimi.

    eve gitmeliyim. ama hiçbir yere sığamayacakmışım gibi geliyor. sahi bu kadar acıyla nasıl büyüdün ayla? o sayımda “ kiirkdogkuuuz” diye bağırışın, uygun adım yürüyüşün, gülümseyişindeki küçücük dişlerin.. süleyman ölmüş diye koşuşun, “ öldün mü sen?” deyişin. sanırım ben ölüyorum. senin o ay yüzüne, baba diye sarılan kollarına, baba diye ağlayan gözlerine, baba diye seslenen minicik ağzına hayatımı veririm artık hep bir arada olabileceğinizi söyleseler. bir çocuk bu kadar acı çeker mi lan? hayata küfürler savuruyorum. allahım gerçekten yetmedi mi, biraz iyi kalpli olamaz mısın?

    sen bir parçamsın artık ayla. seni düşündükçe arınıyorum, sana alternatif mutlu sonlar düşlüyorum. babanın valizinde gemiye binmişsiniz, uzak denizlerden yepyeni bir ülkeye getirmişsin parlak gözlerini, baban işten eve gelince eteklerini savurarak koşmuşsun beyaz muz çoraplarınla, eve piyano almışlar da sen büyüyüp dünyaca ünlü bir piyanist olmuşsun. senin gibi savaş mağduru çocuklara yardım eden bir aktivist olmuşsun. dernek kurmuşsunuz, hatta belki ismi “ şeker ve karınca”.
    --- spoiler ---

    ayla sen bu kadar üzüldün, ağladın ya. hep bekledin ya. saçlarında bitler çıktı ya. üşüyüp battaniyeden mantolar giydin ya. sonra herkes gitti ya. böyle hayatın ağzına sıçayım. böyle orantısız acının sülalesine tüküreyim. bunlara neden olan kuzey kore’ nin de, bürokrasinin de, sınırların da, savaşların da, ayrılıkların da, ölümün de taaaa a.ına koyayım. aylam, biricik ay kızım. keşke böyle olmasaydı.