nuriye gülmen'in milli folklor dergisinde yayımlanmış bir makalesini buldum: http://www.millifolklor.com/….aspx?sayi=79&sayfa=11
2008 yılında henüz yüksek lisans öğrencisi iken yazmış. 2008 yılında bilkent türk edebiyatı yüksek lisans programında aynı isimli başka birinin olması gibi çok büyük bir tesadüf yoksa ortada ilgili makale onundur. buradaki ak troller, onların yardakçısı bir takım "vatana millete beş kuruş fayda sağlamayıp en fazla vatan millet edebiyatçılığı" yapan cahil tayfa "türk düşmanı, vatan düşmanı, millet düşmanı" olarak yaftalıyorlar kadıncağızı. halbuki kadının yazdığı makaleninin konusu dede korkut hikayeleri yani oğuzların, türklerin en eski anlatılarından, türk dilinin en eski örneklerinden biri hakkında.
yüksek lisans tezinde nazım hikmet'in oyunlarından ferhad ile şirin gibi yine bu toprakları anlatan, bu toprakları var eden kıymetli metinleri konu edinmiş kendine. nazım hikmet gibi bu ülkenin çıkardığı en büyük insanlardan birini incelemiş. nuriye bu ülke için çabalamış, bu ülke halkı için kendi alanında çalışmış. buradaki gerzekler de akşamları elde kılıç yalan yanlış, hiç bir müspet kaynağa dayanmayan, senaristinin kıçından uydurduğu ve faşistçe bir parti propagandası aracı olarak kullandığı diriliş denen berbat bir diziyi izlemekten başka bir halta yaramazlar. işleri güçleri götlerini devirip yatarak bu ülke neden gelişmiyor muhabbeti yapmaktır. hiç bir katkıları yoktur, liyakatları yetmediği halde kimliksel kadrodan işgal ettikleri makamlarla memlekete en büyük zararı verirler bir de.
nuriye gülmen 2012 yılında 103 gün hapis yatmış. kendisi sağlam bir solcu, eylemci, düzenli protestocu olabilir, en tabi hakkıdır. esas böyleyse "bin yıl dursa bile devletten tek bir hak talebinde bulunmayacak milyonlarca koyun" barındıran bu ülkeye en faydalı insanlardan biridir nuriye gülmen. defalarca soruşturma geçirmiş, işinden okulundan olmuş dava açıp geri dönmüş. çok vakit kaybetmiş, yüksek lisans diplomasını ancak 2016 yılında alabilmiş. akepe döneminde sosyalist arkadaşlarımın neler çektiğine kendi gözlerimle şahit oldum. sosyalist adam mimlenmiş adamdır, bu net bir bilgi. okuldan beraber proje yaptığım adam o kadar haksız yere 2 yıl hapis yattı ki bunları gören aklı başında birinin çıldırmaması elde değil, başlarına bu saçma sapan haksızlıklar hem de bu basiretsiz islamcı iktidar eliyle gelenler nasıl dayanabiliyor anlayabilmek mümkün değil. akepe nuriye gülmen'i hem dhkp-c'li diye suçluyor hem de fetöcü diye işten atıyor. bu durumda gülmen'in bir terörist olup olmadığı konusunda akepeye mi inanacaksınız yoksa kendi zekanıza mı? sözlükteki gerzek trollerin tutarsız "vatan millet edebiyatı"na aldırmayın. bu çomarlar konuşur konuşur gider akşama kadar kahvede göt büyütürler sonra da utanmadan pişmiş kelle gibi sırıtarak memleketin aydınına hesap sorarlar 90 yıldır ne yaptınız diye. eziktirler çünkü, ezikliklerini tenlerine yayılmış halde derinden hissederler.
nuriye gülmen'in ufak bir röportaj içeren videosunu izledim youtube'dan. "bir gecede bir listeye insanların ismini yazarak işten kimseyi işten çıkaramazsınız, ohal'i de khk'yı da tanımıyoruz" diyor. cesaretine, meydan okumasına hayran kaldım sadece. keşke bende de onun çeyreği kadar cesaret olsaydı.
skocax85 profili
-
nuriye ve semih'in açlığına ses ver
-
caner taslaman
akademik sicili celal şengör ile kıyaslanınca adeta bir çöplüktür. hatta akademik sicili türkiye'deki ortalamanın epeyce altındaki bir profesöre göre bile çöplüktür. klasik akp dönemi profesörüdür kendisi.
papazlar suallerimize cevab veremedi geleneğinin 21. yüzyıl bayisi. intihallerle dolu pdf kitaplarla profesörcülük oynuyor. adam gibi bir dergide bir tane makalen var mı ? sitesinde yayınladığı ve sicilinde çıkan "kitaplar" ekşisözlük entry'lerini worde doldurup pdf kitaba çevirmekten farksız, hem de kafir taraftaki rasyonel yazılar değil ha islamcı troll entrilerini... böyle biri kendisi, sosyoloji okumuş higgs bozonu hakkında konuşuyor utanmadan.
kitaplarını sitesinde bedava dağıtan sosyolog "evrimi, kuantumu, big bang'i falan anlattığı" yüksek lisans ve doktora tezlerinin ulusal tez merkezinden dışarıya yayımlanmasını yasaklamış: https://tez.yok.gov.tr/…rkezi/tezsorgusonucyeni.jsp
neyi saklamaya çalışıyor acaba?
bir de insan web sitesindeki öz geçmişine şu "kitap" bile denmeyecek pdf çöplüğünün ve youtube videolarının dışında akademik camiaya uygun bir yayın listesi koyar. 2005'te doktorayı aldıktan sonra 10 yıl bile geçmeden jet hızıyla hemen profesör olmuşsun, yayınların nerede? -
ateizm ve ensestlik
bu konuya dair daha önce yazdığım ancak sözlük müslimlerinden utanmadan kendini rezil edecek kadar küçülerek açık seçik saçmalamak dışında bir cevap alamadığım yazım:
ensest'in ahlaksallığı konusu hristiyan yaratılışçıların "ahlakın temelinde din olmazsa ahlak çöker" önermelerinde kullandıkları başlıca argümanıdır ki müslümanlar okuma yazma öğrenmeye başlayınca onlara da geçmiş.
kitaplarında "ensest serbesttir" yazsa burada gelip ensest savunması yapacak arkadaşlar ensestin ahlaksallığı sorununun tanrının varlığına büyük bir delil olduğunu iddia ediyorlar. oysa biz ensestin ahlaksallığında yetkinin doğada ve doğanın oluşturduğu insan güdülerinde olduğunu düşünüyoruz. çünkü insan ahlakını oluşturan doğadır. çünkü insanlar sosyal canlılardır ve sosyal canlılar varoluşları gereği belirli normlar oluştururlar. mesela aslanlar da sosyal canlılardır ve onların sosyal normları insanlarınkinden bambaşkadır. ya da filler de sosyal canlılardır ve onların sosyal normları da apayrıdır. bu sosyal normlar doğanın -yani doğanın ardındaki iradenin- (ki buna şopenhaur "kör irade" derdi) eseridir. o kör iradenin tanrı olduğu iddiası sadece bir tezdir: doğrulanamaz, yanlışlanamaz çünkü bilimsel değildir. doğada bazı hayvanlar arasında ensest mevcutken ve hatta kendi kendini dölleyen hayvanlar bile varken bazılarında da ensest hiç yoktur. mesela lemurlar ve sırtlanlar ensestten şiddetle kaçınırken hamamböceklerinde ensest mevcuttur. ensestin fenalığı eğer mutlak bir tanrının en ahlaklı kurallarından biri olsaydı bu farazi tanrı muhtemelen bazı canlıları ensestçi yaratmazdı. islam ve muhammed sağolsun türk insanı da yarı-ensest (kuzenle evlenme) ahlakını edinmişlerdir mesela. türkiye'nin yüzde 22'si hala akrabası ile evleniyor. muhammed yarı-ensesti helal kıldı diye bunu uygulayanlar tam ensesti helal kılsa uygulmazdık diyorlar. kazakistan'da kazak toplumunda 7 tane klan var mesela ve hiçbir klan kendi klanından bir karşıcins ile evlenmez (modernitenin getirdiği istisnalar olabilir). hatta kazaklar arasında kendi klanından biri ile evlenenlerin çocuklarının kuyruklu doğacağına dair anlatılar mevcuttur. türk insanına kuzenle yarı-ensesti islam bulaştırmıştır. bir de ensest üzerinden islamcılık yapıyor bu suçu hala savunanlar.
ensestin dinler sayesinde toplumda kötü bir fiil olarak görüldüğü ve insanlığın bu yüzden dinlere şükretmesi gerektiğini ve hatta dinsizlerin, ateistlerin bile dinlere mesela muhammed'e şükretmesi gerektiğini düşünüyor arkadaş. kısmen olabilir, mümkündür. ancak bunun hakikat olduğunu göstermek için: dinlerden önce insanın enseste bakış açısı neydi? insan doğası zaten dinler olsa da olmasa da ensesti içgüdüsel olarak "kötü fiil", "ayıp", "fenalık", "sapıklık" kılmış mıydı? sorularını cevaplamak gerekir.
bugün dünyada hakim olan ibrahimi dinlerden önce insanlar gerçekten ensesti ahlaksal olarak sorunsuz mu görüyorlardı?
eğer öyleyse ensestin bu dinlerden önce insanlarda zaten var olan bir tür kötü fiil olduğunu; ve hatta dinlerin insanın doğasından kaynaklanan bu sistemi yazıya döken bir takım insan ürünü metinler olduğunu düşünebiliriz.
ancak burada şöyle bir sorun ortaya çıkıyor:
*müslüman diyor ki: dinlerden önce diye bir tarih yok, ilk insan adem ve ademden beri gelen tek din islamdır.
*hristiyan diyor ki: dinlerden önce diye bir tarih yok, ilk insan adem ve ademden beri gelen tek din iseviliktir.
*yahudi diyor ki: dinlerden önce diye bir tarih yok ve bütün tarihin tek dini yahudiliktir.
*budiste göre dünyanın bir başlangıcı mevcut değil sonu da yok, her şeyi yaratan biri olmadığı gibi herkes tanrı olabilir ve budizmde de ensest yasak.
*hindu'ya göre evrenin varoluşunda hiçlikten ve yokluktan gelen yılanlı kobralı mitolojik hikayeler var. ensest bunda da yasak.
bu bilgilerden sonra eğer bir müslümanın kafa yapısı ile bakacaksak bu kez şöyle bir soru çıkıyor ortaya ve bu soruyu aşmadan ensestin -tıpkı sırtlanın tabiatı gereği ensestten kaçınması gibi insan'ın da kendi doğası gereği kaçındığı- anaolojisini oturtamıyoruz:
ademden beri tek gerçek din müslümanlık ise tarihin en dibinden elimize ulaşan en eski metinlerin islamı belli açılardan doğrulaması, antik kalıntıların islam teorisinin en azından bir kısmına uygun olması gerekir. elbette arkadaş sünni islam teorisine inandığı için burada sünni islam paradigmasını referans alacağız. yani camii benzeri mabed, namaz, alkol yasağı, çıplaklık yasağı, tesettür, her kavme peygamber (124 bin veya 224 bin civarı), şeriat, fıkıh, tek tanrı, allah kelimesi, peygamberlik makamı, ahiret inancı, kutsal kitap, cennet anlatısı gibi kavramların tarih boyunca tüm toplumlarda var olması gerekir. isterse bu toplumların bir çoğu "tarih boyunca var olmuş o tek din olan islamı" hep reddetmiş, değiştirmiş ya da bozmuş olsun bir şeyler tanıdık olmalı. mesela aborjin dini ile islam arasında bir bağlantı olmalı ya da hinduizm ile islam arasında olmalı. ki bu sayede hinduizm aslında islamın bozulmuş bir versiyonuna benzesin. gerçekten böyle midir?
mesela aborjinlerin mitolojisine bakarız: kutsal bir kitabın varlığına dair tek bir emare yok. sözlü yolla nesilden nesile anlatım var. çıplaklık serbest. atalarının göç hikayelerini falan anlatıyorlar. insan merkezli bir inanç yerine doğa merkezli bir inanç var. islamla uzaktan yakından ilişkisi yok. avustralya'da keşfedilmiş bir tane bile mabed yok, namaza, oruca dair hiçbir belirti yok, peygamber geldiğine dair hiç bir belirti yok, zina sebest, dans serbest. muhammed ile hiç bir alakaları yok. buraya muhammed'in allahının peygamberler gönderdiği ama aborjinlerin sapkınlık yaparak gelen peygamberlerin dinlerini değiştirdiği gibi iddialar komiğin de ötesinde sadece.
mesela eskimolara bakıyoruz: islamın bel kemiği olan "namus" o kadar yok ki eskimolar hristiyanlığa geçirtilene kadar yabancılarla karılarının yatmalarından hoşnutluk duymaları gibi adetleri vardı. eskimo dininde öte dünya inancı yok, cennet yok cehennem yok, mabed yok, tek tanrı yok, dans var seks var; kurana, allaha, muhammede muhalif ne kadar kavram varsa tümü mevcut eskimolarda. acaba sünni islamın "her kavme peygamber gönderildi" iddiası eskimoları kapsamıyor mu? kapsıyorsa hani nerede? bir din bu kadar mı tahrif edilebilir? bir cuma namazı kılsaydılar bari!
mesela hristiyanlara bakıyoruz: alkol serbest. hatta efkaristiya ile alkol içmek ibadet. zaten sünni islama göre muhammed'in alkolü kademeli olarak yasakladığı iddiası da kendi içinde tutarsız. madem tek bir din var ve bütün insanlık tarihi bu dine inanmakla mükellefti, muhammed yasaklayana kadar neden dünyanın hiçbir yerinde alkol yasak değildi? haydi diyelim ki hristiyanlar isanın orijinal dinini tahrif ettiler, tam o tahrif edilen güne gidiyoruz: alkol bir gün yasak bir gün serbest. böyle bir tarih anlatısı mı olur? bu değişikliğe neden birileri tarafından itirazlar edilmemiş, külliyatlar düzülmemiş? kimse umursamadı mı "islamın gerçek hristiyanlıkta haram olması gereken şarabın bir gecede serbest bırakılmasını?" müslimlerde de kaynak sadece taberi ve tabakat bu arada: bu kitaplardaki metinlerin yarısı zaten insan aklıyla dalga geçer. sünni islamın kendi dar tarih anlayışı bu. oysa hristiyanlık tarihi bambaşka şeyler anlatıyor. elbette alkolün zararlarına ve içilmemesi gerektiğine dair fikir beyan eden isevi azizler olmuş ancak hiç bir zamanda 2. yüzyıl, 3. yüzyıl, 4. yüzyıl vs. alkol toplumsal bazda yasaklanmamış. romalılar hristiyanlığa geçerken alkolün yasak olduğuna dair tartışmalar yapmamış. neden? çünkü sünni islamın hristiyanlık tarih anlatısının "hristiyanlık tahrif oldu" nassından başka dayanağı yok. sünni islam bir kez olsun açıp roma kroniklerini incelemeden bu hükme varıyor ve bunu en mutlak gerçek bilgi sayarak bütün görüşlerini bu çürük temel üzerine inşaa ediyorlar.
kore şamanizminde tanrılara meyve sunma ayini var, yine dans ve müzik var. konfüçyüsçülükte öte dünya diye bir yer yok. çok tanrı var. orta asya şamanizminde de tek tanrı diye bir şey yok, onlarcası var. afrika inançları apayrı bir hikaye: dans, çıplaklık, seks islama ters düşen ne ararsan mevcut. haiti mitolojisi yine aynı islamla uzaktan yakından ilgili değil: şarkı, müzik, dans ve çıplaklık. mezoamerika dinleri daha beter insanların ağaç insanlardan geldiğini düşünüyorlar. dünyada binlerce tür inanç var. afrikada, amerikada, asyada, okyanus adalarında her kabile farklı ruhların farklı ayinlerin farklı hikayelerin tesirinde.
arkadaş madem senin allahın bütün dünyaya binlerce peygamber gönderdi ve bütün bir tarih boyunca tek bir din gönderdi: o dinde mahrem var, içki yasak, mabed var, secde var, kitap var...
hani nerede? neden emarelerini göremiyoruz orta doğu hariç hiçbir yerde?
işte bu soruya sallamasyonlardan başka cevaplar verilemediği için biz islamın muhammedle ve hatta muhtemelen sistemli olarak muhammedden çok daha sonra başladığını ve islamdan önce yaşayan insanların enseste doğa temelli güdüleri gereği karşı olduğunu düşünüyoruz. çünkü "doğada her hayvanda ensest var" diye genel bir kaide yok hatta ensest doğada yaygın bile değil ve insanın da enseste güdüsel olarak karşı olan o hayvanlardan sadece bir tanesi olduğu iddiası, bir arap köyünde ümmi bir adamın çıktığı ve bütün dünyaya ahlak öğrettiği iddiasından daha tutarlı, daha ikna edici.
arkadaşın "hırsızın eli kesilmeli", "sevişen gençlere 100 sopa vurulmalı", "dinden çıkan öldürülmeli", "köşede kendi halinde şarap içen adamın şarap küpü kırılmalı" gibi akıl almaz derecede barbarca nizamlara iman ediyor oluşunun tek gerekçesi dünyada birilerinin çıkıp da big bang'den öncesini açıklayamamış olmasıymış.
"hadi big bang'e kadar olup biteni abiyogenez ve evrimle açıkladınız diyelim de big bang'den önce ne vardı?" sorusundan aldığı güçle önce tanrı diye biri olduğuna, sonra o tanrının muhemmed'in tanrısı olduğuna, sonra muhammedi en iyi imam-ı azam'ın anladığına ve en son da hangi cemaatte ise imamı azamı en iyi anlatanın o cemaat olduğuna iman ediyor.
neden?
çünkü bu 10 yaşındayken babası bunu elinden tutup o cemaate kayıt ettirmeye götürdü, bir kaynaktan din öğrendi, bu din öğretilirken " dini terketmek yasak yoksa cehennemde yanarsın" dendi.
başka hiçbir açıklaması yok bunun.
bing bang'den önce ne vardı bilmiyorum, sense biliyorum deyip işkembeden bir masal uyduruyorsun: haydi biliyorsan ispatla. bilmiyorsun inanıyorsun sadece. sen bilmediğini açıklayamayacak korkakken ben bunu ifade edecek kadar dürüstüm. big bang'den sonrası için en makul teoriler abiyogenez ve evrimsel literatüre ait ama körü körüne de bağlı değilim bunlara ve evet bir insanın sırf hırsızlık yaptı diye elinin kesilmesi gerektiğine inanmak, bir insanın sırf dinden döndü diye öldürülmesi gerektiğine inanmak, bir insanın sırf alkol alıyor diye dövülmesi gerektiğine inanmak, bir insan sevişiyor diye 100 değnek vurulması gerektiğine inanmak (bu kuralın bizzat kendisi saçma hatta en hafif tabirle o. çocukluğu, sanane lan kimle sevişirsem? z*kerimin bekçisi misin? bu ilkenin uygulamasının zor olmasının ilkenin kendisi ile alakası nedir?) bana göre dünyanın en saçma sapan kuralları.
sen hırsızlık yapanın elinin kesilmesi ve dinini değiştirenin öldürülmesi gerektiği görüşünü ahlaklı ve erdemli hareketler sayarak big bang öncesinin de bunların yazılı olduğu bir takım tarihsel kaynaklara göre belirlenmesini uygun buluyorsun, öyle inanıyorsun, 6 günde/devirde yaratıldı önce dünya yaratıldı sonra uzay ona çatı olarak yaratıldı falan (uzay direksiz duruyor işte ayetteki gibi nasıl inanmazsın?). adamın bütün hayatını uğruna adadığı ve ona göre kendini şekillendirdiği, kısıtladığı öğretilere bak. muazzam. priapos akıl fikir versin.
tartışmanın geçtiği yer: (bkz: ateizm/@skocax)
bu yazıya bu başlığı açan kişi tarafından verilen cevap şuydu: "hayır aborjin dini islama çok benziyor!"
buna inanarak ve bütün hayatını bu bilgiyi kesin sayarak şekillendiren birinin yaşadığı depresyonları siz hayal edin. üzerine çok gitmeyin, yazık o da insan. -
sevan nişanyan
25 aralık 2016'da blogunda yayımlanan yazıdan:
--- spoiler ---
nuray mert
devran değişti, nuray mert’i takdirle, hatta yer yer alkışla okuyacak hallere geldik. ne demiş atalarımız? tempora mutantur, nos et mutamur in illis.
değiştik mi sahiden? emin olamıyorum. perspektif ve bağlam değişti şüphesiz. ama mesela kemal ve kemalizm hakkında söylemiş olduğum her sözün arkasında dururum. 2007’ye dek süren askeri vesayet hakkındaki görüşüm de, beterini görünce nüans kazandı belki, ama özünde değişmedi.
belki üslubumuza daha dikkat etmeliydik. belki heyecanımızı gemlemeliydik. belki siyah-beyaz çözümlere itibar etmemek gerektiğini kendimize daha sık hatırlatmalıydık. belki nuray’ın da bir dediği var diye kulak kabartmalıydık.
--- spoiler ---
türkiye'deki liberal güruh -ki geneli karl popper'ın her türlü totalitarizm ve otokrasi kötüdür açık toplum olmalı ütopyasının peşine takılmışlardan oluşur- islamcılar 2013 yılında mutlak anlamda otokratlaşana dek ve hatta bazıları daha sonrasında bile türkiye'nin bir seküler despotluk ülkesi olması gerektiğini algılayamadılar. memlekette elinde resmi yetkiler olan birilerinin topluma seküler ahlak dayatmasını antidemokratik buldular. nişanyan da bunlardan biridir. böyle olmasının sebebi elbette bu arkadaşların islamcılık ideolojisini hafife almış olmalarından kaynaklanıyor ve hatta islamcılık ideolojisinin tanımından bihaber olmalarından... batılı kaynaklardan okudukları islamcılık tanımları islamcılığın sünni selefi itikadının ideolojik bir uygulaması olduğunu öğretti bunlara çünkü batının derdi hep müslüman kardeşlerdi, el kaide idi ve bin ladindi. oysa sünni sufi temelli islamcılık selefi olanından çok az noktada ayrışır. ve bütün gayesi tıpkı selefilerde olduğu gibi cihat yapabilmektir. bu ideolojinin resmi kaynakları cihatın tarifini şu şekilde yapar:
*devletler ikiye ayrılır: darül islam (hukuk sistemi şeriat olan) ve darül harp (hukuk sistemi şeriat olmayan)
*eğer darül islam'da yaşıyorsan sana farz olan darül islam sınırları dışında kalanları islama davet etmektir kabul etmezlerse gücün yettiği ana kadar bekleyip yettiği anda onlarla savaşmaktır. (bkz: bütün islam tarihi, mekke isimli köyden hint denizi ve atlantik arası bölgeye savaşlarla ve "kahramanlık destanları" ile yayılma hikayesi)
*eğer darül harp'te yaşıyorsan (mesela laik türkiye cumhuriyeti) sana farz olan darül harp olan ülkeni darül islama dönüştürmek için fikrinle, zikrinle, bedeninle mücadele etmektir.
bu tanımdan habersiz olan liberaller "islamcılar da bu toplumun bir parçası ve onların fikirleri de değerlidir" tavrı takındılar. "onların fikirleri nedir?" sorusu sorulduğunda cevap verme zahmetinden kaçındılar çünkü onların fikirlerinin "mevzu hukuk yerine tarihi hukuk kaynaklarından imam-ı azam temelli islam hukukunun tesis edilmesi ve insan hakları evrensel bildirgesinin hukuk normları hiyerarşisinden çıkarılması; yani herhangi bir mecliste oylama yapmadan şu yasaları değişmez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez olarak ceza hukuku ve medeni hukuk normlarına eklemek: bir erkeğe iki kadın şahit, mürted öldürülmeli, hırsızlığın cezası el kesme, kadının had cezası davalarında şahitliği kabul edilmez, gayrimüslüm iki kat fazla vergi öder, namaz kılmayana devlet eliyle sopa, köle hukuku, savaş esirinden köle almanın meşruluğu, cami minberlerinin aynı zamanda siyaset arenası olması" vs. vs." olduğunu bilmiyorlardı. bunların tümünü "yok canım bunları 20. ve 21. yüzyılda hangi aklı başında insan isteyebilir, islamcılara haksızlık ediyorsunuz, bu kadar irrasyonel değiller onlar" şeklinde bir fikirle savuşturma gayreti içinde idiler ve hatta bugün hala o kafada olanları çoğunlukta.
dünyada medeni ülkelerin hepsinde tüm hukuk normlarının tepesinde "insan hakları evrensel bildirgesi" bulunur. bu bildirge de varoluşunu ilk maddesinden alır: herkes eşittir ve hür doğar. bu madde geçmişteki ilkellikten kopan ve adaleti eskiye göre daha iyi uygulayabilen (mesela önceden seni köyünde biri gelip öldürse kimsenin umrunda olmazdın, olay yeri inceleme mi vardı? parmak izinden suçluyu mu bulacaklardı?) modern dünya toplumlarının en temel hukuki doktrinidir. oysa sünni islam hukuku mesela hanefi mezhebi fıkhı bu bildirgenin kökü ve özü olan ilk maddesine bile muhalefet etmektedir:
*bütün insanlar değil bütün sünni erkekler (köle olanları hariç) eşittir ve hür doğarlar
*kadınlar erkeklerle eşit değildir çünkü şahitlikleri bazı davalarda kabul edilmez bazılarında bir erkek şahit yerine iki kadın şahit gerekir.
*gayrimüslümler müslümanlarla eşit değildir çünkü daha fazla vergi öderler.
*gayri müslümler müslümanlarla eşit değildir çünkü yeni ibadethane (kilise, havra) açma (ve hatta mevcut metruk olanı tamir etme) hakları yoktur.
*dinden dönenler vatan hainidir dolayısıyla öldürülmeleri islam devleti üzerine farzdır.
vs. vs.
yani sizler liberaller olarak bu fikirleri sahiplenen insanların söz hakkı ve hatta iktidar hakkı olduğunu savundunuz. bunlarla mücadele edenleri gerici, statükocu, otokrat, totaliter olarak yaftaladınız. bugün hala biraz pişmanım ama çok da pişman değilim diyorsunuz.
gerçekten hala daha türkiye'deki totaliter islamcıların "insan haklarına, insanların eşitliğine ve hürlüğüne" inanmadıkları türkiye'deki totaliter sekülerizmcilerin ise "insan haklarına, insanların hürlüğüne ve eşitliğine" inandıkları ama "islamcılığın bitmek bilmez cihat anlayışı"yüzünden bunu uygulamada başarısız oldukları tezine ikna olamıyor musunuz? eğer modern hukuk normunun tepesindeki doktrine bağlılığa ve eşitliğe olan inanca göre sınıflandıramayacaksak insanları neye göre sınıflandıracağız? popper'a göre mi? totaliter islamcılığın karşısına "totaliter başka birşeycilik" gelmeden bu mücadele kazanılabilir mi? totaliter islamcılık'ın hukuk kaynakları sabit ve değişmezken onu devirecek, yerine geçecek ve bu sayede topluma nüfuz edecek, toplumu totaliter islamcılıktan soğutacak bu sayede totaliter islamcılık tehlikesini tarihin tozlu raflarına kaldıracak diğer "totaliter başkabişeycilik" , bu kutsal emeline ulaştıktan sonra hala totaliter mi kalacak/kalabilecek sandınız?
yaptıklarınızın ve söylemlerinizin iran'da "devrimi" destekleyen sosyalistlere ve örneğin ruhullah humeyni hayranı fransız filozof michel foucault'a ne çok benzediğinin farkında mısınız? iran'da 100 yıl önce kaçar hanedanı zamanında "sosyalister" diye bir güruh yoktu. türkiye'de de 100 yıl önce osmanlı döneminde "laikliği savunanlar" diye bir güruh yoktu. bu güruhlar her iki ülkede de 20. yüzyılın ürünüdür. 20. yüzyıldaki medyanın, iletişimin, şehirleşmenin ve sistemli eğitimin ürünleridirler. iranlı solcular ve sosyalistler "daha iyi bir iran uğruna" şah ile savaşmayı göze alırken aynı sizin burada yaptığınız gibi iran'ın iç dinamiklerinin islamcılık olduğunu, şah'ın islamcılığın mutlak nicelik üstünlüğüne rağmen iran'a hükmettiğini, iran islamcılarının kaleyi yıkabilmek için surda sadece ufak bir gedik beklediklerini, islamcılığın "cihat" diye bir farzı olduğunu ve bu farzın hukuk sistemini mevzu hukuktan tarihin çöpüne gönderilmiş bir hukuka çevireceğini tıpkı sizler gibi ya bilmiyor ya da bilmezden gelerek umursamıyorlardı. şah, devrildikten sonra her biri kaçacak delik aradılar. bir kısmı tecavüzden kaçamadığı için keyfini çıkardı. bugün onların çocukları azılı islamcı milislere dönüşmüş durumdalar. inanır mısınız 1978'de tahran'da "20. yüzyılda kadın erkek eşitliğine aykırı ideoloji mi olurmuş, şah gitsin de islamcılar o kadar irrasyonel olamazlar ya demokratik bir orta yol bulunur" diyenlerin hemen hepsi 40 yıldır yaşadıkları ile bugün şahı ve onun islamcı ideolojisini alkışlıyorlar, beğeniyorlar; şahlarına bağlılar. evet ısırılmış bir zombi gibi dönüştüler.
michel foucault'nun humeyni yorumu:
--- spoiler ---
“kuşkusuz, bu bağ (15 yıldır sürgünde olan humeyni ile onun şeriatçı halkı arasındaki bağ) üç şeye bağlıdır: humeyni orada değildir. on beş yıldır, kendisinin gelip şah’ın gitmesini istemekten başka bir şey yapmadığı bir sürgünde yaşar; humeyni hiçbir şey söylemez, hayır demekten başka hiçbir şey. şah’a, rejime, bağımlılığa hayır! nihayet humeyni bir politikacı değildir: bir partisi olmayacaktır, bir humeyni hükümeti olmayacaktır. humeyni kolektif bir iradenin bağlantı noktasıdır."
--- spoiler ---
evet bu satırları 1979'dan önce yazdı foucault ve şah gittikten sonra humeyni'nin bir partisi olmayacak dedi. humeyni'nin "mutlak dini lider" titri ile devlete ve onun tüm organlarına, tüm sendikalara, mahkemelere, orduya ve sivil toplum kuruluşlarına tek başına sahip olduğunu da gördü elbete küçük michel 1984 yılındaki ölümünden önce. 1989 yılında humeyni öldükten sonra yerine geçen ali hamaney ise bugün hala tüm bu güçlerin mutlak ve tek sahibi. iran'ın cumhuriyet ordusundan bağımsız sadece kendi kontrolünde 120 bin kişilik bir orduya sahip: devrim muhafızları ordusu. humeyni'nin iktidarı eline alır almaz yaptığı ilk şeylerden biri şeriatı geri kalan herkesten ve hatta cumhuriyetin kendisinden ve ordusundan bile koruyacak bir "şeriat devriminin muhafızları ordusu" kurmak oldu. bu ordu sadece ve sadece dini liderden emir alır. islamcılar bir çok konuda yetersiz ve eğitimsizler ancak mesele eldeki şeriatı koruma dürtüsü olunca arkalarında bin yıllık bir gelenek var.
en son geleceğiniz yer bu mu olacak? foucault gibi rezil rüsva mı edeceksiniz kendinizi?
sizde geçmişten ders alma bilinci yok mudur? islamcılardan insan haklarına saygı gösteren ve inanan ortalama normallikte bir insan, farklı görüşlere saygı duyan bir demokrat olmayacağını anlayamadınız mı hala? ne zaman anlayacaksınız? nişanyan'ın beğenmediği nuray mert'in evveliyatını da biliyoruz ya neyse, değinmeye değmez.
sevan nişanyan'ın fikirlerinin bir çoğundan tiksinirim ancak ağır kemalist biri olarak itiraf etmeliyim ki kendisi benim hocamdır. ondan öğrendiğim çok şey var ne yazdıysa okumuşumdur yazdığı hiç bir cümleyi kaçırmam, takip ederim. mesela "hakikat" kelimesinin ne anlama geldiğini ilk ondan öğrendim. bir an önce özgürlüğüne kavuşması dileğiyle.
edit: gelen sorular eşliğinde ekleyeceğim üç beş fikir daha var yazıya.
1- islamcılığın bir kez mutlak hakim olduğu iktidarlar değişir ve başka siyasal görüşlerin eline geçebilir mi?
mutlak gücü ele geçiren ve karşı devrim muhafızları örgütünü oluşturabilen islamcı iktidarların (mesela mısır'da mursi henüz oluşturamamıştı) dış müdahale haricinde kendi iradesi ya da kendi iç dinamikleri ile değiştiğini görmedim ben hiç (atatürk devrimi hariç). bu teze karşı gelebilmek için iran'da ya da suudi arabistan'da islamcı iktidarın nasıl değişebileceğini açıklamanız gerekir. islamcılık klasik libarel tezlerle açıklanamaz görüşündeyim çünkü en despot ideolojilerden biri olan komünizm bile insanların eşitliğine inanırken islamcılık buna inanmıyor: yani islamcılık mevcut politik düzlemin dışında kalan aykırı bir ideolojidir.
2- despotluk ile seküler bir baskı karşı tarafta kin üretir ve bu kin bir kan davasına dönüşür.
baskının kin ürettiği tezi 70 yıllık sovyetler tarihi ile yerle bir olmuştur. sovyetlerin türki halkları 100 yıl önce bugünkü islamcı türkiye türklerinden daha az islamcı değillerdi bugün hemen hepsi islamcılıktan nefret ediyor. seküler despotluğun "rasyonel bir siyasi düzlemin" elemanı olması mümkün olmayan islamcılık ideolojisine karşı liberalinden, solcusuna; milliyetçisinden komünistine tüm kesimlerin birleşmesi gereken müşterek bir amaç olması gerektiği görüşündeyim.
3- islamcılar geçmişteki bir takım mağduriyetlerden beslenerek iktidarı ellerine aldılar ve safları güçlendirdiler gelecekte farklı iktidarların farklı mağduriyetlerden beslenerek saflarını sıklaştırabileceğini bunun böyle bir çıkmaz içinde sürüp gideceğini göremiyor musun?
türkiye'de demografi konuşur: mezhepsel, inanç ve inanacın tanımındaki farklılıklar odaklı, etnik köken ve yaşam tarzları arasında ayrışmış ve bu yüzden demokrasiyi "en iyi genel çıkarı sağlayacak olana oy ver" ideali ile uygulaması mümkün olmayan bir siyasi çatışma ortamı var. islamcıların yaptığının rövanşının alınması bu saatten sonra mümkün değil. bu yüzden liberal aydınların en baştan bu demografi mücadelesini öngörmeleri gerekirdi diye düşünüyorum sadece. yani yarın chp iktidar olsa bile islamcılara hesap sorulmasına toplumun "muayyen" kimlikteki kesimleri dışında kimse destek olmayacak. çünkü hemen herkesin bakış açısı kimliksel.
4- seküler muktedirin eline geçirdiği gücü istismar etmeyeceğinden emin misin?
kesinkes bu gücü istismar edeceğini düşünüyorum. muktedir gücü olan demektir, gücün olduğu yerde onun karşısında en az onun kadar güçlü rakip bir güç yoksa şiddet ve adaletsizlik kaçınılmazdır. gelişmiş toplumlarda muktedirlerin gücü islam ülkelerindeki gibi istismar edemeyişlerinin tek açıklaması toplumun kamuoyu oluşturabilme kabiliyetidir. türkiye son islamcı otokrasi tecrübesi ile gelişmekte olan kamuoyu becerisini toptan kaybetti. susurluk aydınlatılsın diye "sürekli aydınlık için bir dakika karanlık" eylemleri yapılabilen bir ülkeydi burası. onu da kaybettik. bu nedenle seküler ahlak topluma nüfuz edene kadar (muhtemelen 50-60 yıl daha) bu gücün yapacağı istismarlara istemeye istemeye fitim, aklı başında herkesin de fit olması gerektiğini düşünüyorum. alternatifi çok daha beter bir şey ve bu toplum ile bu demografi ile üçüncü bir alternatifi mümkün değil. mümkünse nasıl mümkün olabileceğini tarif ediniz.
eğer türkiye'deki islamcı otokrasi gerçekten demokrasi yolu ile iktidarı farklı bir gruba teslim ederse tezlerimin tümünün yanlış olduğunu kabul ederim, tükürdüğümü yalarım o noktadan sonra kimsede mağduriyet yaratmayacak bir idare kurulsun ben geçmişteki hataların muhasebesini yapıyorum burada; 50-60 yıllık seküler bir despotluğun gerekli olduğu eğer islamcılar gerçekten iktidarı hakkı olana teslim ederse, seçimlere şaibe karıştırmazsa, temel hak ve özgürlüklere yapılan tacizlerde geri adım atarsa geleceğe dair bir temenni değil , böyle yapmayacaklarını düşündüğüm için geçmişe dönük bir nedamet. başkanlık referandumu da geçerse demokratik yolla iktidar değişiminin artık belki 10-15 yıl içinde muhtemel lider değişiminden sonra bile mümkün olmayacağına ikna olmaya başladım sadece. -
ekşi itiraf
sünni müslümanlara sünni islamın modern çağ ile, adalet ile, insan hakları ile ve modern hukuk ile çeliştiğini gösterebilmek için öncelikle sünni islamın ne olduğunu öğretmeye çabalamaktan bıkıp usanmak üzereyim.
adama sen hanefi misin diyorum
evet diyor
imam-ı azam dinden döneni şeri devlet öldürmelidir demiş ne diyorsunn bu işe diyorum
bana kalkıp kuran ayeti ile cevap vermeye çabalıyor
sen hanefi isen kuran ayetinden hüküm çıkaramazsın
o hükümler zaten 1300 yıl önce çıkmış
sen çıkan hükümlere inanmakla mükellefsin bir hanefi olarak.
dinden dönen öldürülmeli mi yoksa öldürülmemeli mi?
gerçek adalet bu mu?
sanırım önce türkiye bir tarikatlar evresi yaşamalı ve herkes gerçek sünni islamın ne olduğunu tam olarak öğrenmeli. ardından o bilgiye sahip insanlara "hayır bir insanın dinden çıktı diye öldürülmesi barbarlıktır" diyebileceğiz.
islamda reform yapabilmek imkansıza yakın bir şey. cehalet her yerde kol geziyor. bilgi yok fikir var herkeste. hayattaki en büyük dertlerimden biri bu. -
skocax
fakih bir arkadaşın ilginç tezleri var:
--- spoiler ---
her kafasına esen kendini islâm devleti ilan edecek, yaptığı katliamlar da şer'i olacak öyle mi skocax efendi hazretlerimiz.
--- spoiler ---
zaten tarih boyunca her önüne gelen kendini islam devleti ilan etmedi mi? abbasiler emevilerin soyunu kurutup almadı mı halifeliği? şah ismail kendi safevi devletini islamın tek gerçek devleti görmedi mi? arap neden itaat etsin osmanlıya? silah zorundan başka ne yüzünden bir kahireli bir osmanoğlunun otoritesi altına girebilir? sen 1517'de kendini devletül islam ilan ederken kime sordun? kimden aldın yetkiyi? tarih kendini en gerçek devletül islam olarak ilan eden krallarla dolu değil mi? ışid kalkıp soundscharming efendiye soracak ben kendimi devletül islam ilan ediyorum müsaden var mı diye öyle mi? osmanlı kılıçla ve savaşla kahireyi alarak kendini devletül islam ilan etti ışid ise terör ile ilan etmeye çalışıyor. yani savaşla zaptetmek terörden biraz daha az barbarca bir yöntem ancak ikisinin birbirinden farkı nedir tam olarak?
--- spoiler ---
sanki biz bilmiyoruz mürtedin hükmü nedir, yavrum hadislerle de desteklemiş. ışid'in yaptığı dün geceki katliam da şeriatın uygulanmasıymış.
--- spoiler ---
biliyorsan şeri devleti kur ve uygula itiraf ediyorum işte ben mürtedim dostum. gerçekten beni öldürecek misin?
--- spoiler ---
bak sen, ışid ne ara şeriat ahkamını tayin etti türkiye'de de şer'i mahkemelerde yargıladığı insanların dinden çıkma hükmünü verdi. pes yemin ediyorum pes. ben bunca yıl bok yemişim fıkıh okumakla, skocax hazretlerimize sorsaydım ya!
--- spoiler ---
adam şeriat ahkamını sırf türkiye'de değil bütün dünyada ilan ettim diyor. amerika da benim istanbul da benim diyor. evet biliyoruz onun değil hiçbir yer. ancak mesle şu ki: islam fıkhında şeri devletin sınırlarının nereler olduğu mu belirtilmiş? ışid farklı yorumluyor: terör yapabildiğim her yer benim şeri devletimdir diyor. bunun senin "şeri devlet sınırları" üzerine fikrinden farkı ne? ikiniz de öznelsiniz. bilimsel dayanağınız yok. kafanıza göre fetva belirliyorsunuz.
madem onca fıkıh eğitimi aldın seni kadı yapsalar devletül şeriyye de gerçekten dinden dönen insanlara ölüm hükmü verecek misin? bunu cevaplamazsan korkaksın.
cevap gelmiş: türkiye laik değil de şeri bir devlet olsa bir kadı olarak beni öldürme hükmünü verecekmiş. işte insanım diye gezen barbarlar bunlar. bunlarla harflerle, yazılarla falan iletişim kurmaya çabalıyoruz. yazımdaki tezlerime cevap vermediği için ben de onunkine cevap vermiyorum. hatta farazi bir şeri devlette beni sırf dinden döndüm diye öldürme niyeti olan hiçbir maymuna cevap vermiyorum. allahınız kadar taş düşsün başınıza. işte bu canilerle bir arada yaşıyorsunuz ey türk halkı. -
başkanlığa hayır
başkanlık nedir başgan?
başkanlık olsa başka şeyler söylerdim de bu başkanlık değil, başganlık sistemi arkadaşım.
başganlık gıda zehirlenmesidir, denetimsiz sağlıksız besinlerdir, bozuk beyaz peynirdir, açlıktır, sefalettir, kavgadır, dövüştür, şiddettir, rezalettir, nefrettir, öfkedir, zillettir.
ben bir tayyip karşıtıyım. tayyip'in hemen hemen tüm siyasi görüşlerine ve ideolojisine topyekün karşıyım. buna isteyen dini açıdan baksın isteyen ideolojik saplantılı biri olduğumu düşünsün. ben kendimden eminim. akıl ve vicdandan başka pencerem bilim ve sanattan başka rehberim felsefeden başka patikam yok. bu yüzden tayyipçiler, liberaller, sağcılar, orta yolcular, reisçi ülkücüler, bana bişey olmazcılar; ister dinleyin ister dinlemeyin. bu işin kitleler arasında kazananı olmayacak. başganlık gelirse eğer bugün anayasa ve temel hak ve özgürlüklerin zorbaca çiğnenmesi ile bana şöyle dilediğim gibi içime çekeceğim bir tek nefes bırakılmayan bu topraklarda "benim nefes alamamam, benim ezilmem, benim tepelenmem" yasalaşmış olacak. çoğunuzla zaten şu anda dost değiliz, belki bundan sonra düşman bile olmayacağız. ben bir tek kişi de değilim. milyonlarım. başganlık gelse bile senin başgan adayına oy vermeyecek o %50'ye yakınsayan ama geçemeyen onca adamım. ben bu ülkede varım.
başganlık gelirse ne mi olacak?
öncelikle yeni anayasa değişikliği paketi ile hedeflenen cumhurbaşkanı ya da başgan yetkileri için bakınız: https://pbs.twimg.com/media/c0v2tfvxuaaptrc.jpg
satışa hazırlanmış 20 ton bozuk peynir yakalandı haberi var gazetede. 2006 yılına ait. bugün de yakalanıyordur elbet bozuk peynirler. ama başganlık gelirse artık bozuk peynirler yakalanamayacak. neden biliyor musunuz? çünkü bozuk peynirlerin yakalanması kuvvetler ayrılığı denen ilke ile alakalı. eğer kuvvetler ayrılığı olmazsa bozuk peynirler yakalanmaz. bozuk peynirleri yeniden işleyip beyaz peynire çeviriyor gıda teröristleri. marketler de satıyorlar bunları. alıp sofranıza çocuğunuzun önüne koyuyorsunuz. kim denetleyecek? gıda ve tarım kontrol müdürlüğü. peki başganlık sistemi sayesinde gıda ve tarım kontrol müdürlüğü kalıcı olarak enişte kayınço kurumuna dönüşürse? bir tek savcı çıkıp da kötü niyetli bir gıda ve tarım genel müdürünü sırf başgana yakın bir adam diye sorgulayamazsa? o zaman ne olacak? bozuk peynir yememek için gıda tarım kontrol müdürlüğünde benim de çalışmama mahkumsun sen. benim de bu devlette söz hakkı olan biri olmama mahkumsun. beni eğer dışlarsan, eğer kuvvetler ayrılığı denen ilkeyi başganlık sistemi ile ayaklar altına alırsan bozuk peynir yemeye ve zehirlenmeye mahkumsun.
başganlık gelirse ne olacak?
başganlık gelirse bu ülkenin hukuk sistemi değişecek, rejimi değişecek, zamanla tarih anlatısı değişecek, çevresi değişecek, eğitimi değişecek, sen değişeceksin. ve bunlar herkesin uymak zorunda olduğu, uymayanların bu vatandan defolup gitmesinin beklendiği yazılı kanunlara dönüşecek.
bu ülkede kemal gözler diye biri var. anayasa hukuku profesörü. kitapları türkiye'nin bir çok hukuk fakültesinde ders kitabı olarak okutuluyor. anayasa hukukuna giriş, hukuka giriş vs. ve bu adam 23 aralık 2016 tarihinde bir yazı yazdı, başlığı elveda anayasa: http://www.anayasa.gen.tr/elveda-anayasa-v2.htm
tümünü okusanız keşke... yine de ilk ve son paragraflarından bir kuple koyuyorum buraya:
--- spoiler ---
amacım türk anayasa hukuku doktrininin bir üyesi olarak, tarih karşısında sorumluluğumu yerine getirmekten ibarettir. istedim ki, bu değişiklik teklifine zamanında karşı çıktığım kayda geçsin. istedim ki, gelecekte, bir gün birileri çıkıp da bu değişikliği eleştirirlerse, adımı, bu değişikliğin kabul edilmesi safhasında susan anayasa hukukçularının arasında anmasınlar.
....
yıllarca üniversitede anayasa hukuku dersi vermiş, anayasa hukuku alanında pek çok kitap ve makale yazmış, hayatını anayasa hukukuna adamış bir akademisyen olarak, 10 aralık 2016 tarihli anayasa değişikliği teklifini okumuş olmaktan dolayı derin bir üzüntü içindeyim. artık “elveda kuvvetler ayrılığı”, “elveda anayasa” demekten başka söyleyecek bir söz bulamıyorum.
23 aralık 2016, k.g.
--- spoiler ---
sizler hukuk öğrensin, hukukçu olsun diye çocuklarınızı hukuk fakültelerine gönderiyorsunuz, göndereceksiniz. çocuklarınız da hukuk fakültelerinde kemal gözler gibi başganlık sistemine karşı olan ve hala daha bu ülke insanlarının çocuklarına hukuk öğreten bir ton hayyen ve merhum anayasa hocasından ve onların kitaplarından hukuk öğreniyorlar. elbette bunları çoğunuz tarafgir, karşıt, muhalif vs. diye göreceksiniz. ancak madem öyle çocuklarınıza neden bu adamların kitaplarından hukuk öğretmeye kalkışıyorsunuz o halde? sizin adamlarınızın yazdığı kitaplar nerede? sizin adamlarınız kimler? saysan en fazla 40-50 anayasa profesörü var bu ülkede. burhan kuzu gibi akp'den faturalanabilir resmi geliri ve çıkarı olanlar hariç neredeyse tümü karşı başganlığa. anayasa profesörü olmaya da gerek yok, tarafsız bir çocuğa sorsan bozuk peynir yemek ister misin diye o da karşı olur.
eğer bu anayasa değişikliği referandumu geçerse:
yasama-meclis tayyipte
yürütme-bakanlar kurulu-tayyipte
yargı- meclis seçecek ve komple tayyipte olacak.
yargıdaki tayyipçi yürütmedeki tayyipçiyi denetleyecek... ve senin alnının teri ile satınaldığın beyaz peynirin kahvaltı masana bozulmamış, ter temiz, bütün kontrollerinden geçmiş şekilde ulaşmasını sağlayacaklar... babana güveniyor musun tayyipçi idarecilere güvendiğin kadar? eğer tepesinde denetleyen biri olmazsa üç kuruş rüşvete yedi sülalesini satacak insanlar yaşamıyor mu bu memlekette? senin çocuğunun sağlığına neden acısınlar? sana neden acısınlar? gebersen umurlarında mı olur sanıyorsun? ama o rüşvetin döneceği odada başka bir tayyipçi yerine ben olsam gider savcıya şikayet ederim. savcı da eğer tayyipççi değilse ve tepesindeki daha büyük tayyipçi savcılardan doğruyu ve namuslu olanı savunma konusunda çekinmiyorsa o rüşveti alanın tepesine biner. ya da benden çekindikleri için o odada rüşvet dönmez. benim gibi bir denetçiden çekindikleri için başka bir yerde de rüşvet dönmez. kuvvetler ayrılığının, cumhuriyetin, demokrasinin ve adil devlet yapılanmasının ne olduğunu daha nasıl anlatabilirim sana bilmiyorum.
sen de biliyorsun ben de...hepimiz biliyoruz ki türkiye cumhuriyeti şu anda akp parti teşkilatının esas devlete paralel olarak oluşturduğu bir paralel devlet yapılanması tarafından yönetiliyor. sen bununlu mağrursun, ben bundan tiksiniyorum. başganlık bu paralel devletin gerçekte var olan türkiye cumhuriyetinin yerini almasıdır, bunun yasallaşmasıdır. işte bu yüzden savcı da, hakim de, denetçi de, müfettiş de, şube müdürü de aynı yapılanmanın aynı hiyerarşi içindeki aynı davaya inanmış elemanları olacaklar ve birbirlerini kollayacaklar. senin payına düşen masanda çocuğuna yedirdiğin bozuk peynir sadece. bir de seçim sabahlarındaki o saçma sapan zafer sarhoşluğu.
bu ülkede yüzbinler hatta milyonlar sokaklara çıktı gezi direnişinde medya penguen belgeseli izletti sana. senden saklamak istediler, senden saklamayı istiyorlar, seni bu işlerden habersiz, sadece ve sadece kendilerine inanan ve güvenen bir robota dönüştürmek istiyorlar. ışid'in yaktığı türk silahlı kuvvetleri askerlerini saklıyorlar senden. maden göçüyor göçük haberini saklıyorlar, şehit haberlerini saklıyorlar, cemaat yurtlarında yanan ufacık kızları saklıyorlar... bozuk peynir haberini mi saklamayacaklar? ben bunlara karşı durmazsam, kamuoyu oluşturmazsam, sesimi çıkarmazsam sen ne olup bittiğini nereden öğrenceksin? diğer tayyipçilerden mi?
medium.com'da helmuth von moltke üşenmemiş bizim hep görmekten kaçtığımız ama kafamızın içine de kazınmış o kara tabloyu hazırlamış. tayyip'in halihazırda sahip olduğu gücün analiz tablosu: https://cdn-images-1.medium.com/…ai8wzhu7zsxgqg.png
siz bu adama daha ne kadar güç vermek istiyorsunuz? zaten tüm bu güce tam şu anda sahipken bunun kalıcı bir resmi norma dönüşmesini nasıl ve neden isteyebiliyorsunuz?
eğer hedef ilkel de olsa bir devlete sahip olmaksa o devlet kuvvetler ayrılığı olmadan da olur. 1876'ya kadar osmanlı'da anayasa mı vardı? anayasa en temelde iktidarın gücünü kısıtlamak, devletin karşısında vatandaşın temel hak ve özgürlüklerini garanti altına almak için hazırlanan bir yazıt. oysa bu referandumla başganlık sistemi iktidarı tekrar padişaha çeviriyor, iktidarın sonsuz ve mutlak olarak bir tek kişide olmasını sağlıyor. ikimiz de biliyoruz bu ülkede seküler ahlak, muhafazakar sağcı görüşün karşısında hiçbir zaman yüzde elliyi geçemeyecek. başganlık seçimi de seçimi kazananı yasama yürütme ve yargının yegane sahibi bir diktatör yapıyor. yani sen bu ülkede benim tek bir söz sahibi bile olmamı istemiyorsun. oysa başkanlık sistemi sert kuvvetler ayrılığıdır. tüm dünyada gelişmiş medeni ülkelerde uygulanan başkanlık sistemlerinde yasama, yürütme ve yargı asla ve asla tek bir grubun hakimiyetine giremez, girmemiştir. mesela akp-parti teşkilatının hakimiyetine... siz burada akp-parti teşkilatını devletin resmi yasama, yürütme ve yargı organı yapmaya kalkışıyorsunuz. zaten şu anda da öyle de bu bozuk düzeni yazıya döküp türkiye'nin resmi doktrini yapmaya çabalıyorsunuz. bizim temel kaygımız bozuk peynir yemek istemiyor oluşumuz. denetleme mekanizmaları sadece farklı gruplardan, farklı davaları sahiplenmiş insanlardan, farklı siyasi görüşlerden elemanları olan idari yapılanmalarda çalışır. eğer beni bu denetleme mekanizmasının dışına itersen; eğer beni yok sayarsan önündeki zeytine her çatal batırışında, çocuğuna verdiğin o beyaz görünen sütte, tabağındaki yemekten her kaşık aldığında bu yazı aklına gelsin. sen benim seni denetlememe mahkumsun. ister evet de ister hayır referandumda. sen bilirsin arkadaş. her ne yiyorsan da afiyet olsun.
ekşisözlük başkanlığa hayır kampanyası vatana millete hayırlı olsun. -
türkiye'nin 4'e ayrılması gerekliliği
akademisyenlerin, doktorların, mühendislerin, liyakatli öğretmenlerin, en iyi gazetecilerin, bilim insanlarının, beyaz yakanın dolayısı ile kaliteli mavi yakanın, burjuvazinin, hukukçuların ve kaliteli imamların bile ekseriyetinin seçeceği ülkeye seküler türkiye dersek eğer:
(mesela sabancı, koç, odtü, boğaziçi, bilkent gibi okulların profları islamcı türkiye'yi seçer mi? onlar seküler türkiye'yi seçerse bugün muhafazakar takılan yığınlar sabahattin zaim'in proflarına mı okutmak ister çocuklarını?)
şu anda kimin kimliğinin tam olarak ne olduğunun herhangi bir yerde kayıtlı olmaması ve bunun kayıt altına alınmasının sakıncalı bir durum oluşturacağı gerçeğinden hareketle bölünmeden hemen önce "kim kendini nasıl tanımlıyorsa o bölgeye göç etsin" aşamasında diğer üç grubun büyük kısmının seküler türkiye'ye ilticası ile sonuçlanacak hiç bir işe yaramayacakır, hatta eğer bölünme bugünkü bölgesel yoğunluklara göre olursa bütün kayserinin izmire doluştuğunu düşünün... kurtarılmış üç beş yeri de daha muhafazakar yapmaktan başka işe yaramayacaktır. bunun da ötesinde keşke gerçekten herkes istediği yaşam tarzı ve kültürel donelerle yaşayabileceği bölgelere ayrılsa ama türkiye için kavgasız dövüşsüz bölünme imkansız bir opsiyon. o yüzden dillendirmek bile gereksiz. -
çözüm sürecinde tayyip'in pkk'yı 10 kat büyütmesi
on kat derken en az on kat büyütmüştür.
terör örgütleri için büyümenin 3 ekseni var:
1-finansman
2-insan kaynakları
3-uluslararası stratejik ortaklık
çözüm sürecinde pkk üç alanda da büyüdü. çünkü tayyip ve devlet çözüm süreci adı altında pkk'ya bu üç alanda da muazzam özgürlük verdi.
1-finansman
pkk'nın finansmanı eskiden üç temel kaynaktan sağlanıyordu tayyip'in sünnilik-selefilik eksenli suriye politikası dördüncü bir kaynak verdi pkk'ya: rojova petrolü:
1-kaçakçılık ve uyuşturucu ticareti
2-bölge halkından toplanan vergiler
3-ulusal ve uluslararsı yatırımlardan elde edilen kar
4-rojova petrolü: varili 15 dolardan günlük 150 bin varil.
çözüm sürecinde tsk'nın kışlalara hapsedilmesi, kaçakçılığa ve pkk'nın bölgede kurduğu illegal devlet yapılanmasının maliye bakanlığının vergi toplama organizasyonlarına müdahale edememesi ve ötesinde tayyip'in ve devletin pkk'yı "birlikte masaya oturulacak meşru bir örgüt olarak görmesi" ile pkk'nın ulusal ve uluslararası boyuttaki yatırımlarının da meşruluk kazanması pkk'nın finansman gücünü arttırmıştır.
ayrıca suriye'de ayaklanmalar başladığında esat ile birlik olup pyd gibi terör örgütlerinin kuzey suriye'yi işgalini engellemek için çabalamak varken selefi-cihatçı örgütlere yardım ve yataklık yaparak suriye'nin iyice cadı kazanına dönmesini ve pkk güdümünde ve apocu ideoloji ile kurulan pyd'nin ufak çapta bir devlete dönüşmesini sağlaması pkk'nın finansman kaynaklarını onlarca kat arttırmıştır.
2-insan kaynakları
pkk'ya katılımların resmi bir kaydını tutmak mümkün ancak beceriksiz islamcı iktidarın elinde olan devlet organlarının bu kaydı tutabilecek yetkinlikte olmayışı bizi bu datadan mahrum bırakıyor. onun yerine pkk'nın çözüm süreci sonrası etkinliğine ve katlettiği sivil ve kolluk gücü sayısına bakarak insan gücünün ne duruma geldiğini görebiliriz. terör saldırılarının çözümden önceki döneme göre en az on kat arttığını kimse inkar edemez sanırım. ayrıca katledilen şehit ve sivil insan sayısı da çözüm süreci öncesine göre en az on kat artmıştır. neden? çünkü çözüm süreci "etnik kimliği kürt olan bir çok insana pkk denen örgütün gerçekten haklı bir dava uğruna terör yaptığı" algısı vermiştir. çözüm sürecinden önce pkk'nın bir cadı, bir öcü, dünyanın en berbat örgütü olduğu algısı hakimken bu süreç esnasından bülent arıncından beşir atalayına kadar menemen olayında kubilayın kellesini kesenlerin torunlarından oluşan tüm islamcı şeriatçı iktidar mensupları aponun davasının haklı kemalizmin ise öcü olduğu gibi beyanlarda bulunmuş, bir kemalizm-apoculuk dualizmi yaratmaya çabalamışlardır. gördüğümüz üzere en son yaratmaya çabaladıkları bu dualizm ellerinde patladı. pkk'ya karşı olan tavrınızda en ufak bir gevşeklik gösterirseniz örgüte katılım, ideolojik sempatizanlık, destekçilik geometrik bir artışla karşınıza çıkar. bu artışlar ile canlı bomba olmaya müsait militanların artışı da doğru orantılıdır. sempatizan sayısı ne kadar artarsa canlı bomba olmaya müsait militan sayısı da o düzeyde artar. bugün yaşadıklarımız bu doğru orantının sonucudur.
3-uluslararası stratejik ortaklık
tamam terör örgütünü muhattap almadan kürt kimliği üzerinden meşru muhalafet ile çözüm süreci yaparsın, ölümlerden bıkmışsındır, terör bitmeyecektir, kürt sorunu asla çözülmeyecektir; halka sorarsın, muhalefetin görüşünü alırsın... bir süreç başlatırsın belki doğrudur belki yanlıştır bunu ölçecek bir enstrümanımız yok. ancak bu süreci suriye'de güçlenen pkk ideolojisi ile kurulmuş pyd diye bir örgüt tam kuzey suriyeye hakim olmaya başlarken neden yaparsın ulan? pyd yani pkk'nın suriye yapılanması abd ile bu kadar içli dışlı iken suriyede abd ile birlikte ortak bir hedef belirlemişken neden yaparsın oğlum? pkk'nın ağır silahlara, daha fazla insan gücüne, petrol kaynaklarına, uluslararası ortaklıklara zaten sahip olmaya başladığı 2012-2013 yıllarında bir de sen türkiyenin içinden neden pkk'yı "asfalt altına mayın döşeyecek kadar" serbest bırakarak bu güçlenmeye destek olursun?
neden? neden? neden? neden?
mit müsteşarının imralı görüşmeleri nete düştü tamamını okudum ta o zamanlar. senin mit müsteşarın bile apoya "başkanlık" diye hitap ederken sen neden bugün almanyanın ya da avrupanın pkk propagandası yapana, pkk'ya yardım toplayana ses etmemesine şaşırırsın?
çözüm süreci suriye savaşından bağımsız düşünülemez. çünkü ikisi de aynı dönemde aynı coğrafyada oldu! aynı iktidar her ikisinde de kendisi karar aldı.
pkk'yı on kat güçlendiren de bugün ölen her on türk vatandaşından dokuzunun ölümüne sebep olan da bunlardır. islamcılar eğitimsizdirler, basiretsizdirler, beceriksizdirler. olan biten bu.
terör saldırısı sonrası kayseri'de chp binasını taşlayan maymunlar pkk'nın nasıl olup da bu kadar güçlendiği sorusuna kendi primat zekaları ile cevap versinler onlardan dinleyelim bir de. primatların evrimi hakkındaki bilimsel çalışmalara katkı sağlamış olurlar en azından. -
şaka maka 14 yılda araba almanın kolaylaşması
araba almanın kolaylaştığı bir gerçek. bu durumun akepenin başarısı olup olmadığı ise sorgulanabilir. son 20 yılda da kolaylaştı araba almak son 50 yılda da hatta son 100 yılda da. 2002 yılından geriye bakınca da son 14 yılda kolaylaşmıştı. hatta size bir müjde vereyim: 14 yıl sonra da bugüne göre daha kolay olacak.
başlığın özellike "son 14 yıl" şeklinde açılması ve bu şekilde akepenin 14 yıllık iktidarının belirtilmiş olmasının bu başlığın masum bir tespitten öte bir tür akepe propagandası olduğuna dair ciddi şüpheler oluşturuyor ve muhaliflerin haklı tepkisini çekiyor. ayrıca muhaliflerin başlıkla dalga geçmesine neden oluyor ki muhalifler bu dalga geçme eylemi ile kimseye haksızlık da yapmış sayılmazlar.
son 14 yıl denilen süre türkiye'de oto sanayi tarihinin üçte birine falan takabül eder. düşün ki memlekette oto sanayi adam gibi 1970'lerde başlamış (ki neden böyle olduğunu, bu kadar geç kalındığını da biraz sonra aşağıda açıklamaya çalışacağım)
memlekette yıllara göre motorlu araç sayısı
1933 yılı- 7.575 araç
..
1970 yılı- 403.454 araç
1980 yılı- 1.696.681 araç
1990 yılı- 3.750.678 araç
2002 yılı- 8.655.170 araç
2011 yılı-16.089.528 araç
2016 yılı-20.887.427 araç
http://www.turktrafik.org/…-motorlu-arac-sayisi.pdf
adam bilinç altında hesabı şu şekilde yapıyor:
1970-1980 yılları arasında araç sayısı 1.2 milyon arttığına göre akepe araç sayısını 14 yılda "cehape zihniyeti"ne göre on kat yani 12 milyon arttırmış demek ki akepe başarılıdır. yani akepe araba sayısını yılda yaklaşık 1 milyon falan arttırmış ve eski hükümetler de keşke (aynı aritmetik oranda) bu kadar arttırabilseydi. :(((
bugün memlekette açık olan oto sanayiye en etkin fabrikalar ve türkiye'de sanayiye ya da montaja başlayış tarihleri:
ford otomotiv-1959
otosan-1959
otokar-1963
tofaş-1968
man temsa-1968
oyak renault-1969
bmc-1976
anadolu ısuzu-1986
honda türkiye-1996
toyota otomotiv-1990
hyundai assan-1995
mercedes benz-1995 (mesaj geldi otomarsan ismiyle 1967'den beri varmış)
bunlar zannediyor ki türkiye'de bin yıldır otomobil piyasası vardı ama türkiye hep beceriksiz hükümetlerle idare edildiği için millet fakirdi, refah yoktu ve kimse araba alamıyordu akepe geldi ve bizi kurtardığğğ.
yani 1974'te ve 1978'te iktidara gelen ecevit de keşke araba sayısını yılda 1 milyon arttırabilseydi ama sadece 100 bin falan artmış o dönemlerde. işte cehape zihniyet. (bu arada bunları diyen adamın babası demirele bastı oyu o dönemde ve 1960-1980 arası dönemin 11 yılında bu adamın babasının oy verdiği demirel başbakandı. 1980-2000 yılları arası dönemde yine bu adamların babalarının oy verdiği sağcı hükümetler yaklaşık 16 yıl hükümetlik yaptılar.)
bu akepenin gelişen teknolojinin insanlarda bir takım refah ve konfor oluşturmasından prim elde etmeye çabalaması hakkaten tiksindirici bir durum. nasıl ki eskiden internet diye bir şey olmadığı için internetten hastane randevusu sisteminin var olması mümkün değildi ve a partisi de olsa b partisi de olsa internet yaygınlaştıktan sonra internetten hastane randevusu sistemini muhakkak getirecekti, araba sayısının artması, konut kalitesinin artması, yapılan yol miktarının artması da gelişen teknoloji ile alakalı ve ortada bir takım siyasi başarılar olduğunu ispatlamıyor. akepe zaten zihniyet olarak gelişen tekonolojinin ve bilimin düşmanı olduğu için akepelilerin bu tür konfor ve kalite gelişmelerini kendilerine mal etmeleri dünyanın en büyük ironilerinden. bütün okulları imam hatipe çevirme fırsatı yakaldık diyen ve ülkede ses çıkaran bir seküler kesim olmasa hakkaten bu emelini gerçekleştirecek olan zift karası bu zihniyet bilimin dünya üzerindeki en büyük düşmanlarından biridir.
türkiye'nin 1970'li yıllardaki araç üretim kapasitesi ile 2016 yılındaki araç üretim kapasitesi bir değildir. ve eğer arap ülkeleri gibi satacak devasa petrol kaynaklarınız yoksa vatandaşınızın araç alabilmesi için o aracın en azından montajının ülkenizde yapılmasını sağlamak zorundasınız ki istihdam olsun. vatandaş da araç alacak parayı kazanabilsin. bu nedenle eğer siyasi bir iktidarın araç satış ve vatandaşın araç alabilme refahı başarılarını insan gibi karşılaştırmak istiyorsanız ülkenin bu yıllardaki araç üretim kapasitelerini de karşılaştırmak zorundasınız. mesela 1970 yılındayız diyelim fabrika daha dün açılmış adam kalkıp soruyor "yav 2016'da oluşacak araba alma kolaylığı bu 1970 yılında neden olamıyor lanet olsun!" bu adama "hey dostum ne çektiysen o malın aynından istiyorum"dan başka ne denilebilir?
aynı durum türkiye'nin askeri alandaki teknolojik üretimlerinde de var. milli tank, milli savaş gemisi, milli helikopter vs. çoğu yabancı ortaklı projeler de insanlara bir "islamcı iktidarın başarı hikayesi" mavalı anlatılıyor bunlarla.
aselsan 1975 yılında kurulmuş
havelsan 1982 yılında kurulmuş
tusaş, tai 1983 yılında kurulmuş
bunlar milli tankı ya da milli helikopteri ya da bunların bazı kısımlarını, parçalarını, montajlarını acaba neden 1990 yılında değil de 2010 yılında yapmayı başarabildiler? burası çok yüksek zeka gerektiriyo baylar bakınız... neden acaba? 1990'daki siyasi iktidarlar berbat tayyipin iktidarı ise müthiş bilimci ve tekonolojici olduğu için mi? yoksa 1990 yılında bu kurumlar kurulalı henüz 5-10 sene olmuştu da ondan mı? 5-10 senede henüz yeterli personeli, yeterli deneyimi, yeterli tekonolojik kapasiteyi ve yeterli tesisi elde edememiş oldukları için mi?
islamcı iktidar sırf islamcı olduğu için ve türkiyeyi olabildiğince islamcı bir ülkeye çevirebilemsi için her türlü safsataya ve hileye, her türlü yalan ve yanlış istatistiğe balıklama atlıyor bu gerici partizanlar.
keza inşaat maliyetleri, baraj, yol, köprü ve tünel maliyetleri son 50 yılda inanılmaz oranlarda düşmüş, yapım ve üretim hızları da gelişen teknoloji ile muazzam artımıştır.
türk mühendislerinin tarihte ilk inşaa ettikleri baraj 1930 yılında inşaatına başlanan ve 1936 yılında bitirilen ankaradaki çubuk 1 barajıdır ki onda bile şantiye şefliğini haydinberger isminde bir alman mühendis yapmıştır. bugünkü teknoloji ile artık bu ebatta barajların yapımı 2 yıl sürüyor. emek maliyeti, enerjiye ve baraj için gerekli malzemeye ulaşılabilirlik, nakliye gibi maliyetlerin tümü gelişen teknoloji ile düştü.
batılı ülkeler 1850'den beri baraj yapabiliyorken biz 80 yıl geç elde ettik baraj yapabilme yeteneğini.
batılı ülkeler toplu konut meselesini 1940'larda çözebilmişken biz en az 50-60 yıl geç becerebildik bunu. hala daha başarabildiğimiz de söylenemez.
1930'da abd'de 26 milyon araç vardı ve her 1000 kişiye 211 araç düşüyordu.
2014'de türkiye'de 18 milyon araç vardı ve her 1000 kişiye 253 araç düşüyordu.
80 yıl sonra anca o seviyeye gelebilmişiz. neden acaba? cehape zihniyeti yüzünden mi?
şimdi baraj, otomobil, yol gibi şeyleri araplar gibi uçsuz bucaksız yeraltı kaynaklarınız olmadığı için sürekli dışarıdan satın alamıyorsunuz ve kendiniz yapamadığınız sürece de bunların hiçbirine sahip olamayacaksınız.
baraj ya da otomobil yapabilmek için ne gerekir sorarım size. öncelikle okuma yazmayı öğrenmek lazım değil mi. okuma yazma bilmeden baraj yapabilmek mümkün mü?
türkiye'deki okur yazar oranı ne zaman %80 seviyelerine gelebildi?
1990 yılında.
baraj ya da otomobil yapabilmek için başka ne lazım?
okul lazım, newton fiziği öğrenmek lazım, üniversite lazım, makine mühendisliği okumak lazım. sonra da sanayi için devlet ya da özel teşebbüs lazım.
biz mesela 7 yaşına gelmiş her çocuğun ilkokula erişimini hangi yıl sağlayabildik?
ilkokulda net okullaşma oranı ancak 2000 yılı itibari ile %90'lara ulaşabildi. bugün bile her çocuk ilköğretime erişim sağlayamıyor.
türkiye'de ilk makine mühendisliği bölümü ne zaman açıldı?
gerçek anlamda 1926 yılında darül fünun fen edebiyat fakültesi bünyesinde açılan makine-elektrik enstitüsünde makine-elektrik mühendisliği bölümü ile.
ondan önce 1867'de açılan osmanlı mühendishaneleri yılda toplam 30 mezun veriyorlardı. sivil hizmetler için ilk mühendislik okulu 1883 yılında açılan hendese-i mülkiye mektebidir ve 1909 yılında açılan mühendis mekteb-i alisi de 1910-1928 yılları arasında toplamda sadece 237 mezun vermiştir. (kaynak)
peki osmanlı gelecekteki vatandaşlarının (bizim) teknoloji alanında refah bir hayata erişemeyeceğimizi neden umursamadı?
çünkü osmanlı bunları sorgulayacak kapasitede idarecilere sahip değildi. yanlış bir siyaset izliyordu ve halkını, milletini gelecekte zillet içine sokmaktan hiç çekinmiyordu. çünkü osmanlı teokratik bir krallıktı ve dini saiklerle yönetilirdi. gelişime ve değişime açık değildi. bir mollanın bir şeyhülislamın, dinle kafayı bozmuş bir idarecinin sözünü gelecekte bir gün aç ve açıkta kalma, yenilme ve ezilme ihtimallerine tercih ediyorlardı. yapılması gerekeni, değiştirilmesi gerekeni akılla bulma yolunu değil eski dini metinlerde arama yolunu seçmişlerdi.
bu ülkenin islamcıları şunu kafalarına soksunlar: osmanlının evrile evrile, gelişe gelişe geldiği en ileri nokta biziz siz değilsiniz. 21. yüzyılın esas osmanlıları türkiyenin çağdaş insanlarıdır. osmanlıyı yıkan da sizsiniz, yüzyıllardır bu ülkeye ayak bağı olmaktan başka bir işe de yaramıyorsunuz.
bu yüzden eğer siyasi bir propaganda yapılmak isteniyorsa dürüst olup son 14 yıldaki araç artışı, araç alımının kolaylaşması gibi meselelerden çok konu edilmesi gereken şeyler şunlardır: osmanlıyı yıkan ve yok eden, osmanlıdan geriye kalan milleti ezilen ve diğer medeniyetlerden daha geri, daha konforsuz, daha az refah hayatlar yaşamaya mahkum eden dini içerikli medrese eğitimi, arap kültürü empozesi, gerici zihniyet azaldı mı? kaç tane imam hatip millete zillet saçtığı için kapatıldı mesela son 14 yılda? çağdaşlaşma ve modernleşme için neler yapıldı? yapılan şey şu:
türkan saylan'ın vakıf aracılığı ile hakkari'ye kurdurduğu çağdaş yaşam kız ilköğretim okulunu 2014 yılında imam hatip'e çevirmek: http://www.cumhuriyet.com.tr/…_saylan_a_uzandi.html ve açılan diğer bir milyon imam hatip okulu daha.
yani eğer osmanlının dini saiklerle yönetilen bir devlet olması bugün türkiye'de yaşayan benim geri kalmışlığa mahkum olmama neden olmuşsa hala daha dini saiklerle devlet yönetmeye kalkışmak gelecekte benim çocuklarımın ve torunlarımın da aynı şekilde geri kalmışlığa mahkum olmasına neden olmayacak mı?
bu kadar çok somut data varken bile bunlar bir devletin dini saiklerle yönetilmesi, dinin toplumda gerici ve gelişmeye, refaha kapalı bir zihniyete sebep olması gibi meseleleri hala daha ciddiye almıyorlar. bunun sebebi de bunların babalarının ve dedelerinin aynı dini saiklerle yıllar boyu uyutulmuş olması.
dünyada ne kadar geri kalmış devlet varsa tümü kolektif zihniyet anlamında akıl-dogma cetvelinde dogma tarafına yakınsayan devletlerdir. tümü dini ve kültürel aidiyetlerini akılın ve bilimin önüne koyduğu için geri kalmıştır. tümü bir devleti ileri yapan, adil yapan, liyakat sistemini işler yapan, yeteneğe saygı kültürünü oluşturan, görev paylaşımını hakkaniyetli yapan modern bir hukuk sistemine sahip olamadıkları için geridir. türkiye de bunlardan biridir. diğer geri kalmış ülkelerin dogmaları farklı farklı olabilir ancak türkiye'de hukuk sisteminin gerektiği gibi kurulamamasının ve çalışamamasının en büyük gerekçesi dini bağnazlık ve dinin akla, bilgiye ve bilime hala daha hükmediyor olmasıdır. -
parkta spor yapan hamile kadına saldırı
polly jean rumuzlu yazar arkadaşın haklı isyanına katılıyor ve hatta genel olarak dünya üzerinde ve özellikle türkiye gibi müslüman ülkelerde feminizmi destekliyorum. feminizm, batılı ülkeler de dahil olmak üzere dünya genelinde hemen hemen her konuda dezavantajlı konumda olan ikinci cinsin eşit olabilmesi için sert ve ateşli şekilde savunulmasıdır, zaman zaman ölçülü şiddet de içerebilen mücadelesidir. bu savunma ve mücadele bir çok yerde kadın-erkek eşitliği teorisinin de ötesine geçebilir ve pozitif ayrımcılık kavramının uygulanmasını gerektirebilir, bunu da destekliyorum. zira realitede dezavantajlı olan bir gruba teoride eşitlik vermeye çabalayarak adalete ulaşamazsınız. van gölü ile beyşehir gölüne aynı cins musluklardan aynı debide su akıtarak bu gölleri birbirlerine eşit göller yapamazsınız. toplumlar yavaş hareket eden ve yavaş dönüşüm yaşayan organizmalardır. insanlık tarım devrimini yaptığı günden beri ve ancak son yüzyılda bir insan hakları evrensel bildirgesi yazmayı akıl edebilene dek cinsler arası iktidar paylaşımı tümüyle erkek lehine birikmiş. o eşitliği epeyce bir sürede bozacak miktarın göz ardı edilebilirliği sağlanana dek bir çoğumuz ölmüş gitmiş oluruz. o yüzden kadınlara bir çok alanda pozitif ayrımcılık yapılması esas adil olandır.
(onca telkin edilmiş ilgili yazıda ancak burayı "ama" ile bağlamak durumundayım)
ama bu meselenin feminizm ile, kadın hakları yürüyüşleri ile ya da mor çatı ile bağlantısını çözemedim. çözen arkadaşlar açıklarsa ben de aydınlanmış olurum.
ilgili yazısında sözlükte "dikkat çekmek isteyen kadın, şöyle kadın böyle kadın vs. " diye yazan yazarları eleştirmiş. eleştiri haklı ancak konu ile alakası nedir? yine ilgili yazısında bu noktaya el birliği ile gelindiği şeklinde toplu bir aforoz etme var, modern filan olduğunu düşünenlerin bir kısmının da suçlu olduğunu belirtmiş ki haklıdır ancak tacize uğrayan kadının beyanına güvenmek ya da güvenmemek ile bu olayın ilgisi nedir?
oysa saldırıya uğrayan hanımefendinin beyanında saldırganın bir tür islamcı olabileceğine dair ipuçları var:
-üzerimde mont vardı, kapalıydı.
-eşofman giymiştim
-kadın olduğum bile belli değildi.
gibi ifadeler saldırının islamcı biri tarafından islam adına yapıldığı gibi bir intiba uyandırıyor bende. yani "açık bir kıyafet giymemiştim ve inançlarını yanlış bulsam bile islam algısı o şekilde olanları "tahrik" edecek bir vaziyet halinde değildim" anlamında veriyor bu ifadeyi. ve hanımefendide de adamın islamcı olduğu intibası oluşmuş olacak ki ya da ilgili videodaki röportajda söylemediği bazı şeyleri kendisi zaten biliyor olacak ki bu tür beyanlarda bulunma mecburiyetinde hissetti kendini. en azından ben bu şekilde anlıyorum.
tam olarak olup biteni, saldırganın kendi islam algısı öyle emrettiği için kadını parkta yürüyüş yapan günahkar biri ilan edip, onu emri bil ma'ruf nehyi anil münker doktrinine göre uyarması ve mahalini bu tür bir günahtan kurtarmış olması fikrini ciddiye alıyorum polly'nin aksine. elbette saldırganın ruhsal sıkıntılı bir manyak olma ihtimalini de bütünüyle göz ardı etmiyorum. sonuçta ben hakikate bakarım, hakikati ararım.
ve bu olayın birinci ihtimal yüzünden; yani saldırganın kendi islam algısı öyle emrettiği için yaşandığı ihtimaline diğerinden çok daha büyük pay veriyorum. çünkü içinde yaşadığım kültüre ve o kültürün kökenini oluşturan 8-12. yüyıllar arası dilime ait el yazmalarına az çok hakimim: bu kültürde bu şekilde bir olay yaşanmış olmasını sürpriz olarak görmüyorum. bu el yazmalarının derlenip toplandığı yerin gazaliye ait ihya-ı ulumüddin olduğunu az çok biliyorum. ve o derlemede kadınlara çizilen sınır şudur:
--- spoiler ---
kocanın eşi üzerindeki hakkından birisi; kocası onu yatağa davet ettiği zaman, o devenin sırtında bile olsa kocasını reddetmemesidir. yine kocanın hakkından birisi de kocanın izni olmaksızın onun evinden herhangi bir şeyi başkasına vermemesidir. eğer kocasından izin almadan onun evinden başkasına birşey verirse günahı onun boynuna, sevabı ise kocasına yazılır. kocanın hakkından birisi de, kocanın izni olmaksızın nafile oruç tutmamasıdır. eğer kocanın izni olmadan nafile oruç tutarsa, boşu boşuna acıkmış ve susamış olur, o oruç kendisinden kabul olunmaz. eğer kocanın izni olmadığı halde kocasının evinden çıkarsa, eve dönünceye veya tevbe edinceye kadar melekler ona lânet okurlar.
...
kadının yerine getirmekle mükellef olduğu edepler hususunda en kapsamlı söz şudur: 'evinin derinliğinde oturmalı. iğini elinden bırakmamalı.çok girip çıkmamalı. komşularıyla az konuşmalı. ancak gerektiği zaman onlara gitmeli. kocası evde olmadığı zaman, onun namusunu ve malını korumalı. bütün işlerinde kocasını sevindirmeyi düşünmeli. nefsinde ve kocasının malında kocasına ihanet etmemeli. onun evinden ancak onun izniyle çıkmalı. eğer onun izniyle çıkarsa güzelliklerini yırtık pırtık bir kıyafet içerisinde gizlemeli. çarşı ve pazarlardan geçmeyi değil, tenha yolları seçmeli. yabancı bir kimseye sesini duyurmaktan sakınmalı veya yabancı bir kimseye kendisini tanıtmaktan sakınmalı. ihtiyaçlarını temin etmek için kocasının dostuna kendisini tanıtmamalı. kendisini tanıdığını veya kendisinin tanıdığını zannettiği bir kimseye kendisini tanıtmayacak bir şekilde davranmalı. durumunu düzeltmeye ve ev işlerini düzene sokmaya çalışmalı. namazına, orucuna yönelmeli. kapıya gelen kocasının bir dostu izin istediği zaman, kocası hazır olmadığı takdirde kapıda onlara kim olduklarını dahi sormamalı ve onlarla karşılıklı konuşmaya girişmemeli. bütün bunları kendi nefsi ve kocasının şerefi için yapmalı. cenabı hakkın rızık olarak kocası vasıtasıyla kendisine verdiğine kanaat etmeli ve diğer akrabalarının hakkını da takdim etmeli. nefsinde çok nazif olmalı. her zaman öyle bir durumda bulunmalı ki, kocası istediği anda onunla yatağa girmeli. kocasının çocuklarına şefkat göstermeli. onları örtmeye dikkat etmeli. çocuklarına küfretmek ve kocasına karşılık vermek hususunda dili kısa olmalı'. (ihya-ı ulumiddin, 2. cilt, 2. kitap, 16. bab, talak)
--- spoiler ---
biliyorum algılamakta sorun yaşıyorusunuz ancak şunları bu ülkede on milyonlarca kişi hayat tarzı, mutlak hakikat, en doğru bilgi ve yaşam felsefesi olarak görüyor ve ona göre yaşıyor. tümü neden acaba? yeteri kadar kadın hakları yürüyüşü yapmadığımız için mi? evet feminizm, kadının haklarının ve söz hakkının erkekten zerre eksik olmaması ideali ama işte diyorlar ya hayaller paris gerçekler adana... tümü hangi sebeple?
gazali'nin aynı eserinin 2. cildi baştan sona kadar "adab" hakkındadır. mesela emri bil "ma'ruf nehyi anil münker" in adabı nasıl olmalıdır?
emri bil ma'ruf: marufu yani bilineni emretmek. (islamın iyiliğini ve farzlarını emretmek diye çevirirler)
nehyi anil münker: münkeri, inkar edileni nehyetmek yani yasaklamak. (kötülükten, islama uygun olmayandan men etmek diye çevirirler)
"cihat" denen aksiyonun ufak çaplı ideolojik sloganıdır bu ifade aynı zamanda.
gazali ihyasının ikinci cildi olan "adap"ın dokuzuncu kitabı olan "emri bil ma'ruf ve nehyi anil münker"de şunları öğütler müslümanlara ki gazalinin öğüdü gazalici nihilist müslümanlar için emirden ötedir:
*emri bil ma'ruf ve nehyi anil münker yapmak müslümana farzdır. yani bir müslümanı gazalici islama aykırı hareket ederken görürseniz uyarmak size allahın emridir, bir şekilde uyarmak zorundasınız. (2. bab)
peki uyarmanın usulü nasıl olmalı? bu vakadaki gibi fiziksel saldırı ile uyarılabilir mi? aynı kitabın 1. rükün isimli 3. babı:
--- spoiler ---
emri bi'l ma'ruf ve nehyi an'il münker bazen va'z ve nasihat yapmak sûretiyle bazen de zor kullanmak sûretiyle olur. herkesten önce söylediklerini tatbik etmeyen bir kimsenin nasihati verimli olamaz. o halde, deriz ki: halk tarafından fasıklığının bilindiğini bilen bir kimse, kesinlikle bilir ki, va'z ve nasihatte sözü kabul edilmez. bu bakımdan va'z ve nasihat yoluyla emri bi'l ma'ruf ve nehyi an'il münker yapması gerekmez. zira bunda bir fayda yoktur. bu bakımdan fâsıklık, onun sözünün faydasını düşürmekte tesir eder. sözün faydası düştü mü, farz olması da ortadan kalkar.
--- spoiler ---
şimdi sevgili polly olabildiğince açık anlatmaya çalışacağım:
1- ortada 1 adet islamcı var (büyük ihtimalle)
2-islamcılığın temel kaynağının gazali ve gazali'nin islamcılığa kaynaklık eden kitabının ihya-ı ulumiddin olduğu tüm sünni islamcılarca tasdik ediliyor. (şii islamcılar diye bir grup ve farklı türde islamcılar da mevcut ancak bizim ülkemiz için esas mesele sünni islamcılar. her sünni, islamcı değildir ama türkiye'de islamcılığın kaynakları sünniliğin kaynaklarıdır. bu uzun bir mevzu mezhep düşmanlığının ötesinde bir açıklaması var. isteyenle istediği kadar tartışırım bu konuyu)
3- bu islamcı islamcılığın kaynağında yazan emri uyguluyor.
4- polly gelip faturayı bütün dünya aleme kesiyor.
5- bu meselenin kökü orta doğu kültürüdür (yani islamcılıktır) diyenlere öyle demeyin çıkıp protesto yapın ve mor çatıya bağış yapın tavsiyeleri veriyor.
benim protesto kültürüne karşı olmak gibi bir şansım yok, bizzat kendim eylemciyim, 1960'lı yıllardaki öğrenci protestolarının avrupayı nasıl şekillendirdiğini, medeniyeti nasıl yücelttiğini anlayan, takdir eden biriyim. protestoları desteklerim katılırım, bağırırım. elbette protestoya katılsın insanlar, elbette mor çatıya bağış da yapsınlar. ama şu olayda esas yapılması gereken feminist harekete, kadın haklarına, kadının erkekle aynı seviyede ve aynı değerde bir insan cinsi olduğuna odaklanmak mı yoksa problemin islamcılık ve sadece islamcılık olduğunu dünya aleme ilan etmeye çabalamak mı? o adamın emri bil ma'ruf ve nehyi anil münker amaçlı saldırdığı insan bir erkek olarak parkta bir başına bira içen ben de olabilirdim. o durumda da mı mor çatıya bağış ve kadın hakları için yürüyüş yapılması gereken bir numaralı eylemler olacaktı? oysa o da ben de 11. yüzyılda yazılmış aynı kitabın aynı cildinin aynı babının aynı maddesi sebebiyle saldırıya uğruyoruz. neden karşı olunması gereken şey bende farklı onda farklı oluyor?
feminist harekette en fazla saygı duyduğum grup femen. ve femen bile karadenizin karşısından bakarak islamcılığın kadınlara ne denli zarar verdiğini, kadın haklarının önündeki en büyük engellerden birinin ve hatta belki en büyüğünün islamcılık olduğunu görebiliyorken türk feministleri en fazla karşı oldukları, en sert mücadele ettikleri şeyin islamcılık olması gerektiğine neden bir türlü ikna olamazlar?
elbette memlekette feminizmi topyekün ya da büyük nispette temsil eden bir oluşum yok, hatta türkiye'de örgütlü feminizm neredeyse hiç yok. feminizm kah edebiyat alanında, kah üniversitelerdeki kolektif ufak çaplı grupların sloganlarında, en yaygın hali de sağda solda bireysel anlamda arada sırada görünüp sonra kayboluyor. islamcı feminizm denen ifadeyi absürd bulduğum için o gruba değinmekten özellikle kaçınıyorum bu arada. feminizmin ruhunu özümsemiş türkiye feministlerinin de islamcı feminizm denen ucube kavramı ciddiye almayacaklarını ve hatta böyle bir oluşum ortaya çıkarsa en fazla bununla mücadele edeceklerini düşünmek istiyorum. türkiye'de örgütlü feminizm zayıf. bu da mesela ayrı bir eksiklik. özellikle türkiye'ye has olarak örgütlü feminizmin olabilidiğince güçlü olmasını temenni ederdim ben. çünkü bütün dünya üzerinde gerek psikolojik anlamda gerekse fiziksel anlamda en fazla erkek şiddetine müslüman ülkelerin modern kadınlarının uğradığını düşünmüşümdür.
sevgili polly, bu olaydan ötürü öyle iddia ettiğin gibi suçlu filan değilim ben. ve evet bütün faturayı orta doğu kültürüne kesiyorum, orta doğu kültürüne saydırıyorum senin de saydırmanı bekliyorum. senin kadın hakları ile ilgili meselelerde zaman zaman yazılarına denk geliyorum sözlükte ve genelde beğenerek de okuyorum. ancak feminizmin sözlükteki seslerinden biri olduğun ön kabulü ile özellikle ortadoğu kültürüne elinden geldiği kadar saydırmayı hafife alan tavrından dolayı "islamcılıkla yapılması gereken mücadelede" biraz korkak görüyorum seni. bunda sanıyorum ki "öteki olana empati yapma" işlevini yerine getiren hayali organın gereğinden fazla büyümüş olması yatıyor. islamcılığın bir zamanlar bu ülkede "öteki" olduğu sözlükteki bazı solcu yazarların kabulüdür. ve entrilerinde sağa sola iliştirirler bunu. eğer senin için de böyleyse bu kabulü biraz sorgulamalısın. ben islamcılığın bu ülkede son bin yılda hiç bir zaman "öteki" olduğuna inanmıyorum. islamcılığın ülkemizde kadınlara dair mağduriyetlerin neredeyse tümünde en temel gerekçe olduğu iddiamı da biraz düşünmeni dilerim.
biz ülke olarak "bir kadın kocasından izin almadan kendi isteğiyle bir işte çalışamaz" kanunu türk medeni kanunundan çıkaralı sadece 26 sene oldu. (anayasa mahkemesi, 29 kasım 1990 tarihli ve e.1990/30 ve k.1990/31 sayılı kararı)
ve biz ülke olarak "karının zina suçu tek seferlik ilişkide sabitlenir, kocanın zina suçunun sabitlenmesi için diğer kadın ile dost hayatı yaşaması, ötesinde herkesçe bilinecek bir yerde karı-koca gibi yaşaması gerekir" şeklinde erkeğin tek seferlik aldatmasını meşru sayan eşitsizliği medeni kanunumuzdan kaldıralı sadece 20 yıl oldu. (23 eylül 1996 tarih ve e.1996/15 ve k.1996/34)
ve 1926'da türk hukukunda tarihte çok az yerde görülmüş türde bir zıplama yaşatan ve islamcıların küfür/kafirlik olarak gördüğü modern medeni kanunumuzun 70 yıl uygulanan maddeleri idi bunlar. ve bu maddelerin yasa içinde varlığı da islamcı kültür sebepliydi ki hala daha bir ton böyle yasamız var. bunları dahi beğenmeyen islamcılar kadınlar için nasıl bir medeni kanun türü istiyorlar ötesini sen hayal et.
onların iktidarında yaşıyorsun.
onlar islamcılıklarını yaparak senin gibi insanlara zarar veriyorlar.
islamcı oldukları için bunu yapıyorlar.
ve sen bunun kadın hakları ile alakalı olduğunu söylüyorsun. hatta ötesine de geçip memlekette kadın haklarını olması gereken düzleme çekme konusunda yani islamcılık ile mücadele konusunda çaba harcayan onca insanı suçlu ilan ediyorsun. zamanında "tehlikenin farkında mısınız" diye çok bağırdı bu insanlar. bayrak mitingleri düzenledi. referandumlarda kampanyalar yürüttüler. siyasette alın teri döktüler. tümü bu türde islamcı yobazlığı en sert biçimde bütün topluma reklamını yapa yapa cezalandırmayı ve hatta kadın haklarının çağdaş toplumlar seviyesine gelmesi hedefini de içine alan cumhuriyetimizin modern topluma yürüyüşünü ve orta doğunun o berbat kültüründen kopuşunu başarabilmek içindi. şimdi ise bu tür vakalarda "mırıldanırsın beğenmemek hakkın" falan denilerek adeta ödüllendiriliyor saldırgan.
seni ya da seküler ahlakı erdem gören başkalarını bana karşı olabilecek fikirlerinizden bağımsız şekilde kendimden farklı bir grup olarak görmüyorum. sadece olayla ilgili esas konunun kadın haklarından ziyade islamcılık ile ilgili olduğunu ifade emek istedim ve suç isnat ettiğin bazı grupların yapılmasını kendimce zaruri bulduğum savunmasını yapmaya çabaladım.
ve ayrıca eğer memlekette kadınların temel problemlerinin birincil kaynağı islamcılık ise türk feminizminin mücadelesindeki odak noktasının da islamcılık olması gerekmez mi?
bu soruya her feminist hakkıyla cevap veremez. çünkü popper'ın eleştirel rasyonalizmi bu dünyaya beladan başka bir şey getirmedi. bilimselliğin ölçütünün yanlışlanabilirlik ilkesi olmasından bağımsız şekilde rasyonalizmi var eden şeyi sorgulaması ve inkar etmesi ile doğruluğun muallakta kalması, mutlak doğruyu bulmanın mümkün olmadığı iddiası ve gayet de bilimsel bilgi olan şeylerin dogma yaftası yemesi, tümevarımsal metodun bütünüyle inkarının ve formel mantıksal sorgulamanın kullanımı bilimsel düzeni işlemez kılması bilginin kendisini yok etmeye çabalamaktır. sayesinde bilimin ve demokrasinin inanılmaz gelişeceğini iddia ettiği açık toplum kavramı ise bir ütopyadan başka bir şey değildir. açık toplum medeniyeti ilerletmez. rouseau'nun dediği gibi "demokrasi eğer sadece tanrılardan oluşan bir halk var olsaydı gerçek anlamda uygulanabilirdi". normatif demokrasi büyük bir ütopyadır, onun yerine çoğunluklar ne kadar güçlü olursa olsun temel hakları değiştirmeye gücü asla yetmeyecek ve objektif rasyonellik karşısında diz çöküp belli şartları sağlaması beklenen ampirik demokrasi uygulanır. demokrasileri ve medeniyetleri cüzi oranda çalışkan, özel, etkili, yığınları ikna edebilen insanlar ilerletir, yüceltir. marx ve nietzsche'nin aksine popper yığınlara, yığınların sonsuza dek hak etmeyeceği büyük anlamlar yüklemiştir. yığınlara büyük anlamlar ve misyonlar yükleme meselesi önemli ve iddialı bir durum. nietzsche'nin toplumları ilerleten şeyin toplumlardan çıkan üst insanlar olduğu fikrine paralel olarak marx'ın sosyalizmi de bir tür üst insanlar idaresidir. iki büyük düşünür de yığınların kendi başlarına ve içlerindeki özel insanlar olmaksızın bir şeyleri başarabileceğine ihtimal vermemiştir. marx, birleşmelerini telkin ettiği işçi sınıfının gerçekten birleşebilmesi ve devrim yapabilmesi için hiyerarşik idari kadrolu örgütsel yapılar öngörmüştür.
gazali dinin bilime hükmettiğine ve hükmetmesi gerektiğine inanır. islamcıların bilimselliğe bakış açısı budur. bilim öte bir yerde oynamalı ve her daim dinin kontrolünde olmalıdır, azıtmamalıdır, semirmemelidir, sosyal hayata müdahale etmemelidir. 19. yüzyıl pozitivistleri ve 20. yüzyıl neo-pozitivistleri ise dini dogmanın varlığını konsept dışına çıkarmış gerek bilimde gerekse sosyal bilimlerde dini dogmaya hiç bir alan bırakmamışlardır. ancak popper'ın eleştirel rasyonalizmi "bilginin bilgiliğini daha da sağlamlaştırıyorum" iddiası ile bilginin kendisini muallakta bırakıp da değersizleştirince ve bilgiyi iyi test edilemedi gerekçesi ile dogma ile aynı boşlukta bırakınca dini dogmayı sıkıştığı köşeden kurtaran bir oyuk yarattı. hele postmodern teoriler bu durumu daha berbat hale getirdi. mistizmi ve nihilizmi saygı duyulabilecek kavramlara dönüştürdü. yine de postmodernlerden öte popper'ın toplumlara saldığı virüs daha etkilidir. ve bizim türkiye'de liboşlar dediğimiz ideolojik anlamda liberal ve özgürlükçü olduklarını iddia eden kitleler farkında olsa da olmasa da en fazla popper'dan etkilenmişlerdir. bazı fikirler virüs gibidir: insanlara bulaşır ve onlarda kalırlar. oysa septisizmden arınmış ve mutlak bilginin net olarak var olduğu rasyonalizm tarihin sonudur. aklın ve mantığın bilimselliğe yegane kaynak olduğunun ve mutlak doğruyu bulmada başarılı olup olamayacağının sorgusu olmaz. eğer öyle bir sorgu varsa o da "rasyo" (ratio) ile yapılır -ki bu sorguyu yapacak başak bir enstrüman yoktur- yani mutlak doğruya onay veren türde rasyonalizm kendi kendini imha etse bile sonunda tekrar kendi kazanır.
felsefe tarihini bir çok kişi aristo-platon çatışmasına düşülmüş şerhler olarak tanımlar. ancak felsefe tarihi esasında sofistlerin "bilgi yoktur" tezine verilen cevaplardan ibarettir.
bir şeyi gerçekten bilebilir miyiz? mutlak bilgi var mıdır?
filozoflar ve düşünürler epistemolojiyi dolayısıyla da felsefenin kendisini var eden bu soruyu kah bilebiliriz kah bilemeyiz, şöyle şöyle biliriz ya da ne yaparsak yapalım bilemeyiz, biliriz ama tam bilemeyiz, çok yaklaşırız ama tam ulaşamayız eksenlerinde gel gitlerle cevapladılar. islamcı felsefenin bu eksendeki konumu en diplerde: hiç bir şeyi bilemeyiz, her şeyi allah bilir, sadakallahül azim. bu eksen aynı zamanda nihilizmin, hiççiliğin, varoluşu reddin de var olduğu eksenle paraleldir. hiç bir şeyi bilemiyorsan ne bok yemeye varsın? kendini de bilemiyorsun zaar. hangi açıdan bakarsak bakalım bilginin varlığını inkar eden, onu ulaşılamaz olarak gören bu şüphecilik puştluktan ve saçmalıktan başka bir şey değildir, insanlığa beladan başak bir şey de getirmemiştir.
bilgi vardır ve onu bilebiliriz. gerçek bilgiye ve hakikate ulaşabiliriz. popper açık toplum ve düşmanlarının 2. kitabının son bölümünde sezgicilik ile duyular üzerinden örneğin göz organı üzerinden elde edilen bilginin varlığını karşılaştırır ve ikisinin birbirinden farkı olmadığını söyler. bilgilerin kısmi doğruluğuna ikna olmamızı telkin eder. gözünün gördüğüne de inanma der bir bakıma. ne olduğu belli olmayan sezgi ile somut olan duyuyu karşılaştıran bu tavır günümüz modern orta yolcu liboşluğunun, diğer bir deyişle "ahlaksal idealizm" karşıtlığının temelini oluşturur. bir tür bilinemezciliğe ve sonunda nihilizme sürükler insanı. sonucunda da ahmet altan gibi tipler elde edersiniz. bilginin varoluşunu sorgulayan bu tavrın yığınlara ciddi anlam ve misyon yükleyen açık toplumcu ve ütopik türde bir demokrasi hayaline evrilmesi ahlaksal anlamda idealist olan gayet pozitivist, rasyonel ideolojilere saldırıya dönüşür. bu yüzden rasyonel olana tehdit oluşturan unsurlarla mücadele eden her şey ve herkes otokrat damgası yer. tehdit unsurları popper'cı virüse kapılmış bu kişilerce empati yapılan taraf olur. islamcılığın memlekette bunca zaman liboş çevrelerden aldığı destek ve hatta islamcılık ile mücadele edenlerin onca yediği köstek bundandır hep.
eğer bilgi varsa, hak varsa, hakikat varsa popper ya da foucault ya da umursamazlığa, hiççiliğe doğrudan ya da ucundan köşesinden kaymış diğer bin türlü adamın bizim kısaca liboşluk dediğimiz omurgasızlığı bu bazı türk feministlerini etkilememişse neden "mini etek giyene sahip çıkmayanlar, laf edenler" tarzı uzun tamlamalar yerine o sahip çıkmamayı, o laf etmeyi buyuran zihniyetin kökünü dile getirmekten kaçınırlar? ve "şunlar" türünde tek bir grup ismi ile bütün dertlerini anlatma yolunu seçmezler? açık toplum fikrine aykırı olacağından mı yoksa bir grubun kültürünü eleştirmek ve bir grubun kültürüne seviye belirlemek faşizm olacağı düşüncesinden mi? o çok korkup kaçındığınız "aman efendim faşizm yapmayayım, aman efendim bir grubu topyekün yargılamak benim haddim değil" huyu belki bir çok zamanda büyük bir erdemdir ama sizi hakikatten de epeyce koparıyor, mücadele edilmesi gereken şeylere karşı liboşlarla aynı pasif konumda bırakıyor ve bu ciddi bir problem. -
dinle anadolu yitip giden senin hikayendir
https://medium.com/…yendi̇r-46984c6d5335#.7upozoloa
bundan onbeş yirmi yıl önce istanbul meyhanelerinden birinde bir yunan, bir makedon, bir sırp, bir bulgar ve bir türk; 5 arkadaş bir araya gelmiş bir yandan meylerinin keyfini çıkarırken bir yandan da yemek yiyip muhabbet ediyorlar. derken meyhanenin ufak çaplı bir orkestrayı andıran müzisyenleri nihavend makamından bir şarkıya başlıyor:
mifamire dosidore mifamire dosiila…
üsküdara gider iken aldı da bir yağmur…
https://www.youtube.com/watch?v=7h7gthsx5uk
müziği duyan bulgarka* hemen türke dönüp: “aa sizde bulgar şarkıları da mı vardı?” diye sorunca türk “ne bulgarı canım halis muhlis istanbul şarkısı bu” diye cevap veriyor. oradan sırp müdahil oluyor tartışmaya ve bunun “%100 olarak bir sırp şarkısı olduğunu, sırpça güftedeki kelimelerin oluşturduğu kafiyenin de bunun ispatı olduğunu” söylerken yunan kalkıp “ne alakası var, bu şarkının net olarak bir yunan şarkısı olduğuna eminim hatta şarkı midilli’de bestelenmiş ve güftelenmiştir” diyince makedon kalkıp “ne yani siz şimdi makedonların en ünlü şarkılarından biri olan bu şarkıyı mı sahipleniyorsunuz?” diye soruyor. bütün gece bu şarkının hangi balkan halkına ait olduğunu tartışıp duruyorlar. her biri kendi tezlerini ve gerekçelerini öne sürüyor ve kimse kimseyi ikna edemeden gece sonlanıyor.
bulgarka tv yapımcısı bir kadın. bu işin peşini bırakmak istemiyor, ertesi gün bir karar alıp “ cija je ovo pesma?” (bu şarkı kimin?) adında bir belegesel hazırlamaya karar veriyor. şarkıyı sahiplenen tüm balkan ülkelerini gezerek orada bulabileceği müzisyenlerle görüşüp bunu vidyoya kaydedecek. rotası şu şekilde:
türkiye istanbul,
yunanistan midilli,
arnavutluk görice,
bosna hersek saraybosna,
makedonya üsküp
sırbistan vranje
bulgaristan ıstranca
istanbul’da zeki müren’in 1968 yapımı “katip” isimli filminin yönetmenini bulup konuşuyor. film “katibim” şarkısından çıkmış zaten oynayan da filmde şarkıyı söyleyen de zeki müren. elbette yönetmen ülkü erakalın bu şarkının ta osmanlı’dan kalma çok eski bir türk şarkısı olduğunu beyan ediyor.
yunanca katibim-apo kseno topo
bulgarka’nın ikinci durağı yunanistan’ın midilli adası. ünlü yunan rembetikocu glykeria söylüyor aynı şarkıyı bu sefer:
“yabancı ve uzak diyarlardan
12 yaşında bir kız geldi, benim ışığım…”
bulgarka midilli’de birilerinin bu şarkının ne kadar yunan bir şarkı olduğuna dair çabalayışlarını dinliyor, teşekkür ediyor ve arnavutluk’a doğru yola koyuluyor.
arnavutça katibim-mu në bahçen tënde
arnavutluk’un görice şehrinde sokakta alelade vatandaşlara bu şarkının arnavutluk’a ait olup olmadığını soruyor ve aldığı cevap net: evet bu bir arnavutluk şarkısıdır. hatta birileri bunun asla bir sırp şarkısı olamayacağını, çünkü sırpların böyle şarkılar yapamayacağını çünkü sırpların kültürsüz olduğunu iddia ediyor. ve yola koyuluyor: istikamet saraybosna.
boşnakça katibim— anadolka
“hey anadolulu kız benim ol
oy anadolulu kız benim ol
sana “sevdalinka” türküleri söyleyeceğim…”
bosna halk müziğinde “sevdalinka” geleneğinden bir şarkı bu aynı zamanda. yunanlıların anadolu ile ilişkili müzik geleneği nasıl “rembetiko” ise bosnalılar için “sevdalinka”dır. bosna’ya varan bulgarka bosna’daki yıkıcı şavaşın henüz son bulduğu bir dönem olduğu için savaşın etkilerine dair konuşmalar da kaydetmiş belgeseline ayrıca bu şarkının net olarak şüphe götürmez biçimde bir boşnak şarkısı olduğuna dair kelamlar dinleyip bu kez makedonya’nın üsküp şehrine doğru yola çıkıyor.
makedonca katibim-oy devojçe
“oy kız, oy kız
seni kalkandelen elması
oy kız, oy kız
seni kalkandelen elması
siyah gözlerini göster, onları görmek istiyorum
siyah gözlerini göster, onları görmek istiyorum”
üsküp’de içinde halife ali resimleri asılı dergahlardan birinde baba erol isimli biri ile görüşüp ona bu şarkıyı soruyor. şarkıyı dinlettiğinde baba erol şarkının cihat şarkısı olduğunu söylüyor. bosna savaşının “bosnalılar 750.000 dinlerarası (gayrimüslümlerle) evlilik yaptığı için” allahın bir laneti olduğu gibi fantastik fikirlerden bahsediyor. daha sonra görüştüğü makedon bir müzsyen ise şarkının tam olarak makedon şarkısı olduğunu müziğin içeriğinin makedon geleneğine bütünüyle uyduğunu söylüyor. bulgarka ardından sırbistan’ın vranje kasabasına doğru yola koyuluyor.
sırpça katibim-ruse kose tsuro imaş
“ah saçların kızıl kız, böyle olmasın ister miydin?
aman eğer isteseydim seni nasıl büyüleyeceklerdi…”
sırplardan bir muhabbet masasında biraz “müstehcen” fıkralar dinleyip yemek yerken konuyu şarkıya getiriyor ve şarkının bir sırp şarkısı olup olmadığını soruyor. sırplar şarkının kesinlikle bir sırp şarkısı olduğunu söylüyorlar. onlara şarkının boşnak versiyonunu dinletmeye kalkınca ortalık birden karışıyor. bulgarka’yı bir ajan olmakla suçluyorlar, boşnakların şarkı hırsızı bir millet olmasından bahsedip kamerayı kapatmasını isteyerek masayı terk ediyorlar. bulgarka da masadan kalkıp memleketi bulgaristan’a doğru yola çıkıyor.
bulgarca katibim-cherni ochi imash libe
bulgarca ve makedonca güney slav dillerinden ve %95 oranında aynı diller. google translate’e şarkının ismini yazıp dili otomatik algıla diyince makedonca olarak algıladı ilk, bulgarcayı seçince yine aynı çeviriyi verdi: siyah gözlerin var sevgilim gibi bir şey. bulgarka, bulgaristan ıstranca dağlarına döndüğünde petrova niva bayramı var, osmanlı idaresinden kurtuluşu kutluyorlar. elbette bulgarlar da sert bir dille bu şarkının kendilerine ait olduğunu iddia ediyor. gerçi belegeseldeki bulgarca söylenen katibimden çok “annem beni yetiştirdi bu ellere yolladı” isimli türküye benziyor ama ben burada orada bahsedilmeyen bulgarcanın linkini verdim.
bulgarka, belgeselinin sonunu “araştırmaya ilk koyulduğumda bu şarkının bizi birleştirebilen bir şey olacağını düşünmüştüm, nefret kıvılcımlarının bu denli büyük bir yangına dönüşmüş olabileceği hiç aklıma gelmezdi" diyerek bitiriyor.
belgeselin tamamı burada ingilizce alt yazı ile: https://www.youtube.com/watch?v=2swwhixmagi
katibim şarkısının bu belgeselde bulunmayan farklı versiyonları da var. bazıları orijinallik iddiasında sanırım:
arapça- banat iskandaria
arapça2- talama ashku gharami
yunanca2 versiyonu-echasa mantili
bengalce versiyonu- shukno patar nupur paye
yahudi ispanyolcası-fel shara
şimdi…kimin şarkısı bu? net cevap verebilecek bir babayiğit var mı içimizde? bunca şeyi gördükten sonra açıkçası ben kendimde net bir cevap verebilecek cesareti göremiyorum. oysa eğer şarkının bu kadar farklı versiyonu olduğunun farkında olmasaydım, onca eski tv kaydını, youtube vidyolarını, andele peevan’ın o belgeselini görmemiş olsaydım çıkıp küstahca “bu türk şarkısıdır ulan, şarkımızı çalmayın” derdim. işte cehaletin verdiği o muazzam cesaret böyle bir şey. işte “hakikat” yolunda ter dökmek bu yüzden kutsaldır. bizler insan olarak belki hakikate ulaştıran patikada yarı yolda kalırız, belki bir arpa boyu bile yol kat edemeyiz ancak bu yola bir kez girdik mi bir şeyden emin oluruz: bize hakikat diye yutturulmaya çalışılan ne kadar saçmalık varsa tümüne lanet okuyabilecek bir güçte ve özgürlükte olduğumuz. bizi hakikati arama yoluna minicik bir şüphe bile çıkarabilir. bambaşka dünyaların bütün sırları o minicik şüphe kapısında gizlidir.
hakikat bu hayattaki en değerli şeydir. çoğu insan hakikatten bağımsız şekilde sadece “haklı” olmak ister. insanların gerek bilinçdışında gerekse bilinç seviyesinde iki temel içsel ereği vardır: güçlü olmak ve haklı olmak. en büyük erek ise “haklı iken güçlü” olmaktır. akıl gücü ve vicdan da haklılığı kontrol eder. işte bu iki istemsiz/otonom erek hakikati perdeleyen kumaşın en büyük porsiyonunu oluşturur. hakikat sadece en doğru soruların akıl ve vicdan süzgecinden geçirilerek bulunmuş cevabıdır. hakikate ulaşmada ilk ve en önemli adım sorulabilecek en doğru soruyu bulabilmektir.
peki, türkiye’nin bütün meselelerinin kökündeki, her şeye etki eden o en büyük soru ne?
memleketin ahvali
memleket, vatandaşı en kutsal hazinelerinden mahrum eden dahili ve harici bedhahlarla dolmuş; istikbal ve cumhuriyete kasteden düşmanlar dünyada emsali pek görülmemiş galibiyetlerin mümessili durumuna gelmiş; cebren ve hile ile aziz vatanın bütün kalelerini zapt etmiş, bütün limanlarını ve tersanelerini peşkeş çekmiş, bütün ordularına sızmış/sızdırmış ve bir çoğunu bu gerekçe ile dağıtmış, bir takım iktidar sahipleri gaflet ve delalete düşmüş işi hıyanete varacak seviyeye getirmiş, şahsi menfaatlerini müstevlilerin siyasi emelleri ile tevhit etmiş, sosyal devlet geleneğini yerle yeksan etmiş, taşeroncu kan emici vampirane kodomanlara “hizmet alımı” ihaleleri ile garibanın kazandığının yarısını haraç mezat satmış, millet fakr-ü zarüret içinde harap ve bitap düşmüş.
personel sayısı 5 milyon civarı olan, birbirine finansal ve “siyasal islamcılık” denen uyduruk bir ideoloji ile bağlanmış çoğunluğu tarikat ve cemaatlerden geri kalanları çıkar ilişkisi içinde kişilerden oluşan bir anonim şirket memleketin ensesine kene gibi yapışmış, memleketin bütün belediyelerini ele geçirmiş, arsa rantı, müteahhitlik ve elektrik satıcılığı üzerinden palazlanan “arabistan bayrağı yeşili” bir sermaye ülkenin bütün marketlerini, mağazalarını kendi ürünleri ile doldurmuş, hemen hemen bütün medya oluşumlarına çökmüş, ele geçiremediğini sindirmiş, tüm sendikaları susturmuş, meslek odalarının bütün yetkilerini kendi üzerine almış, sorgulanamaz, kontrol edilemez, itiraz edilemez bir güç haline gelmiştir.
tüm bunlarla yetinmeyen bu hantal ve devasa organizma kendisine biat etmeyen son kaleleri de yıkabilmek için adına “hukuk” dediği kılıfı kullanmak gibi kofti senaryoya sarılmış durumdadır: kendi hukukçunu yetiştir, kadro ver, senin için çalışsın.
1-cumhuriyet gazetesi yazarlarının tutuklanması ne tür bir meydan okuma?
parlamento dediğimiz yer esasında ideolojik homojenliğe ulaşamamış sosyolojisi mozaik şeklinde olan toplumlarda tarafların birbirine kibarca/hafifletilmiş “savaş” nutukları ettikleri yerdir de. tarih aynı parlamentoda sözlü münakaşaya giren politikacıların savaş meydanlarında birbirleri ile fiziksel/mermili münakaşaya girmesinin örnekleri ile doludur. yugoslavya’da da oldu bu osmanlı’da da. türkiye için gerçekten böyle bir gelecek hayali olanlar memlekette zaten var olmayan huzur, eşitlik, kardeşlik ve beraberlik duygusunu milyonların sesi/nefesi olan bu yazarları tutuklayarak sonsuza dek yok etme çabasındalar. 15 temmuz denen garabet bir günden aldıkları yetki ile ohal ilan ederek zaten sorgulanamaz olan idarelerini eleştirilemez de yapmaya çabalayanlar, bu amaçla ele geçen fırsatı “maksimum ideolojik fayda”ya çevirmeye uğraşanlar tarih metinlerine türkiye cumhuriyeti’nin en istibdadi döneminin mümesilleri olarak geçmekten başka bir iş başaramayacaklardır. yazarlarını hapsederek susturduklarını sandıkları 18–20 milyon nüfuslu cumhuriyetçi kitleden her zamankinden daha fazla ses duyacaklardır. her zamankinden daha fazla rahatsız olacaklardır.
2-onbeş temmuz irtica ile mücadele bayramı
cumhuriyeti “10. yüzyıl arap el yazmalarını hakikat sayarak, orada yazan dogmalarla ülke yönetebilme özgürlüğü” olarak tanımlayan siyasal islamcılar adına ne derse desin 15 temmuz dünya tarihine “irtica/gericilik ile mücadele” günü olarak geçecektir. ve gün gelecek bu ülke 15 temmuzu “irtica ve dinci kandırmaları ile mücadele bayramı” olarak kutlayacaktır.15 temmuz cumhuriyete sadık kitlelerin 90 yıldır durmaksızın uyardığı o “irtica” belasının fiziksel varlığını bütün dünyaya gösterdiği, 90 yıldır dalga geçilen “ne irticaymış be” denilen, “irtica diye diye din düşmanlığı yapıyorlar” diye bağıranların ne tür ahmaklar ve gerzekler olduğunu bütün dünyaya gösteren 90 yıllık bir hipotezin -irticanın cumhuriyete kastettiği tezinin- kanıtlandığı, ispatlandığı, kanuna dönüştüğü gündür. darbe ile ya da demokrasi ile alakalı bir gün değildir. hala muktedir olanlardan çok az farkı olan bir siyasal islamcı örgüt takiye kabiliyeti ve dini cemaat organizasyonları ile milyonlarca vatandaşı olan bir ülkenin tepesine nasıl çökebilir onu gördük biz o gün. ve bu işin gerekçesini de o örgütün “bir çift huri memesine vatan satma” doktrinini aldığı islami inanç algısı ile bulduk. siyasal islam elbet bir gün silinecek bu kutsal anadolu topraklarından. anadolu başına musallat olmuş bu laneti elbet bir gün kusacak bozkırlarından. işte o gün 15 temmuzu hatırlayanlar o günü bu anlamı ile hatırlayacaklar: soyut inançların somut dünyayı cehenneme çevirmesi tehlikesi.
3-hdp‘li idarecilerin tutuklanması hukuki mi?
akepe hukuku sadece siyasi kararlarına bir kılıf olarak kullanır. akepe modern hukuka saygı duymaz, bu ideolojik yapılanmanın tek aidiyeti şeri hukuka; en fazla “mecelle” türü geçiş formlarınadır. kapalı kapılar ardında alınan kararları manipülasyon ve iktidarı sürdürme amaçlı yapılan anketlerin sonucu belirler. “kürtçülük” hareketine ne kadar düşman olursak olalım türkiye’de her zaman bir kürt partisi, mecliste de kürt vekiller olacak. bunu kabul etmek bu ülkede makul bir insan olmanın temel şartlarındandır. 80'li yıllar kürtlerin kürt kimlikleri ile henüz bu denli bir uluslaşma gayesi güden siyasi kabiliyetinin olmadığı dönemlerdi. bu yüzden mecliste bugünkü yoğunlukları ile varlık gösteremiyorlardı. kürt şehirlerindeki aşiretler demirel, özal ya da shp/dsp türü partilerle anlaşıp meclise onlara lokal çıkar sağlayacak ağalarını/temsilcilerini sokarlardı. pkk’nın palazlanması ve doğudaki aşiret ağalarını indirmesi, onların yerine muktedir olarak kürtlerin yoğun yaşadığı köylere, ilçelere ve şehirlere çöreklenmesi kürtlerin siyasi tavırlarını da değiştirdi. bu tavır dep/hadep/dehap/bdp ve en son hdp’ye dönüştü. hdp’yi var eden şeyin bizzat pkk’nın kendisi ve üzerine akp ile yapılan “çözüm süreci” safsatası olduğunu kimse inkar edemez. 90'lı yıllarda mecliste yemin etmeyi “kürt ulusluğunu palazlandırmak” amacıyla reddeden vekillerin vekilliklerinin düşürülmesi, memleketin mevcut anayasasına meydan okuyanlara bu işin çocuk oyuncağı olmadığının gösterilmesi elzemdi. nitekim gösterildi. ancak bugünkü durum 90'lı yıllarla bir değil artık. çünkü ortada hukuk diye bir şey kalmadı. kürt hareketi geçen zamanla ehlileşmek, ılımlılaşmak- yaşadığı ülkede onlarca etnik ve ideolojik gruptan oluşan onca çeşit vatandaşa meydan okumayı kesip birlikte yaşamanın yollarını bulmaya çabalamak- yerine arı kovanına daha uzun çomaklar sokma, söylemlerini daha da sertleştirme, bulduğu her fırsatta gücünü arttırma; örneğin akp’nin siyasi çıkarları ile örtüşen “çözüm safsatası” sürecindeki serbestlikten bulduğu fırsatla silahlı güçlerini daha da güçlendirme, ekonomik alt yapısını daha büyük meydan okumalara hazırlama, uluslararası alanda daha aktif müttefik arama, sınır dışı sözde müstakbel vatandaşları ile daha organize hareket etme, dağ yapılanmalarının yanında şehir yapılanmalarını da kurma ve güçlendirme gibi yollar seçti. demirtaş’ın bana göre suç olan bir sürü söylemi var: “apo’nun heykelini dikeceğiz” bunlardan biri örneğin. bir şehit yakını olarak benim akrabamı şehit eden örgütün elebaşına heykeli dikilecek bir kutsiyet atfeden kişiye saygı duyamam. elbette durumun hukuksallığı ile benim şahsi duygusallığım ayrı şeyler. memlekette olmayan hukuk ile hdp’nin suç teşkil edebilecek hareketlerine akp mahkemeleri ile hukukilik taslamak benim alkışlayabileceğim türde bir hareket değil. eğer demirtaş’ın ve diğer hdp’lilerin somut hukuksal düzende bir suçu var ise ve bu suç bir infaz gerektiriyor ise bu aksiyonu almak cumhuriyetin fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür asil savcılarının vazifesidir. gel gelelim memlekette bu türden savcıların soyu hemen hemen tükenmiş yerine -adaleti bulmak- kaygısı olmaktan çıkmış ve siyasi emellere kılıflıktan başka bir işe yaramayan göstermelik, adında hukuk diye bir kelime barındıran bir sistem kalmıştır. memlekette iyi kötü daha önce var olan hukuku bitiren şeye karşı olmak kadar net değil burada tavrım. kürt meselesi artık benim o kadar da büyük meselem değil. hdp’lilerin çözüm sürecinde bunca sempatizan yaratıldıktan, pkk bunca güçlendikten sonra şu ortamda tutuklanmasını iyi bir şey olarak görmüyorum. pkk'lılar bu ay içinde bütün memleketi patlatırlar. bir sürü masum insan ölecek şimdi, belki bizi bulacak bombalar. yazık sadece. memlekete beş kuruş fayda vermeyecek siyasi hesaplar yüzünden. hdp’lilerin tutuklanmasına sevinmek akp’nin ve onun inşa ettiği kendi hukuk sisteminin adaletine inanmış olmak demektir. eğer geçen 14 senede bunları biraz olsun tanıdı isem akp hdp’lileri tutukluyorsa bunun ardında ne vatandaş için ne mhp için ne de chp için beş kuruş fayda yoktur, akp kârını hiç kimseyle bölüşmez. bütün rantı kendisi yer.
4-bahçeli cumhuriyet yok olmadan bırakmayacak mı?
belki seneye erken seçim olur, ben olsam şu “yenikapı ruhu masalı” ortamında hele hele mhp’de bölünmüşlük yarası bunca taze iken 2019'u beklemeden yapardım en azından; onlar da düşünmüşlerdir bunu. mhp ve hdp’nin önümüzdeki bu erken seçimde o olmadı eğer olağanüstü bir durum ( ölüm, ekonomik kriz vs.) gerçekleşmezse 2019'da bile barajı geçme ihtimali düşük. özellikle mhp’ninki çok daha düşük. mhp’li seküler milliyetçilerin bir kısmı mhp ile kanlı bıçaklı hale geldi. chp’ye epey bir geçiş olacaktır nitekim belediye başkanlarından chp’ye geçenler oldu diye biliyorum. bu ne demek? akp millet vekili sayısını belki 400'e yaklaştıracak belki de geçecek demek. mecliste akp milletvekili sayısının bir kişi artması bile bu memleketi onca geriye götürürken, meclisin hemen hemen tüm hakimiyetinin, anayasa değiştirecek sayıda vekilin akepede olması cumhuriyetin artık tam olarak yok olması anlamına geliyor. şu hesabı bahçeli yapamıyor mu? bu hesabı çocuk bile yapar. bahçeli, cumhuriyetin yok olması ihtimalini umursamıyor. chp’nin bazı seçmenlerinin bile 2015 seçimlerinde hdp barajı geçsin diye yaptığı emanet oy muhabbetini mhp’ye başta devlet bahçeli varken yapmayı midelerinin kaldıracağını düşünmüyorum. şu bile durumun vehametinin ne derece olduğunu açıklamaya yeter.
bütün meselelerin kökündeki o en önemli soru
memleketin kasım 2016 itibari ile ahvali bu şekilde. her taraftan umutsuz bir tablo içindeyiz son 5-6 yıldır olduğu gibi. geçen zamanla tablonun alanı gittikçe daralıyor, bütün boyalar birbirine karışıp siyaha dönüşüyor ve üzerimize yığılıyor. sorumuz ne o halde?
akp tüm bunları bize neden yapıyor?
1-ideolojisi zafer kazansın istiyor
2-daha fazla rant ve maddi çıkar istiyor
3-daha fazla rant ve maddi çıkar ile ideolojisi gelecekte de daha fazla zafer kazansın istiyor.
akp’nin ideolojisi nedir?
islamcılık.
o halde esas mücadele islamcılık ideolojisi ile olmak zorundadır. geri kalanlar gündelik siyasi münakaşalardır.
islamcılık ile nasıl mücadele edilir?
islamcılık ile mücadele islamcılığın tarihsel kaynaklarının eleştirisi ile mümkündür. imam-ı azam’dan said nursi’ye kadar türkiye’de demografinin en büyük porsiyonlarını ikna eden, aydınlanmanın ve modern hukukukun önünde engel teşkil eden, modern insan haklarına saygısı olmayan, demokrasinin, cumhuriyetin ve adaletin içini boşaltan, vatanımızı üzerinde 2+2'nin her zaman 4 ettiği saat gibi işleyen bir sistem kurmaktan men eden ne kadar dogma varsa tümünü masa üzerine döküp açıklarını bularak modernite ile boğuşup inandığı kültürü hemen hemen her gün istemsizce sorgulayan islamcı yığınların algısına bırakmaktan geçer. bunların en doğru bilgilerin en mutlak kaynakları olamayacağını, bu bilgilerle devlet idare edilemeyeceğini, bu bilgiler referans alınarak sosyal düzen oluşturulamayacağını; mevcut iktidarın gücünü ve kaynağını yığınların bu kaynaklara olan imanından aldığını ve bunu kötüye kullandığını göstermekle olur. hakikati sürekli bile bile reddetmek ideolojik saplantısı hastalık derecesinde olan çok cüzi bir kesmin kabiliyetidir. bilgiye erişimin bu denli kolaylaştığı bu enformasyon çağında meraklı gözler içten içe bilinçdışlarında kafalarını kurcalayan ateşli soruları soğutacak, içlerindeki şüphe tohumlarına cansuyu olacak bir damlanın bir katrenin hasretini çekmektedirler. bu kısa bir süreç değil zaten 90 yıldır kemalizm sayesinde zapt edilen islamcılığın yıktığı seddi bu saatten sonra başka türlü onarmak da mümkün değil. önümüzdeki yüzyıl bu mücadele ile geçecek ve islamcılık 100 yıl içinde silinecek bu topraklardan. bu kutlu yürüyüşe destek olmak; aklı ve vicdanı temel referans kabul edenlerin bana göre en önemli görevidir. avrupa’yı bir anda bütün dünyanın hakimi yapan, avrupa’da aklı ve vicdanı bir anda serbest bırakan şey germen bir rahibin bir sabah uyanıp da koskoca papaya “sen kimsin ulan?” diye sorması değil miydi? bize ket vuran ruhbanlar canlı değil tümü öldü. ölüleri ile mücadele ediyoruz.
anadolu’nun çorak bozkırlarını bu saatten sonra başka bir yağmurun sulamasını beklemek tembellikten başka bir şey değil. herkes bir damla olursa işte o zaman bu çorak topraklar yeşillenir. işte o zaman katibim bütün yakın coğrafya ile hepimizin ortak şarkısı olur.
*başlıktaki ifade yusuf yavuz isminde bir gazetecinin bir yazısından alıntıdır. -
bahriye üçok
şeriatçılar tarafından katledilişinin 26. yıl dönümüydü 3 gün önce. kendime her sene ölüm yıl dönümünde bir şeyler yazacağım diye söz vermiştim. bu sene 6 ekim'de vakit bulamadım 9 ekime kısmet oldu. geçen yıl yazdığım yazı burada: (bkz: #55326279)
belki de cumhuriyetimizin tüm kazanımlarını yitirdiğimiz gün bahriye üçok'un öldürüldüğü 6 ekim 1990 tarihidir.
1990 yılı türkiye cumhuriyeti'nin tarihindeki en büyük kırılma noktasını oluşturur.
31 ocak 1990- muammer aksoy evinin girişinde silahla öldürüldü.
öldürüldüğü gün gazeteleri arayan bozuk türkçeli biri gazetelere şu mesajı iletir:
“tesettür konusunda islam’a karşı takındığı tavır nedeniyle müslümanlar tarafından cezalandırıldı. olay, islami hareket adına üstleniliyor. 7.65 baretta ile cezalandırılmıştır.”
7 mart 1990- çetin emeç arabasının içindeyken silahla öldürüldü.
çetin emeç türkiye'deki irtica ve tarikatlar hakkında sert yazılar yazıyordu. islamcılığa karşı cephe almıştı.
4 eylül 1990- turan dursun - evinden işine giderken silahla öldürüldü.
turan dursun bütün türk düşünce tarihinin mihenk taşlarından biridir. yüzyıllar boyunca ismi hatırlanacaktır, referans alınacaktır, önünde saygıyla eğilinecektir. türkiye'de ateizmin yayılmasında birinci kaynak onun kitaplarıdır. yüz binler ve hatta dolaylı olarak milyonlar onun kitapları, onun kitaplarına atıfta bulunan yazılar ve onun fikirleri sayesinde ilkel arap kültürünü terk edip özgür olabilmiş, dinsizlikle müşerref olabilmişlerdir. onun cinayetini de diğerlerinde olduğu gibi yine islamcılar üstlendiler.
6 ekim 1990- bahriye üçok - evine posta ile gönderilen bir paketin içine yerleştirilen bombanın patlaması sonucu öldürüldü.
bahriye üçok ankara üniversitesi ilahiyat fakültesinin ilk kadın öğretim üyesidir. sekülerizme, pozitivizme ve rasyonaliteye gönül vermiş inançlı bir müslümandır. türkiye cumhuriyetinin bütün aydınlığını, kadın hali ile sakallı mollaların karşısına dikilen ve her birini fikirleri ile susturan o nur yüzünde görürsünüz bahriye hanımın. eğer türkiye cumhuriyeti islamda reform hareketini devlet eliyle başlatabilseydi muhakkak bahriye üçok'un bu işin tepesindeki kişilerden biri olması gerekirdi.
bugünkü islamcı muktedirin iktidarının en büyük gerekçelerinden biri medyanın bu dört cinayet sonrası korkup sinmesidir. siz televizyona çıkıp da islamı eleştirebilen bir tek kişi görebildiniz mi hiç son 15-20 yılda? en ufak bir eleştiri getiren kim olursa olsun anında öldürüyorlar. türban hakkında hukuksal bir karar veren hakimleri danıştay binasının orta yerinde katlediyorlar. oysa müslümanların yaşadığı ülkelerde aydınlanma sadece islamın tenkiti ile mümkündür. çünkü aydınlanma kültürde değişim ile mümkündür. japonya kültürü ile yüzleşip onu değiştirebildiği için bugün japonya olmuştur. geleneksel islam, gerici islam kültürünün tek bir noktasına bile dokundurmaz. bu yüzden o dokundurmağı kültürü var eden tarihi metinlere odaklanmak yani islam eleştirisi yaparak kitlelere yaşadıkları kültürün özünü oluşturan antik metinlerin saçma yönlerini göstermek her hümanistin, her demokratın, her cumhuriyetçinin, her vatanperverin en öncelikli görevidir. yukarıda ismini saydıklarım da bu niyetle islam/islamcılık eleştirisi yaptıkları için islamcı çevrelerce katledilmişlerdir.
nüfusunun yarıdan fazlasını bilime ve düşünceye değer vermeyen, gelişmeye ve aydınlanmaya destek olmayı bırakın karşı olan ve hatta aydınlanma ile "cihat" adı altında mücadele eden insanların oluşturduğu, böyle bir kültürün içine doğmuş ve doğduğu kültürü sorgulamadan canhıraş savunan türkiye cumhuriyeti halkı kendi sanayi odasının tespitlerine göre her yıl :
*432 ton demir satıp 1 ton ilaç alıyor
*2612 tır çimento satıp 1 tır bilgisayar alıyor
*25 tır mermer satıp 1 adet tomografi cihazı alıyor
*582 tır un satıp 1 tır ilaç alıyor
*2088 tır krom satıp 1 tır aşı alıyor
*670 tır demir satıp 1 tır cep telefonu alıyor.
*3,4 ton domates satıp 7 kg domates tohumu alıyor.
*25 ton anorganik kimyasal satıp 1 kg antidepresan alıyor.
*toplam ihracatta yüksek teknolojinin payı %3.
bunlar ne demek biliyor musunuz? bu halk sömürgedir. sömürülmektedir. madenlerini, tarım ürünlerini, derelerini ve göllerini, denizini ve toprağını, varını yoğunu asla icat edemeyeceği, üretemeyeceği, geliştiremeyeceği son ürünlere değişiyor demektir. isveç'de günlük mesai süresi 6 saate inmişken bu ülkede konfeksiyonlarda günlük 10 saat haftada 6 gün çalışmalı iş bulanlar kendini şanslı saymaktadırlar. ve bunların tümü yine halkın çoğunun yaşadığı islami kültür gelişmeye, terakkiye ve aydınlanmaya engel teşkil ettiği için böyledir. dincilik bu yüzden gericiliktir ve dincilikle mücadele edenler bu yüzden mücadele etmektedirler.
1895 yılında kablo ve tel olmadan evinden bahçesine mesaj göndermenin yolunu bulan, telsiz radyoyu icat eden italyan mucit guglielmo marconi henüz dünyanın değişimine nasıl etki edeceğinin farkında bile değildi. 1910 yılında newy york'da radyo aracılığı ile ilk müzik/opera yayını yapıldı. avustralya ve birleşik krallık arasındaki ilk radyo iletişimi 1918 yılında kurulabildi. ardından televizyon ve internet geldi dünyaya. bu üç kile iletişim aracı işte modernitenin en büyük silahlarıdır. modernite yerel kültürleri yağmalar, yok eder, ezer geçer. çünkü modernite insanın o doyumsuz egosuna hitap eder. bu kitle iletişim araçları bir yerlerde yaşanan o lüks hayatları geri kalan ilkel kalmış çoğunluğa gösterir. ilkel kalmış çoğunluğun içinde düşünme kabiliyeti olanlar ilkelliğin kökenini sargulamaya başlarlar bu yüzden. belli sorular şunlardır: dışarıda birileri sürekli gelişiyor ve değişiyorken tıpkı atalarımızın yaşadığı gibi, onlara sadık şekilde ilkel hayatlar yaşayarak mı yoksa tıpkı diğerleri gibi değişerek ve gelişerek mi bu ahir ömrü tamamlamalıyız? eğer onlar gibi değişir ve gelişirsek atalarımıza ihanet mi etmiş oluruz? kimliğimizi inkar mı etmiş oluruz? kendi kimliğimizden tiksinmiş mi oluruz?
eğer bu sorulara doğru cevapları verirseniz sömüren, yanlış cevapları verirseniz sömürülen olursunuz. bunun ortası yoktur. küresel kapitalist düzende nötr durum yoktur. sizin kazandığınız her bir dolar diğer bir ülke halkının kaybettiğidir. reddetseniz de düzen budur. türk halkının bugün sömürülen konumunda oluşunun temelde sebebi bu sorulara yanlış cevapları vermiş olmalarıdır.
işte esas gürültü bu noktada başlar. islamcılar için "atalarımızın yaşadığı hayat tarzı" vazgeçilemeyecek bir şeydir. çünkü nas/ayet/hadis ile sabittir bu. onlara göre atalarımızdan vazgeçmek aynı zamanda naslardan vazgeçmek anlamına gelmektedir. bu yüzden gelenekçiliğe sarılıp ilerlemenin ve aydınlanmanın yolu olan o modern kültüre düşman olurlar. ve hatta gelişmenin, aydınlanmanın, ilerlemenin biricik yolunun modern kültür olduğu gerçeğini reddederler, inkar ederler. oysa gelişme ve aydınlanma modern kültüre tabi olmaya mahkumdur.
modern kültür; betonarmenin, elektriğin, atık su ve temiz su isale hatlarının, makinelerin ve fabrikaların, ulaşım araçlarının, trenlerin ve tramvayların, kitle iletişim araçlarının, radyo televizyon ve internetin icat olduğu dolayısıyla kalabalık şehirlerin kurulabildiği, içinde istihdamın, sanatın ve eğlencenin barınabildiği insanların sağlıklı bir şekilde yaşayabildiği bir dünyada bu kalabalık şehirlerde yaşayan farklı gelenekleri, inançları, dogmaları, nasları ve adetleri olan insanların birbirilerine tahammül göstermeye mahkum olmaları sonucu sahte ve yapmacık bir şekilde oluşmuş yeni nesillerin bu sahteliği ve yapmacıklığı doktrinleştirmeleri ile esas samimi içeriğine kavuşmuş birlikte yaşamanın yazılı olan ve olmayan tüm kurallarını içeren düzendir. modern kültür'ü var eden temel kavramlar: sekülerizm, rasyonalite, pozitivizm, modern hukuk, evrensel değerler ve aydınlanma idealizmidir. modern kültür sanayi inkılabı ile başlar ve günümüze kadar gelir, bundan sonra da epeyce bir süre daha devam edecektir. post-modern kültür diye bir şey yoktur. post-modern fikirler rasyonaliteye uyum sağlayamayanların, rasyonel olamayan dolayısıyla aklı başında olamayanların uydurmalarıdır.
ve gelişme modern kültüre mahkumdur, çünkü:
1- gelişme ve aydınlanmayı bizzat yaratan şey modern kültürün kendisidir.
gelişme ve aydınlanma bağdat'ta, basra'da, kufe'de, mekke'de ve medine'de değil viyana'da, paris'de, londra'da, roma'da, berlin'de ve newyork'da icat olmuştur. gelişmenin ve aydınlanmanın temelde motivasyonu elbette modern kültür değildir. aydınlanma çağı kapitalist, dinsel ve siyasal motivasyonlarla başlamıştır. öncelikle aydınlanma çağının tanımını yapmak gerekiyor burada sanırım. aydınlanma çağı insanoğlunun tarihinde bir dönüm noktasına tekabül eden 17-19. yüzyıllar arasını kapsar. bu dönemin öncesinde insanlık çok uzun zamanlardır kaybettiği en değerli varlığını yani "aklı" geri bulmuştur. aydınlanma çağı avrupa'da dinin reforme edilmesiyle başlayan rasyonel çağın sonucudur. dinin zaptedilmesi, büyük akılların din yerine bilim ile uğraşmaları, bilim ile uğraşacak kurumlar oluşturulması, siyasette ve bürokraside din adamları yerine bu dünyaya odaklanmış adamların yer bulması avrupa'da ülkeleri değiştirmiş, ülkeler arası bir gelişme rekabeti başlatmış, bu rekabette bilimsel ve fikirsel keşiflere muazzam kaynaklar ayrılmasına neden olmuştur. işte aydınlanma çağı bu dinamiği ile en sonunda sanayi inkılabına götürmüştür avrupa'yı. sanayi inkılabı modernitenin yaşam alanını yani kalabalık şehirleri yaratmıştır. kalabalık şehirlerin oluşması elektriğin, ampulün, betonarmenin, temiz ve pis su hatlarının bulunmasını zaruri kılmış bunlar bulununca daha kalabalık şehirler oluşmuş bu sayede kitlelerin bilime, düşünceye, okula ve eğitime erişimi kolaylaşmıştır. köylerden kitleleri üniversiteye kadar eğitemezsiniz ancak büyük şehirlerde bu mümkündür. daha fazlla kişinin eğitime ulaşması bilimsel ve teknolojik gelişmeye daha büyük zıplamalar yaşatmıştır. penisilin bulunmuş, insanoğlu aya gitmiş, interneti ve cep telefonunu icat etmiştir. yani modern kültür ile aydınlanma ve gelişme birbirini sürekli besleyen iki kaynaktır. sanayi inkılabını dini saiklerle kaçıran bizim gibi toplumlar ise modern kültüre sahip olamamış, şehirlerini insan onuruna yakışır şekilde planlı kuramamış, modern kentleşmeye, şehir kültürüne, şehirlileşmenin getirdiği o modernite tahammülüne sahip olamamıştır. modern kültürü yoktan var etmeyen ama besleyen aydınlanma fikirleri ve bilimsel-teknolojik ilerleme motivasyonu ile avrupalı toplumlardan çok sonraları tanışmıştır. bu yüzden modern kültüre sahip olmayan, onu reddeden ve hatta ona düşman olan bütün doğu toplumları aydınlanmaya, gelişmeye ve teknolojiye de sahip olamamaktadır.
2- modern kültür aydınlanmaya ket vuran dogmalara varoluşu gereği karşıdır, kendi bünyesinde dogma bulundurmaz.
modern kültür toplumlardaki değişimin, dönüşümün ve tahammülün ilerlediği o sürecin kendisidir. dolayısıyla dogma kabul etmez. kendisine ait tek bir dogması da yoktur. temel referansı dogmalar değil akıldır. bazen tv'de görüyorum birileri çıkıp da "tükiye'de idare ne modernlerde olsun ne gelenekçilerde olsun, ben tarafsızım" diyerek saçmalıyorlar. sadece türkiye'de değil, dünyanın her yerinde modernlik hakim güç olmak zorundadır. çünkü modernite bütün varoluşunu rasyoneliteden alır. gelenekçilik ise doğruluğu ispatlanamaz bir takım tarihi metinlerden ve nesillerce taklit edilegelmiş lokal geleneklerden. modern kültürü en fazla besleyen felsefi duruş pozitivizmdir. pozitivizm öyle miadı dolacak bir yaklaşım değildir. biz hala daha tarihin -aklın en temel referans kabul edildiği- pozitif evresinde yaşamaktayız. pozitivizm, olguları anlamada bilimden başka hiçbir referansı yöntem olarak kabul etmemek anlamına gelir. modern toplumların modern kültürlerinde aydınlanmanın, gelişmenin ve ilerlemenin yegane yöntemi bilimsel yöntemdir. bilimsel yöntem bilimsel tezlerden en rasyonel olanı hakikat kabul etmektir. başka bir tez gelip de onu devirene kadar hakikat odur. pozitivizm, bilimsel yöntemin icrasıdır ve bugün bizim hayatımızı şekillendiren tüm sosyal ve fenni olgular pozitivizmin ürünüdür. modern olmayan toplumlar pozitivizmden dolayısıyla da bilimsel yöntemden beslenemezler. bu da onların aydınlanamaması, gelişememesi ve sömürge olarak kalması anlamına gelir.
3- modern kültüre sahip olmayan tüm toplumlar geri kalmıştır, sömürülmektedir, ilkel yaşamaktadırlar.
islam coğrafyası, orta doğu, afrika, güney asya, hindistan gibi yerler dağ gibi dogmalarla ve kutsal metinlerle çepeçevre çevrilmiş moderniteyi reddeden yerlerdir. tümü geri kalmıştır. orta doğu ve islam ülkeleri inançları gereği modern kültüre bizzat düşmandır. çünkü bu ülkeler 10. yüzyıldan kalma antik metinlerle oluşmuş ilkel bir kültürün en yüce kültür olduğuna inanırlar. bu tutum doğrudan rasyonaliteye ve pozitivizme düşmanlık anlamına gelir. sahip oldukları her türden dogma gelişme yolunda önlerine bir set çeker. mesela eğitimin dini içerikli olmasına dair dogmalar bu ülkelerin berbat eğitim sistemlerine sahip olmasına neden olur. çünkü bir çocuğa bir haftada 40 saat ders verebilirsiniz. 41 saat değil. ve siz bu 40 saatin yarısını dini dogmalara ayırırsanız geri kalan 20 saat ile modern toplumlarla rekabet edebilme şansınız yoktur. eğitim bozuk olursa aydınlanmanın olamayacağı, gerekçe göstermeden anlaşılabilecek bir argümandır. afrika ülkeleri yine din ve tarihe sonradan eklemlenmeleri, modernite ile çok sonraları tanışmaları gerekçesi ile geri kalmışlardır. güney asya ve hint ülkeleri keza öyle.
işte cumhuriyetimizin kuruluş felsefesinden gelen ve 80 yılda elde edilen bütün kazanımları toplumumuzu modern kültüre taşımak üzerineydi. aydınlanma, gelişme ve ilerleme ancak toplumun seküler, rasyonel, pozitivist, evrensel değerlere sadık, zincirsiz, dogmasız,kolektif ve sağlıklı akıllarla vicdanın dinden ve aidiyetten arınmış en saf haliyle oluşmuş hukukun üstünlüğünü kabullenmiş bir aydınlanma idealizmine sahip olması ile mümkündü. ve bunu sağlayacak yegane enstrümanlar kitle iletişim araçları, söz gelimi radyo ve televizyon gibi aletlerdi. özellikle de televizyondu. ve televizyonun türkiye'de yaygınlaşması 1980'li yıllardır. 1990'lı yıllarda ise artık her evde bir televizyon vardır. bahriye üçok gibi aydınların bu televizyonlara çıkarak aydınlanmanın önüne ket vuran dogmaları bu dogmaların asıl yazılı olduğu antik metinleri eleştirmesi ve insanlarda hakikate, dogmalarla mücadeleye, aydınlanmaya destek olmaya teşvik etmesi anlamına geliyordu. düşünebiliyor musunuz televizyonlarda 1990-2010 yılları arasında antik islam metinlerinin irdelenmesi ve orda yazılı tutarsızlıkların kitlelere duyurulması türk toplumunda nasıl büyük bir değişim yaratırdı? ancak buna müsaade etmediler. kendi naslarını tenkit edenlere cevap veremeyenler sorun olarak gördükleri bu aydın insanları tarih boyunca uyguladıkları en bilindik yöntemle susturdular: katletmek.
bir bahriye üçok gider bin tanesi gelir. bahriye üçoklar bitmeyecek. -
bir çift iri huri memesine vatan satmak
https://medium.com/…-satmak-db503a479d6d#.t7x3c9mae
fethullahçıların yaptığı şey tam olarak bu olsa gerek. sonuçta 15 temmuzu eğer bir tür "vatan satma" eylemi olarak tanımlıyorsanız bu "vatan satma" aksiyonunun ardındaki motivasyonu da açıklayabiliyor olmanız gerekir. 15 temmuzun ardındaki motivasyon sünni islam inancının nakşibendi tarikatının nurculuk yolunun fethullahçılık cemaatine göre cennette iri huri memeleri ile ödüllendirilmek değilse nedir? fethullah'ın kara kaşı ve kara gözü hatrına mı binlerce fetöcü bir anda harekete geçti? feto'nun ağarmış kıç kılları için mi bütün hayatlarını mahvetmek pahasına hukuka, cumhuriyete, devlete, halka ve daha başka kutsal olan ne varsa tümüne ihanet ettiler, mermi sıktılar? elbette tüm bunları öte dünyada sonsuz bir zaman diliminde iri huri memelerine sahip olmak adına yaptılar. peki aynı sünni islam inancının b tarikatının c cemaatinin cennetteki iri huri memelerine yine aynı şekilde vatan satmayacağının makul mantıkta bir insanı ikna edecek açıklaması nedir? birileri bu sorulardan kaçıyor diye bu sorular yok olmuyor ey ümmeti muhammed.
kuranda huri memesi değilse bile huri memesine atıfta bulunan "kevaib" kelimesi nebe suresinde geçer. cennete gideceklere göğüsleri yeni tomurcuklanmış kızlar verileceği söylenir. osmanlıca sözlüklerde de kevaib kelimesinin anlamı "tomurcuk memeli kız" demektir. bu çeviri meallerde ve tefsirlerde, arap dilinde yüzyıllardır bu şekilde çevrilegelmiştir. ancak moderniteye ve rasyonaliteye toslayan islamcılar bu çevirinin huri memesinden, turunç memeden ya da tomurcuklaşmış memeden bahsetmediğini 1400 yıl aradan sonra 20. yüzyıl ortalarında çözmüşlerdir. kutsal kitaplarının ufak kızların yeni tomurcuklanmış memelerinden bahsediyor oluşunu namus algılarına kabul ettiremeyen islamcılar hemen bir savunma pozisyonuna geçmişlerdir. biz kuranda ne namaz, ne tesettür ne de özgürce seks yapma yasağı yoktur dediğimiz zaman "ulan 14 yüzyıldır kimse bulamamış sen mi buluyorsun böyle yeni şeyleri" diye zırlayan islamcılar kuranda göğsü henüz tomurcuklanmış yani muhtemelen 13-14 yaşında olan kızlarla öte dünya denen masal aleminde sevişeceklerinin müjdesini saklamaya çalışırlar ve bu saklama aksiyonunu, kuranın 14 yüzyıllık söylemindeki bu değişikliği eleştirdikleri reformcu müslümanlar gibi 14 yüzyıl sonra yaparlar. buyrun efendim ehli sünnet fıkhına yüzyıllar boyu kaynaklık etmiş binlerce "kadı"nın fetvalarına dayanaklık etmiş, osmanlının son 2-3 yüzyıldaki eşarilik batağında her daim el üstünde tutulmuş ve bugün dahi türkiye'deki nakşibendilerin tek laf ettirmediği 700 yıllık ibn-i kesir tefsirindeki meal ve tefsir. bununla tatmin olmayan ve "hayır iyi bir tanrı imtihanını geçenlere göğsü tomurcuklanmış genç kız vaat etmiş olamaz, islam düşmanlığı yapma, islamı sabi sıbyan memesine indirgetmem" diyenler kos koca kurtubi'nin 800 yıllık tefsirine de mi bakmazlar acep? bu da kafi gelmezse 1100 yıllık taberi'ye bakacağız.
kurandaki bu ayet 13-14 yüzyıldır tomurcuk memeli ve muhtemelen kurtubi'nin anlattığı gibi sıbyan sınıfından hurilerin cennete giden erkeklere cinsel amaçlı sunulacağı anlamına gelirken ve hatta elmalılı hamdi yazır bile bu şekilde çevirmişken benim gibi üç beş kelam etmekten başka bir derdi olmayan birinin bir takım vatan hainlerinin ve vatan satıcılarının motivasyonlarını bir çift güzel huri memesinden alıyor oluşunu başlık yapmış olması pek zararlı bir durum olmasa gerek. huri memesinden allah kendi bile müminlerin ağızlarının suyunu akıtacak bir edebi yetkinlikle bahsetmişse benim huri memelerinden bahsetmem ayıp olmaz herhalde.
islamcıların özellikle de tasavvuf denen masalla böbürlenen islamcıların en büyük ikiyüzlülüklerinden biri oldukları gibi görünmeyip sağa sola behlül dane'lik taslamalarıdır. abbasilerin beşinci halifesi harun reşid'in etrafında tuttuğu meczup bir evliya olarak bilinen behlül dane bizim nasreddin hoca gibi fıkraları ya da islamcı terminoloji ile "kıssa" ları ile ünlü tarihi bir şahsiyettir. bu fıkralardan biri:
behlül dane bir gün bir elinde içi su dolu ibrik bir elinde de bir kazma ile yürürken halife bunu durdurup sorar
-hayırdır behlül nereye böyle?
+duydum ki birileri cehennemden korktuğu için, birileri de cennete girmek için allaha kulluk edermiş. elimdeki ibrikle cehennemi söndürmeye, aha bu baltayla da cenneti yıkmaya gidiyorum.
-haaaa (içten düşünür: vayyt ulan evliyaya bak süper felsefe kanks)
yok biz sadece allahı seviyoruz, yok biz cennet için huriler için, hurilerin memintolarını emzikto yapmak ya da cehennem ateşinden korktuğumuz için ibadet etmiyoruz vs. geçin bu masalları... bunlara freud ve nietzsche'nin verdiği cevapların ötesinde cevap vermek haddim değil. sen allah'tan intikam alabilecek güçte olmadığını kabullendiğin için ona ibadet ediyorsun. ve istisnasız hepiniz içinizde bir yerlerde büyük bir nefret besliyorsunuz ona karşı. sizi 5 vakit köle gibi kullanan, her hareketinize karışan tanrınıza şuurunuzun -altını kaldırmaya korktuğunuz bir bölgesinde- muazzam bir öfke biriktiriyorsunuz. benim gibi günün birinde o örtüyü kaldırıp altına bakabilenler de o birikmiş öfke ile uyanıyorlar ertesi sabaha.
evet meselenin ilhamı ahmet altan'ın bir çift güzel kadın göğsünü vatana tercih ederim vecizesinden geliyor. bu aynı zamanda bir çift kadın memesine vatanı satarım anlamına da gelebilir. ne demek vatan satmak? vatan satılır mı? vatan satmak ahlaksızlık mıdır?
vatan bir kere içinde yaşayan her bir insan için ayrı ayrı bir emanettir. bu emanet ona babasından kalmıştır ve aynı emaneti çocuğuna devretmekle de mükelleftir her bir vatandaş. elbette emanet ederken vatanı olabildiğince yükseltmesi ya da hiç olmazsa olduğu konumdan aşağı düşürmemesi gerekir. ikincisi vatan denen yer toplumsal bir mütabakatı gerekli kılar. tel örgülerle, duvarlarla çevrili, kapalı, somut bir toprak parçasıdır vatan ve bu vatanın içinde yaşayan herkes birbirine bir şekilde bir şeyler borçludur. bu borç işte o mütabakatı gerektirir. bu mütabakatı "birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için" mottosu ile ifade edebiliriz. gayet evrimsel bir tutum: bir gruba dahil olmak, gruba aidiyet hissetmek ve böylece avantaj elde etmek. bu durumda eğer hepimiz senin içinken sen bizim için değilsen işte o zaman puşt bir durum oluşuyor. bu da "vatan hainliği" diye bir kalıp ihtiyacı oluşturuyor dilde. nitekim ihtiyaç giderilmiş, "vatan hainliği" kalıbı dilimizde kendine yer bulabilmiş. elbette bir bangladeşli'ye hak verebilirim vatan satma konusunda... "s*kerler aga böyle vatanı, bu ne ulan sürünmeye mi, kölelik yapmaya mı geldik biz bu dünyaya, ataların bana bıraktığı emanete koyayım, çocuğuma da kalmazsa kalmasın" diye. ama nihayetinde türkiye gibi bir cennet coğrafyada, bir çok yönden pek iyi olmasa da aşağı yukarı dünya ortalamasında bir memlekette dünyaya gelmişiz. tarih diye bir şey var ve okumuşuz. hep savaşlar yön vermiş tarihe ve savaş tehditleri hala daha geçmemiş, bitmemiş. savaşlar hep uluslar, dinler, halklar, diller arasında olmuş. biz de iyi kötü ortak bil dile anlaşabilen, ortak bir tarihe ve kültüre sahip insanlar olarak bir çift memeye vatanı değişmenin kötü bir şey olacağını düşünebilmişiz. oradaki onursuzluğu görebilmişiz.
şimdi "onursuzluk" deyince sanki metafizik, sebepsiz ve gerekçesiz bir durum oluştu gibi. benim gibi hayattaki tüm inançsal kabiliyetini "metafizik yoktur" önermesine odaklamış kişiler çevrelerinde fark edebildikleri her harekette bir gerekçe ararlar. bilhassa comte'un bahsettiği tarihin pozitif evresinde yani betonun icat olduğu ve şehirleri oluşturduğu modernite çağında nietzsche'nin var olduğunu tüm dünyaya gösterdiği o nihilizm bataklığına batmamak, yaşantılarımızın öte dünya yoksa bile gerçekten bir anlamı olduğunun farkına varmak için onurlu olmanın rasyonel gerekçesini de öğrenmemiz gerek. zaten islamcılar onurlu olmakta rasyonel bir gerekçe bulabilecek yetkinliğe erişebilecek merak, şüphecilik, sorgulayıcılık ve cesaret sahibi olamadıkları için gazalici ve nihilisttir, bu dünyaya karşı heyecansızdırlar, sapkın bir ahiret boşvermişliği içerisindedirler. yani sorumuz bu: onurlu ya da onursuz olabilmek ne anlama geliyor tam olarak? onur kelimesinde bir metafizik ya da bir "töz" var mıdır? onurlu ya da onursuz olabilmeyi tanımlayabilmek için öncelikle duyguların tanımını yapabiliyor olmamız gerekir. çünkü onur düşünceden çok hissiyatın bir ürünüdür. hissetmek fiili duyguların edimidir. onurlu olmak hissedilen bir şeydir. bunu hisseden yer de insandaki maddesel olmayan vicdan organıdır. yani onur varoluşunu insanın vicdanından -diğer bir deyişle empati yapabilme kabiliyetinden- alır. vicdan denen ve gerçekte var olmayan organı sadece beyindeki elektrokimyasal reaksiyonlar yönetmez bu organın idaresine aynı zamanda doğanın bizzat kendisi de müdahildir. doğada şuur sahibi olmayan yani -beyinlerindeki elektrokimyasal tepkimeler insanlarınki kadar karmaşık olmayan- memeli hayvanlar yavrularını istemsizce emzirir, korur ve büyütürler. düşünebilme yetisi olan bir insan vicdanı ne yapıyorsa şuuru olmayan bir anne hayvan da aynını eniklerine karşı yapabiliyor. uzun yolculuklardan sonra eşlerine kavuşan bazı kuşlar ya da penguenler de tıpkı uzun süre ayrı kalan insan çiftlerinin kavuşmalarında olduğu gibi coşku ile sevinebiliyorlar, sevinme duygusunu çalıştırabiliyorlar onlar da. yani evrendeki karar alma ve aksiyona geçme mekanizmaları sadece elektrokimyasal reaksiyonların sonuçlarından ibaret değil. genetik miras ve kalıtım algılayabildiğimiz şeyler elbette ancak güdü, dürtü ve içgüdü tıpkı bir türlü gerekçelerini çözemediğimiz doğa kanunlarından. kütle çekim yasası var evet ama neden/nasıl var? güdü ve dürtü var evet ama neden/nasıl var? gibi...
işte insanda "onurlu olma ihtiyacı" da hem yukarıda bahsettiğim gibi " biz hepimiz senin içinken sen neden bizim için olmuyorsun" sorusu sadece doğrudan matematiksel bir eşitsizlik, çok temel bir irrasyonalite oluşturduğu için değil aynı zamanda güdülere ve dürtülere ters olduğu için vardır. onur insanın sadece düşünerek bulduğu değil aynı zamanda doğuştan getirdiği bir şeydir. bazıları belki doğuştan getiremiyordur belki de sonradan düşünerek bulamıyordur. ancak onurlu olmanın tüm insan topluluklarında tarih boyunca erdem sayılması ve tarih boyunca hainliğin kötü bir şey olduğunun anlatılması bize onur denen şeyin insanın varoluşun ait olduğunu gösteriyor. dinler ve dogmalar onurlu olmanın bu hassas dengesini yerle bir ederler. çünkü denkleme bu dünyadan olmayan bir değişkeni "öte dünya hülyasını" eklemlerler. bu değişken denklemi bozar. onurlu olma kavramının içini boşaltır. onurlu olmayı güya var olan bir takım dogmalara indirgerler çünkü. onur kelimesinde bir töz yoktur. töz demek yani berkeley'in tanımı ile "maddi olmayan dayanak" . onur kelimesinde olduğu gibi vatan ve milliyet kelimelerinde de bir töz mevcut değil. elbette bu durum vatan ve milliyet kelimelerinde bir kutsiyet olamadığı anlamına gelmez. vatan ve milliyet bir gruba aidiyettir. eğer dünya gruplardan yani uluslardan ve bunların birbirleri ile rekabetinden müteşekkil ise. yani henüz dünyaya bütün insanların aynı grubun parçası sayıldığı bir tür eşitlik ve kardeşlik gelmemiş ise -ki bu reel dünyada pek mümkün bir şey değil- dahil olduğun grubun çıkarları ile varoluş mücadelesi vermek kadar rasyonel bir şey yok. işte bu rasyoneliteden gelir vatan ve millet kelimelerindeki kutsiyet. oysa vatanı ve ulusluğu binlerce yıl önce yaşayıp yaşamadığı dahi belli olmayan bir arapoğlunun ya da bir yahudi tohumuun yazdığı iddia edilen kitaplara indirgerseniz bu kelimelerin içini ezan, cami, kilise, çan sesi gibi şeylerle doldurmaya kalkışırsanız bir binanın temelini beton ve demir yerine saman ve toprak ile inşa etmiş gibi olursunuz.
peki ya bir çift huri memesine vatanı satmaya kalkışanlara ne diyeceğiz? muhammedin kitabına, allahına ve anlattığı cennete inanan herkes belli bir eşik değeri geçtiği noktada o cennetteki hurilerin memeleri için bugün içinde yaşadığı vatanını, birlikte yaşamaya mahkum olduğu milletini henüz bu dünyadayken satabilir mi? bilmem.. net bir şey söyleyemem. ama bir çok kişinin satabileceğini, vatan ve millet hainliği yapabileceğini düşünüyorum. yani bu dünyanın kutsalı olan vatan ile öte dünyanın kutsalı olan din arasında tercih yapma gerekliliği hasıl olursa acaba kimler bu dünyanın kutsalını seçerler? ateistlerin, agnostiklerin ve deistlerin din yerine vatanı seçeceği, islamcıların ve şeriatçıların da vatan yerine dini seçeceği kesin de ılık müslümanların ve müslüman görünümlü deistlerin ne tarafta olacağı muallak. zaten benim derdim de onlarla. onlara henüz daha bu dünyada yaşarken neden din yerine vatanı tercih etmeleri gerektiği düşüncesinin haklılığından başka bir şey anlatmıyorum. çünkü bunu yapmak seküler ahlakın gereğidir. ve bu dünyada seküler ahlaktan daha yüce hiçbir ahlak normu yoktur. sekülerizm aynı zamanda herhangi bir dine inansa da inanmasa da bir insanın bugün içinde yaşadığı somut vatanını bir öte dünya inancı uğruna satmaması gerekliliğidir.
bir bangladeşlinin vatan hainliği yapmasına neden hak veririm?
bangladeş, nüfusunun %92'si sünni müslüman olan bir ülke. 160 milyon nüfusu var 60 milyonu elektriksiz yaşıyor. gdo'dan uzak, organik, doğal ve sağlıklı yaşamı seçtikleri için değil ha islam terakkiye mani olduğu için elektriksizler. inançlarındaki dogmalardan vazgeçmedikleri için geri kalmışlar yani. blog yazarlarını ateist diye linç eden ve öldüren, üzerine ateizme karşı 500.000 kişilik kalablıklar halinde yürüyen bir ülke çok büyük ihtimalle yaşadığı islam türü yüzünden geri kalmıştır çünkü. yine bu güzide ülkede 15 yaş altı çocuk evliliği oranı %18'dir. yani aşağı yukarı her beş çocuktan biri henüz çocukluktan çıkmadan alçakça zorla ve dayakla evlendirilmektedir. her iki çocuktan biri de 18 yaşını görmeden evlendirilmektedir. böyledir çünkü müslüman toplumlarda "namus" algısı vardır. kız çocuğunun gözü açılmadan, birilerine sevdalanıp sevişmeden bir an önce evlendirme kültürü hakimdir. başına böyle makus bir vaka gelmiş bir çocuğu ömür boyu sürecek bir pişmanlığa ve nevrozlarla dolu bir hayata mahkum eden şey bangladeşteki islamdan başka hiç bir şey değildir. bir bangladeşli bu dünyayı cehennem hayatı gibi yaşıyordur. bakın suudi arabistan'a turist vizesi yoktur ve bu ülkede 3.5 milyon bangladeşli yaşar. bu adamlar, kadınlar ne yapıyorlar bu ülkede dersiniz? sünni islam fıkhına uygun şekilde kölelik ve cariyelik yapıyorlar. bu 3.5 milyon insan türkler gibi almanya'da tuvalet falan temizlese, abd'de benzincilerde pompacılık yapsa falan bir şey söylemeye hakkım yok da bu 3.5 milyon bangladeşli nasıl boktan bir ülkede yaşıyor ki suudi arabistan gibi berbat bir yerde şu şekilde kölelik yapmayı kendi vatanlarında yaşamaya tercih ediyor olsunlar? islamın terakkiye, gelişmeye engel olmasının yanı sıra insanları psikolojik sorunlu hallere getirmesi ve bu dünyada huzur içinde yaşaması gereken bir vatan kurmasına da engel oluşunu, vatan ve milliyet kelimelerindeki o maddi, rasyonel ve somut kutsiyeti nasıl tarumar ettiğini görüyoruz bu örnekle. islamcılar ve şeriatçılar için vatan, içinde huzurla yaşayıp mutlu olunması ve güzel çocuklar yetiştirilmesi gereken bir yer değildir. bunlar için vatan öte dünyaya ibadet edilen alelade bir toprak parçasıdır. eğer en temel hukuksal normlar bunların ibadetlerine, dinsel sembol afişe etme, dinsel reklam yapma hakkına müdahale ederse canları pahasına bir cihata girişirler. çünkü bunlar bu dünyada değil öte dünyanın hazırlık sınıfında ve hazırlık atlama sınav salonunda yaşadıklarını düşünürler. türkiye'de milyonlarca ateistin, deistin ve agnostiğin hakkına tecavüz eden ezan sesi için insan haklarını referans göstererek "dinlemek zorunda değilim oylama yapılsın mahalle mahalle kim dinlemek isterse öbür mahalleyi rahatsız etmeden dinlesin" dediğiniz zaman sizi tehdit ederler, "s*ktirol git bu vatandan" derler ve hatta ısrar ederseniz sizi katletmekten çekinmezler. bunların "emri bil ma'ruf nehyi anil münker" dedikleri birilerini islama davet etme, hidayetinde rol oynama huyları dünyanın en büyük saygısızlıklarından biridir aslında. hadsizliktir, kültürsüzlüktür, zorbalıktır. ve bunu sanki dünyanın en normal davranışıymış gibi savunurlar bir de.
bu fethullahçılar ya da eskinin fethullahçıları bugün neden ateist olmazlar, neden ateizme geçmezler çok merak ediyorum. adam islamı icat eden muhammede inanmış, sünniliği icat eden gazaliye inanmış nakşibendiliği icat eden imam-ı rabbaniye inanmış nurculuğu icat eden said nursiye inanmış ve tüm bunları fethullaha inanarak yapmış. e fethullahın tıpkı pablo escobar gibi bir haydut olduğu, vatanına milletine ihanet eden bir hain olduğu ortaya çıkmadı mı? ne yaptılar bunlar peki? aa fethullah hainmiş o zaman bi üste çıkalım said nursi'ye imanımızı bozmayalım. saçma değil mi bu? e sen said nursiyi de muhammedi de gazaliyi de fetodan öğrendin. neden hala fetodan öğrendiğin bilgilerin bir kısmının hakikat olduğuna inanıp duruyorsun? feto saçmalamışsa, yalan konuşmuşsa, seni aldatmışsa öbürleri de fetodan aşağı olmayabilir diye düşünmek çok mu zor? ya da git mesela başkasından öğren meseleyi belki o zaman nurculuğu ve nakşibendiliği de bırakacaksın. hatta kimseden öğrenme kendi kendine düşün sadece ya da kaynakları tarayarak kendi aklınla süzüp bulmaya çabala. nerdeee. bunlar o kadar tembeldir ki biri gelsin bize bütün dünya tarihini hz. ademden itibaren anlatsın biz de hiç kitap okumak, akademik çalışma yapmak gibi zahmetli işlere bulaşmadan gül gibi yaşayıp gidelim diye düşünürler. tıpkı pablo escobar'ın cahil ve tembel medellinli destekçileri gibi. escobar'ın yaptığı aynı safsatalara kurban giderler: "türkiye'de eğitime ve okula önem veren, kemalist ideoloji ile aydınlanmış ve çağı yakalamaya çabalayan seküler türkler sürekli yüksek mevkilere geliyor ve bize hükmediyorlar. bunu gerçekten haketmiş olsalar bile buralarda biz cahiller kalabalık olanız ve bok gibi idare etsek bile bu ülkeyi biz yönetmeliyiz" mantığı. aynı mantık safsatası ile escobar da bir dönem kolombiya başkanı olmaya çabalamadı mı? argümanları aynıydı: birileri kolombiya'yı yönetiyor ama medelin'in bütün iktisadi temeli uyuşturucu ticaretinden gelen fakir halkını hiç umursamıyorlar. medelin gibi fakir yerleri temsilen kolombiya'yı ben yönetmeliyim. bu bakımdan türkiye'deki islamcı siyasetçilerin escobar'dan pek bir farkı olmadığını düşünüyorum. sonuçta eğer derdiniz fakirlerse 10 bin yıllık düşünce tarihinin ulaştığı nihai nokta sosyal demokrasidir, sosyal eşitlikçi bir idaredir: içeriği, yöntemi ve uygulaması alanında külliyatlar mevcuttur. seç beğen al. uyuşturucuya dayalı bir ekonomik düzen ile ya da islamcılığa dayalı bir siyasi düzen ile fakirlere hizmet değil eziyet etmiş olursunuz. ikisi de "fakirlerin devrimi" adı altında pazarlanmaya çalışıldı. escobar'ın ki tutmadı bizimkiler tutturdu burada.
sonuç olarak vatanı bir çift kadın memesine satacaklar ile bir çift huri memesine satanlar ve satma potansiyeli olanlar arasında nasıl bir ahlaki fark var merak etmekteyim. biz zındıklar ve seküler müslümanlar olarak bu ülkedeki en vatanperver insanlarız. çünkü bu dünyayı gerçekte algılayan ve yaşayanlar biziz. zındıklar olarak bizim bu dünyanın ötesinde başka bir dünya beklentimiz olmaması sebebiyle başka dünyalar için bu dünyayı dolayısıyla da bu vatanı satmak gibi bir ihtiyacımız yok. seküler müslümanlık da tanımı gereği bu dünyayı öte dünya inancına göre şekillendirmemeyi dolayısıyla öte dünya için bu dünyayı satmamayı gerektirir. bu bağlamda yukarıda bahsettiğim vatan satma eylemlerinin arasındaki farkları bilen arkadaşlar aydınlatırsa öğrenmiş oluruz. -
8 eylül 2016 pkk'lı öğretmenlerin açığa alınması
içinde yakından tanıdığım ve pkk ile uzaktan yakından alakaları olmadığını ve hatta pkk'dan ortalama bir akepeliden daha fazla nefret ettiğini adım kadar iyi bildiğim öğretmenler de var. bu liste iftiranın allahıdır.
listenin hazırlanış yönteminde iki ihtimal var:
1- damardan akepeli memur müdürlere/savcılara vs. fişleme yaptırılmış. fişlemeyi yapanların fişledikleri insanların pkk'lı olup olmadığını ölçebilecek aletleri yok. onlar da kafalarına göre biraz solcu gördüklerini ya da hem kürt olup hem de dindar olmayan/muhalif olan insanları da yazmışlar muhtemelen.
2- eğitim-sen'e üye olup genel itibariyle grev/eylem/iş durdurma gibi faaliyetlere katılanlar listelenmiş.
eskinin bazı solcu sendikalarında bugün artık kürtçülük yapan bazı grupların etkili olduğu doğrudur. bunu ben burada ya da bulunduğum diğer ortamlarda defaatle eleştirdim. ancak böyle olması bu sendikalara üye olan herkesin ya da bu sendikaların eylemlerine katılan herkesin pkk'lı olduğunu göstermez. hatta öyle olabileceğini düşünmek saçmalıktır.
kürt meselesi hakkında kendi algımdaki kemalist bakış açısı ile en fazla yazı yazmış adamlardan biri benim burada. kürt meselesinde sadece iki zıt nokta yok. bu meselede insanların aldığı pozisyonları ancak bir spektrum aracılığı ile grafikleştirebiliriz. bu spektrumda en genel itibari ile şu üç şeyin birbirinden ayrılması gerekiyor:
1-doğrudan pkk sempatizanı olmak
2-kürt meselesinde "kürtlük" etnik kimliğinin ve bu kimliğe mensupların dezavantajlı olduğunu düşünerek empati duygusu ile pkk'ya karşı ama siyasal kürt hareketine sempatizan/üye/seçmen olmak.
3- kürt meselesinde hem pkk'ya hem siyasal kürt hareketine karşı olmak; ikisini iç içe geçmiş unsurlar olarak görmek ama kürtlük etnik kimliğini ve bu kimliğe mensupları dezavantajlı görerek bu yönde söylemlerde bulunmak.
2. ve 3. türde insanlara hukuksal düzlemde hiç bir suç isnat edemezsiniz. suçlu değillerdir. siz farklı düşünebilirsiniz ancak hukuksal düzlemde meşru siyaset de bu yüzden vardır. hukuka ve insan haklarına uygun olan farklı düşünceler siyaseti var eder. suç isnat etseniz bile mahkemelerden döner, mahkemeleri yandaş yaptıysanız üst mahkemelerden döner o da olmadı avrupa insan hakları mahkemesinden döner, bir sürü insana boştan yere tazminat ödersiniz. -
fatih'in sevişen gençlere para cezası kesmesi
sevgililerin birbirleri ile gönüllü olarak arzulu bir hal çevresinde sevişmesi ve seks yapması anlamına gelen "zina" hukuken bir suç mudur? buna eğer zinayı yapanlar aileleri tarafından himaye edilen genç insanlar ya da ergenlerse ailelerinin ceza vermesi ya da karışmasına bir şey dediğim yok ancak devlet, devletin hakimleri ve savcıları ceza vermeli midir? bunun hukuk sisteminde cezai bir karşılığı olmalı mıdır?
elbette aileler çocuklarının evlilik dışı sevişmemelerini isteyebilirler. buna karışmak benim haddime değil. buna bir laf dediğim yok. ancak devlet neden insanların uçkurlarına karışsın? islam tarihi boyunca karışmış mıdır? bundan devlete ne?
fatih sultan mehmet'in aynı zamanda osmanlı devleti'nin ilk genel kanunnamesi olan ve "fatih kanunnamesi" olarak bilinen hukuksal düzenlemenin zinaya dair maddeleri şu şekilde:
“1- eğer bir kişi zinâ kılsa şeriat huzurunda sabit olsa ol zinâ kılan evlü olsa ve dahi bay olursa ki bin akçeye dahi ziyadeye gücü yeterse cürm üç yüz akçe alına evsat ul-hâl [orta halli] olursa kim altı yüz akçeye mâlik ola cürm iki yüz akçe alına andan aşağa güci yeterse cürm yüz akçe alına andan dahi aşağa halli olursa elli akçe andan dahi agağa ki gayetde fakir-ül-hâl olursa kırk akçe cürm alına
2- eğer zinâ kılan ergen olursa bin akçeye dahi ziyadeye güci yeterse cürm yüz akçe alına eğer orta halli olurse altı yüz akçeye gücü yeterse elli akçe cürm alına andan agağa dört yüze güci yeterse kırk akçe gayet fakir olsa otuz akçe cürm alına
3- eğer avret zinâ kılsa geri?at katında sâbit olsa gani olsa er kanlığın vire orta hallü yahud fakire olsa erenler gibi olur kanluğın vire
4- eğer avretin mali olsa eri kabul eylese köftehor kanlığun yüz akçe vire yoksul olursa elli akçe gayet fakir olursa kırk ya otuz akçe cürm alına
5- eğer avret pezevenklik eylese kadı ta?zir ura nekadar mâ yerahu80 ağaç bagına bir akçe cürm alına
6- eğer zinâ iden kız olursa onun cürmi ergen gibi ola azlıkda ve çoklukda ana i?tibar ideler
7- eğer birakinin81 evine girse zinâ kasdına olur(sa) evlü cürmin vire eğer ergen ise ergen cürmin vire ol zinâ iden gibi yukaru tafsil üzere ki beyan alundı"
kaynak: http://istanbul.dergipark.gov.tr/…rticle-file/95678 (126. sayfa)
hanefi fıkhına göre normal şartlarda olması gereken recimdir. kadını toprağa gömüp bütün suratı dağılıp, kafa tasının kemikleri kırılana kadar taşlayarak öldürmektir. osmanlı tarihinde de sultan ahmet meydanı'nın orta yerinde recm olayı gerçekleşmiştir. sultan ahmet'teki mısır'dan gelen dikilitaş'ın önünden geçerken bir dahaki sefere umarım o mazlum kadının hayaletine bi selam verirsiniz. yahudi elemanı da katletmişler bu arada.
murat bardakçı'nın bu konudaki yazısı: http://www.haberturk.com/…n-recminin-belgeli-oykusu
bu da ilber ortaylı'nın yorumu: https://www.youtube.com/watch?v=ifrzqdh6eec
1680 yılında yahudi bir erkek ile sevişen müslüman bir kadını sultanahmet meydanının orta yerinde toprağa gömüp suratını taşlarla paramparça ediyorlar. ve bu bilinen tek belgeli recm olayı imiş. bilinmeyen binlercesinin olması mümkün. belgelerinin bugün elimize ulaşmamış olması mümkün.
hanefi fıkhında recm olmadığını iddia edecekler bana inanmıyorsa cübbeli'ye inansınlar: https://www.youtube.com/watch?v=owhvbh6wjqo
osmanlıda zinaya verilen ceza dönem dönem değişmiştir. bazen para cezası bazen işkence bazen de recim oluştur. fatih biraz daha hoşgörülüydü deriz hep çünkü halefleri artık işi barbarlık boyutuna taşımıştır. fatih'in yaptığı yani sevişenlere ceza kesmek de hadsizliktir, densizliktir de bardakçı'nın yukarıda verdiğim yazısında yavuz döneminde zina eden kadının cinsel organının dağlandığı gibi ifadeler var.
evet gelenekselci müslüman arkadaşları başlığa davet ediyorum. cumhuriyetin ve kemalizmin onlara bahşettiği laik/seküler, medeni, insancıl ortamda sultan ahmet meydanında bir kadının sırf sevdiği ile sevişti diye suratının kaya parçaları ile dağıtılmasını, dişlerinin kırılmasını, gözlerine sivri taşların saplanmasını ve kafa tasının karpuz gibi yarılmasını izlemek gibi çok büyük travmaları yaşamdan büyümüş olmalarına şükretmiyorlar mı? bu kadar mı vefasızlar? bu kadar mı kadir kıymet bilmezler?
kemalizm sayesinde, devrimci kurucu ulu önder sayesinde bu özgür ve medeni değerler üzerine kurulmuş ülkede doğup da islam hep hoşgörülüydü, osmanlı ahlaksal olarak bu kadar yüceydi diye bağırmak kolay. ta ki hakikatle yüzleşene kadar. hadi hakikati öğretin bana dostlarım. sevişenlere devlet eliyle para cezası kesmek mi tanrının buyruğudur? öyle tanrı yerin dibine batsın!
edit: osmanlıdan kalma 95 milyon belgenin tümünü okumuş gibi osmanlı tarihinde sadece ve sadece 1 tane recim hadisesi olduğunu bütün altı yüz yılı ummandan romanyaya tüm şehir ve kasaba şeri mahkemelerinde bütün davaları takip ederek yaşamış ve görmüş gibi iddia eden ve hatta bunun da ötesine geçip "olsa kesin belgelenirdi o belge de asla kaybolmazdı" gibi bir fikre sahip arkadaşa oturup uzun uzun cevap vermek mental sorun belirtisidir. lütfen reddiyelerinizi asgari mantık normları çerçevesinde yapınız. -
türk gibi kafir
arapçada eski zamanlardan gelen bir deyim olduğu söylenir. esas türkün gönlünün ve kadim töresinin öz ifadesidir. bana verdiği ilhamla yazdığım son şiirin başlığıdır aynı zamanda.
--------------------------------------------------------
bedevi çölünün masalcı fanisi
uydurmasaydı bile mavallarını
sen istanbul'u yine de alacaktın!
kubilay mı müslümandı teoman mı?
atilla mı inandı kuru ayın ödlek tanrısına?
hangisi yok edemedi
mermerden yapma şehirleri?
hangisinin kudreti
fethedilmez alamut'a yetmezdi?
senin şanın ve haysiyetin
arapoğlunun efsanelerinden değil
göğ tanrının adamı sarhoş eden maviliğinde,
o maviliğin altındaki bozkırda gizli.
seni türk yapan ağzındaki dilin;
coğrafyan, kısrağın, çadırın ve okun.
ebedi uçmağın maviliğine altayların zirvesinden dokun.
hangi ulustan tazesin, hangi halktan az yaşın?
tanrı dağı kadar türksen hira'ya sığmaz başın.
sen ki 40 ulusu zincire vurmuş rumu
40 bin orduyu tamaga uçurmuş
çin'i, acem'i ve arapoğlunu
tarihi dolduran bu dört büyük yurdu
mahv-u perişan eden türksün.
arabın tanrısı kendi çölüne ışık yaksın
sen muhammed'den önce de vardın
mehdi'den sonra da var olacaksın!
eğer ki seni ruma malik eden çöl palavraları idi
daha bu masallara aldanmadan önce
çin'e, acem'e ve arab'a malik eden kimdi?
eğer ki bunlar hep elinden gitti...
kalgançı çağ mı geldi yoksa tarih mi bitti?
konuş ey sırtlan,
başla anlatmaya hıyanetini.
kaç yüzyıl oldu,
öz yurdundan gideli?
öz tanrını terk edeli?
saguna ihanet edeli?
seni sen eden
dildeki addan,
gönüldeki yaddan,
damardan ve kandan,
insandan türkü yaradan!
terk ettiğin öz baban,
değil miydi söyle!
söyle bir zamanlar
kaç "onbin yıl" tapmıştın,
göklerin
en ulu ve tek türk tanrısına?
seni türk yapana...
hiç mi yadına düşmez?
hiç mi arlanmazsın?
bin yılcık taptın diye
adam mı oldu arabın hülyası?
oğuz atan seni uçmağdan izler.
utanır duydukça küfrünü,
akla boyun eğişini sabırla bekler.
dön gel baharda yeşeren bozkırına.
hanlarına, kamlarına, şamanlarına...
söyle cengiz'e ve mete'ye
yüz çevireli kaç asır geçti?
hiç mi utanmazsın?
takıldın o saltuk denen döneğin peşine
bilmez misin,
arabın masalı bitmez.
bilmez misin arabın anlattığı cennet
senin has yurdundur
senin öz ilindir.
senin özündür.
arabın anlattığı cennet
türkistan bahçeleridir.
anadolu bağlarıdır.
karadeniz dağları,
rumeli ormanlarıdır.
arabın anlattığı huri,
sedeflerinde saklı inciler gibi
senin kadınındır.
arabın anlattığı mahşer
senin vatanındır.
bilmez misin
bağdat toprağının kızıllığı
hülagü kılıcından damlayan halife kanından
çöle gömülü kureyşi kuru kafaların öz suyundan
moğolun ve kıpçağın ve tatarın ve oğuzun
dünyaya vahşetten başka
zulüm ve kölelik dışında
ne getirdiği bilinmez arapoğluna
tükürdüğü kara balgamından gelir!
onlar ki türktüler,
türk gibi kafirdiler.
anırıp arapoğluna satılanlara,
toplanıp yoluna baş yatıranlara
aman dedirtmediler.
bin yıllık esaretin intikamını
sanki önceden görmüş gibi
bedevinin ciğerinden
arapoğlunun rüyasından
o bin yıl henüz başlamışken.
hançerle söküp çıkardılar.
sen hülagü oğlusun.
bulan han torunusun
türksün, türk gibi kafirsin.
dilek ağacına çaput bağlar,
kurgan kazar, at eti yersin.
buldun mu çöl masalının
berbat suratlı halifesini
şah damarını dişler
kanını emersin.
kır zincirini ey mankurt
bir ayağın avrupa'da
bir ayağın mançurya'da
kimden neden dilenirsin hudut?
asenanın başına dolanan kara peçeyi
o uzun örgülü saçını avşar kızının
hapseden zindanı
bir ucundan tut
baykal denizi gibi
sibiryanın tam gözünden yırt!
asyadan aşağı salınıp gelen
yayvan ayaklarınla
çiğne arabın köhne kitabesini
dindir artık
türk yurdunun damında
onca yıldır durmaksızın
ötüp duran saksağanın sesini.
edit: nihal atsız bir ırkçıdır, inkar da etmez bunu. ben değilim. ırkçılığın ne olduğunu bilebilecek kadar aklım var, merak etmeyin. şiirde kullandığım arapoğlundan kastımın kim olduğu az çok bellidir. demokrat araplara laf ettiğim yok. "şeriat, recm ve orta çağ karanlığı isteyen islamcılardan kitlesel olarak tiksinmek ırkçılık mıdır?" sorusu ile -bu konu hakkında onca yazmama rağmen- tekrar ve tekrar karşı karşıya gelmek bayıyor artık. bu şiirde "türkün bütün soylardan üstünlüğü, geri kalan halkların hep beş para etmez olduğu" gibi saçmalıklar değil arap masallarının türkleri nasıl zincire vurduğu, nasıl haysiyetsiz bıraktığı ile ilgili mesajlarım var. aynı şiiri kürt için, arnavut ya da boşnak için de yazabilirsiniz. itiraz da etmem, ne haddime. her kavmin kendi çapında bir tarihi var. tarih gurur verir mi vermez mi, tarih ile övünülebilir mi sorusu da ayrı bir tartışma tabi. insanları başka kavimleri aşağılamadığı, insanlara ırksal bir hiyerarşi çizmediği, bir insanı diğerinden milliyetinden, fiziksel varlığından dolayı üstün ya da düşük görmediği sürece ırkçılıkla itham etmemenizi istirham ederim. ama kültürlere ana avrat sövebilirsiniz, bir kültüre bakarak başka bir kültüre seviye tespit edebilir ve kültürleri aşağılayabilirsiniz. kültür aşağılaması ırkçılık sınıfına girmez. ayrıca türk mitolojisini ve tarihini tabuya dönüştürmenize anlam veremiyorum. dünyada her ülke kendi mitolojisini yazar çizer. ne var bunda? iskandinavlar da thor hakkında hiçbir şey yazmamalı eğer mitolojiye değinmek faşistlikse. cümleten hayırlı tıraşlar. -
türbanlı emniyet müdürü
özünde hümanizmadan nefret eden ve bütün mücadelesi hümanizm yerine islamcılığı tesis edebilmek olan islamcılara kol kanat geren sevgi kelebekleri basmış gene sözlüğü. oğlum valla çok yanlış biliyorsunuz. müslüman ülkelerde hümanizma kamusal alanda "sıkmabaş" türbana karşı olmaktır lan. çok net budur. kafasına bu 1970'lerde icat olmuş naylondan yapılma kumaşı geçirip üzerine kep takmış iran ahlak polislerine dönmüş cumhuriyetin kadrolu emniyet müdürü hanım. naylonun üretilmeye başladığı tarih bile 1938, naylon baş örtüsünü yani türbanı siz düşünün ne zamandır. islamcılar 20. yüzyılda selefi doktrinlerle icat olmuş bir islam türünü benim halkıma, milletime satıyorlar. sıkmabaş kafa, e.t. kafası 20. yüzyılda gariban anadolu köylüsünün ensesine kene gibi yapışmış selefi suudi fonlamalı tarikatlar ile akepenin öncü milislerinin rehberliğinde istanbul varoşlarında icat olmuştur. türk-islam tarihinde sıkmabaş kafa diye bir şey yoktur. ben anadolunun orta yerinde doğdum. benim köyümden daha sünnisini adıyaman kahta'da falan bulursunuz, benim köyümde bile zülüf var.
o kadar türkümüz var zülüf hakkında. kaç yüz yıllık mazisi var. zülüf öyle her dilde olan bir kelime de değildir. zülüf türkün araba isyanıdır. zülüf türk kadınının arap ahlakına ve kültürüne baş kaldırısıdır. zülüf fars kadınının arapçı dayatmaya karşı duruşudur. zülüf umuttur, güzelliktir. sıkmabaş cehalettir, beyni yıkanmışlıktır, türk kadınının --ucu erkeklerin elinde olan- zinciridir türban...
bu arkadaşlar kadınların kıyafetlerine karışmayın diyorlar. devletin memurunun memuriyet cihetinde cinsiyeti olmaz. biz bir kadına değil bir emniyet müdürüne karışıyoruz. erkek emniyet müdürleri de sarık takıp şalvar giysin o halde? ona neden karışılıyor? devleti temsilde bir nizam olur herkes ona uyar çünkü dış dünyaya bir mesajdır bir sunuştur devlet temsili aynı zamanda. biz karışacağız. bağıracağız. tiksineceğiz. özel hayatında nasıl giyinirse giyinsin.. kim karışmış şimdiye kadar? kim birinin evine girip de, sokakta durdurup da başından örtüsünü almış? ister sıkmabaş giyin ister çarşaf giyin. ama sıkmabaşın tarihi hakkında ben de fikirlerimi öne sürmekte serbestim. bu fikirlerin eğer seni aşağıladığını düşünüyorsan öncelikle hakikatin benim söylediklerim olmadığını göstermen gerek. eğer ben değil de; hakikat seni aşağılıyorsa sorun belki de sende midir acaba?
bu insanlar islamcıdırlar ve tesettrürün, sıkmabaşın, naylon türbanın islamiyetin en temel şartı ve farzı olduğuna dünyada başka hiçbir şeye inanmadıkları kadar inanırlar. tesettür dedikleri şey hakkında kuranda sadece ve sadece 3 adet cümle olduğunu da bilmezler. hatta bu cümlelerde baş örtüsünün farz kılınmış olmasını bırak, baş örtüsü diye bir kelimenin geçmediğini dahi bilmezler. (bkz: islam/@skocax)
biz bu emniyet müdürünün başına ne giydiğine karışacağız. çünkü onun belinde benim vergilerimle alınmış bir silah var. ve o silahı bir gün biz doğrultup bizi de sıkmabaşçı yapmaya kalkışacağının farkındayız ve bizler günün birinde sıkmabaşçı olmaya zorlanmak istemiyoruz. islamcılardan demokrat olmaz. şeriatta ya müslümansındır ya gayrimüslimsindir bunun üçüncü bir alternatifi yok. müslümansan mecbur takacaksın naylonu kafana. gayrimüslimsen zımmisindir 5 kat fazla vergi ödeyip, böcek gibi yaşayacaksın. üzerine kamusal alanı bırak sokakta çarşıda yine mecbur takacaksın.
şimdi burada kendini hümanist sanan idiotların anlamadığı şey şu:
bu ablaların inandığı, uğrunda öleceği ve adam öldüreceği islam diyor ki:
1-kafanı sıkmabaş yap bir tek kıl tanesi bile görünmesin
ve ablalar bunu uyguluyor çünkü şartları uygun.
yine bu ablaların uğrunda bütün dünyayı kılıçla dolaşacağı islam türü diyor ki:
2- dar-ül islamı kur ve şeriatı tesis et, bu uğurda aktif pasif cihat yap, gerekirse sana itaat etmeyenlerin (bozguncuların) ellerini ve ayaklarını çaprazlama kes, çocuklarını al köle yap, kızlarını al cariye yap, yurtlarından çıkar.
şimdi bre idiot... bu ablalar birincisi çok zor bir şey olduğu halde, güneşin altında 40 derece sıcakta kafaya naylon sarıp yolda yürümek çok ama çok meşakkatli olduğu halde bunu yapıyorlar ve bunu sırf kendi islam türleri böyle emrettiği için yapıyorlar.
eğer şartlar müsait olursa ikincisini neden yapmasınlar? neden yapmazlar? ikisi de aynı kitapların emri değil mi? peki ben birinciye karışmam ikinciye kalkışırlarsa karşılarına dikilirimciler? nasıl dikileceksin ulan? dönüştürüyorlar! d ö n ü ş t ü r ü y o r l a r! türkiyede en az 1000 tane cemaat ve tarikat var! sürekli zombiye dönüştürüyorlar insanlarımızı! aha bak şu son 5 dakika içinde belki 10 kişi daha islamcı oldu. çok çok azınlıkta kalacaksın eğer sen de karşı mücadeleye bir tarafından başlamazsan. bu islam türü en geç yüz yıl içinde yok olacak bunu adım gibi biliyorum ama senin ömrün de en geç 50 yıl içine tükenecek. sana hükmedecekler eğer mücadele etmezsen. bunlardan demokrat olmaz. bunlardan hümanist olmaz. bunlar ancak ve ancak gazaliye ve onun müridlerine inanırlar. başka hiç kimseye zerre kadar ehemmiyet vermezler. evrensel değerlere, hümanizme, hukuka ve demokrasiye küfrederler. bunlar zombilerdir. sapkın bir öte dünya nihilizmine sahiptirler. bunların başka bir derdi yok. düz ve basitler: öte dünya bu dünyadan daha uzun o zaman islamı en sert haliyle yaşayayım, garantiye almış olurum her şeyi, daha karlı çıkarım. bununla mücadele nereden başlıyor? taa mecliste türbana karşı olmakla başlayacaktı. o olmadı hakim masasında türbana karşı olmakla başlamalıydı. o olmadı kolluk kuvvetlerinde türbana karşı olmakla başlamalı. o da olmadı nereye kadar gidecek bu mücadelenin başlamaması? çok basit bir mantık bu adamlar bir inanaca sahip ve şu anda o inancın a doktrinini uyguluyorlar. yarın şartlar müsait olunca da b doktrinini uygulayacaklar. b doktrini seni de kapsıyor. ben bu inanç türünü biliyorum. ne yapacaklarını, daha ne kadar ileri gideceklerini adım gibi biliyorum. sen bilmiyorsun. öğren lütfen. bu şeriatçı sırtlanların arasında kalmış laiklik denen kale öyle bir korunmalıdır ki tek bir tuğlasının bile yerinden çıkarılmasına müsaade edilmemelidir. turan dursun böyle derdi. sen de böyle de. çok tuğlalar söktüler o kaleden. daha fazlasını sökmelerine müsaade etme. ya da en azından sessiz kal ulan!
birileri de diyor ki mesela kafasından türbanı çıkarsan bile düşüncelerini çıkaramayacaksın. birincisi öyle bir derdimiz yok... zorla düşünce çıkarmaya kalkışmak hümanizmaya uymaz. akıl mantık ve ikna yolu ile düşünceleri değişir insanın. bu değişime destek olmak görevim ama kimsenin kafasından zorla düşünce çıkarmak gibi bir misyon içinde de değilim. ikincisi, öyle olsaydım bile öyle bir çıkar ki o düşünceler. siz sovyetlerin 1930-1940'lardaki baş örtüsü politikalarını bilmiyorsunuz tabi. gidip rusya'da da yaşamadınız. rusya nerden baksan genetik/ırsi olarak %10-15'i müslüman bir ülke aslında. kafkasya, tatarlar, başkirler vs. bugün rusya'da türban diye bir şey yok. türkmenistan, kazakistan ve kırgızistan da öyle. sen hele kamusal alanda türbana karşı olma onuruna bir eriş, düşünceleri çıkmazsa da çıkmasın ayrıca. kimseye düşünce dayattığımız yok. islamcılık bizi tehdit ettiği için kamusal alanda bulunması hümanizme, evrensel hukuka, akla, hakkaniyete ve adalete aykırıdır diyoruz biz. kamusal alanda açık açık islamcılık yapılması ve onun sembollerinin kamusal alanı işgal ediyor olması kamusal alandaki bir takım makam sahiplerinin kafalarının içinin lağım gibi olmasından çok daha tehlikeli, çok daha berbat bir şey. kamusal alan en büyük reklamın döndüğü alandır da aynı zamanda. resmi ideolojiler %100 oranında tepkili kitleler doğurmaz. resmi ideolojiler aynı zamanda milyonlarca yandaş da doğurur. resmi ideolojiler aynı zamanda milyonları dönüştürür de. islamcı olmayanlara sesleniyorum. kamusal alanları islamcılığa bırakmayın! karşı değilseniz bile en azından islamcı yalakalığı yapmayı bırakın. ne bok yediğinizin farkında bile değilsiniz. -
darbe girişiminin sorumlusu laik jakoben azınlık
akşam marco polo*'nun son bölümünü izlerken biraz şarap içtiğimden olacak kanepede sızmışım gece 4 gibi kalkıp yatağa gittim. sabah da kendi kendime erkenden kalktım, 6 gibi falan. şortumu giyip doğru denize gittim. iki sokak aşağısı plaj. motor sporları hizmeti sunan bir bölüm var plajda, jetskiler, botlar, bananalar demirlemiş. her seferinde aynı yere, oraya gidiyorum. olur da ışid, el kaide vs. herhangi bir islamcı terör örgütü tıpkı geçen yıl tunus'ta yaptığı gibi türkiye'de de bir plaj saldırısı düzenlemek ister makineli silahlarla sahildekileri taramaya kalkarsa ben en azından oradaki bananalardan birinin arkasına saklanabilirim, hayatta kalma şansımı arttırabilirim diye. havlumu kuma serdim, şöyle bi çevreye baktım. hakikaten halk plajlara hücum etmiş vatandaş denize giremiyor. etraf yine çekirdeki kabuğu, çöp ve sigara izmariti dolu. halk denize girmesin amk s*ktirsin gitsin önce vatandaş olsun; o sondaki "-daş" ekinin ortaklık belirttiğinin, ortak alanlara çöp atmaması gerektiğinin bilincine erişsin sonra gelip girsin. sakinleştim. denize girdim. ipe kadar yüzüp geldim. çıktım, bi sigara içtim, izmaritimi poşetime koydum. geri denize döndüm. deniz yatağıma uzandım biraz açıldım kolum bileğime kadar suyun içinde, hareketimi minimuma indirdirdim, deniz çarşaf gibi; dalgadan eser yok, huzur içindeyim. deniz tarafındaki ufuk çizgisine sıfıra yakınsayan bir açı ile bakıp öylece akşamki süper kupa mağlubiyetini düşünüyorum gomez olmadan hele bir de sosa giderse bu sene zor geçecek, cenk forvette kafkas dağındaki prometheus kadar yalnız. hem konyalı hem galatasaraylı adamları konya gibi bir yerde kapalı bir alana toplarsan akşamki gibi rezaletlerle karşılaşırsın. konya futbol/spor şehri falan değil amk. konyadan sporcu bir kent yaratamazsınız. bi laf var ya konyanın altı erenler üstü ...verenler* neden sonra aklıma ekşideki bu başlık geldi. böyle saçma sapan konuları düşünerek epeyce takıldım orada, oysa miami'de olsam mesela yine bunları mı düşünecektim acaba? orada muhtemelen derdim std falan olurdu. o daha beter. yine şanslıyız biz burada. güneş biraz yükselince keyfim kaçtı, eve döndüm. kahvaltı yaptım ve oturup bu yazıyı yazmaya başladım.
çalıkuşu feride çektiği aşk acısı ile bir an evvel istanbul'dan uzaklaşma ve kendini anadolunun bağrına teslim etme kararı alır. maarif vekilliğinden aldığı icazetle bursa'nın zeyniler köyüne öğretmen olarak atanır. osmanlı imparatorluğu'nun hala hüküm sürmeye çabaladığı yıllar. atandığı yerde köyden bir kadın vekaleten öğretmenlik yapmaktadır: hatice hanım. hatice hanım'ın muallimlik yapacak bir vasfı yok. osmanlıdaki ibtida-i mekteplerin açılış gayesi avrupa'nın bu mektepler sayesinde osmanlıyı savaşlarda, ilimde ve teknikte yenecek bir konuma gelmiş olması idi. 1869 tarihli maarif-i umumiye nizamnamesi ile her köyde ve her mahallede ibtida-i mektepler (ilkokullar) açılmasına karar verilmiş ve belki onlarca yıl sonra zeyniler köyünde de bu mekteplerden bir tanesi açılmıştı. hatice hanım "osmanlı'nın muasır medeniyetler seviyesine ulaşmak maksadı" diye ifade edebileceğimiz meşhur gayesine hizmet etmek şöyle dursun bilakis en büyük zararları veriyor. maarif vekaletinin gönderdiği bir kaç tabiyye levhasını esas amacının tam zıttı amaçta kullanıyor. misal insan anatomisini ve kemik yapısını çocuklara öğretmek niyetiyle hazırlanmış iskelet levhasını gösterip "yarın biz ölünce etlerimiz böyle çürüyecek, kemiklerimiz böyle kuruyacak, bu dünya fanidir kimseye kalmaz, yürü dünya yürü ahir zamandır, ille de allah ille de allah" diyerek ders anlatmaktadır. misal, çocukların çiftlik hayvanlarını öğrenmeleri için gönderilmiş levha ile ilgili " "allah bu koyunları kullarım yesin de bana ibadet etsin diye yarattı. koyunları kör boğazımız zifleniyor da, allah'a borcumuzu ödüyor muyuz? ne gezer? amma, yarın toprağa girdiğimiz vakit, bakalım ne cevap vereceğiz?" şeklinde sunum yapmaktadır.
reşat nuri'nin malum romanındaki kurgusu olan bu tip vaziyetler bizim atalarımızın ve dedelerimizin çok değil 100 yıl önceki halleri, gerçekleri idi. bizim bugün içinde bulunduğumuz buhranları reşat nuri ve mustafa kemal gibiler 100 yıl önce yaşıyorlardı. bu geri kalmışlık, bu medeniyetsizlik, yobazlık, gericilik; tümünü onlar da düşünüyorlardı. çalıkuşu romanı 1915 yılı civarı bir dönem hakkında yazılmış 1922 yılında tefrika edilmiştir. eğer ki "jakoben elitler" denilen güruhun müslümanlara çektirdikleri "zulümler" iskelet levhasının ölümü, umutsuzluğu, karanlığı, sapkın bir ahiret nihilizmini değil "hayat kurtarmayı", "tıbbı ve bilimi", "geleceği ve umudu" hatırlatması gerektiğini savunmuş olmak ise en büyük zalim diye damgalanmak benim için en yüce türde bir onurdur. bu arkadaşların deyimiyle "jakobenlerin" ve "elitlerin" hakikat düzlemindeki tanımı ile pozitif toplum mühendisliği için alın teri dökenlerin; (ki ben buna türk idealizmi diyorum: (bkz: türk idealizmi/@skocax)) köy enstitülerinin, mezhep imamlarına göre haram olan mandolini öğreten musiki hocalarının, müslüman türk çocuğuna rus kevaşesi anna karenina'nın fingirdeşmelerini okutanların tam destekçisiyim, tam yanlarındayım; ellerinden, yanaklarından, elmacıklarından öperim ben o yüce insanların.
...
ey soyulan iskelet, kimse bilmeyecek o zaman,
kimse bilmeyecek senin sayıp döktüklerini,
savaş ne, karışıklık ne, zafer ne, anlaşma ne?
belki duyulmadık bir öykü,
belki korkunç bir masal.
çok sürmez köhne kitap,
fikri gömen sayfaların
bugün olmazsa yarın yırtılacak.
...
türk mütedeyyinlerinin batılılığını "yeterince" diye bir sıfat ile niteleyemeyiz. zira hiç batılı değillerdir. yeterince batılı olmayanlar levantenlerdir, yeterince batılı olmayanlar kemalistlerdir, yeterince batılı olmayan japonlardır, ruslardır, yunanlılardır ya da güney korelilerdir. "yeterince batılı olmamak" bir eksiklik değildir; bilakis gayet onurlu ve gururlu bir tutumdur. ancak hiç batılı olmamak çok ciddi bir eksikliktir. "batılı" ve "batılılaşma" kelimeleri bizim gibi doğuluları hep rahatsız etti, beni de ediyor. "batı karşısında eziklik, batıyı taklit etmek, batıya özentillik yapmak": evet yaptığım, yaptığımız şeyler bunlar. bunları yapmayı ben istemedim. bu lanet bize atalarımızdan, içinde yaşadığımız "her olayı tanrıya, ahirete, öte dünyaya ve ölüme bağlama" kültürünü yaratan dedelerimizden kaldı. batı helikopter yapıyor ve biz de onu taklit ederek helikopter yapıyoruz. batı özentiliğinin en net hali helikopter ya da uçak yapmaya çalışmaktır. helikopter ya da uçak yapmaya teşebbüs eden kendi "milli" otomobilini üretmeyi hayal eden hiç kimse kalkıp da başka birini "batı özentiliği" ile suçlamaya kalkışmasın. bizim milli vasıtamız at, eşek ve katırdır. bunları terk edip de uçağa ya da otomobile binmek atalarımıza ihanet etmektir. eğer batı özentiliği yapmak bir günah ise bu hepimizin ortak günahıdır.
hiç batılı olmamak çok ciddi bir eksikliktir. çünkü batılılık demek "evrensel değerler" demektir. her batılı evrensel değerlere göre yaşamaz elbette ancak eğer bugün bir türk çıkıp da "bütün dünya genelinde hakkı ve adaleti, insan haklarını ve hukuksal düzeni sağlamaya yarayacak evrensel değerler hangileridir" diye merak etse, araştırmaya kalkışsa en son ulaşacağı yer strazburg'dur, zürih'tir, viyana'dır. çünkü evrensel değerleri başka kimse değil, bizzat batılı protestan ve katolik toplumlar kendileri bulmuşlardır. bütün dünya tarihi boyunca yazılmış bütün yazılar eğer 1 milyon sayfa yer kaplıyor ise bunun belki 700 binini yani %70'ini bu toplum yazmıştır. bütün dünya tarihi boyunca düşünülen düşüncenin belki %80'inini bu toplum düşünmüştür. bütün dünya tarihi boyunca icat olan şeylerin %95'ini bu toplum icat etmiştir. benim namusum hakikatimdir. tamam batı dünyası idari anlamda ve ideolojik bazda emperyalisttir, puşttur, kan emicidir, gariban afrikalıları alıp köle yapmıştır, bütün dünyanın kaynaklarını sömürmüştür hala sömürmeye devam etmektedir, halkları birbirine kırdırmıştır, dünyanın en büyük savaşlarını çıkarmıştır, mazlum geri kalmış halkların topraklarını işgal etmiş birçok insanın kanına girmiştir ama yiğidi de öldür hakkını yeme: adamlarda çalışkanlık var, sorgulama kültürü var, disiplin var, düşünme yetisi var ve tüm bunlar batılıların kültürüne içkin . doğruları da söyleyemeyeceksek, konuşamayacaksak, yazamayacaksak afedersiniz s*kelim kendimizi.
...
artık yeter fikri susturduğunuz,
yerini hiç bir şey tutamaz bu dünyada
zincirsiz, kelepçesiz yaşamanın.
hadi gidin tarih korusun sizi,
-haydutlara en iyi sığınaktır gece-,
gidin, yok olun siz de o mezarlıkta.
işte müjdelerin en güzeli,
işte en gerçek özgürlük
düşümüzdeki gelecek çağlarda:
ne savaş, ne savaşan, ne salgın,
ne saltanat, ne yoksulluk, ne ezen, ne ezilen,
ne yakınma, ne de zulmün kahrı,
ne tapılan, ne tapan,
ben benim, sen de sen!
...
bütün dünya tarihi boyunca tıpkı matematiği en fazla bu adamların çalışmış olması gibi, ahlakın ne olduğunu, insanın haklarının neler olması gerektiğini, eşitliği, adaletin nasıl en hakkaniyetli olabileceğini, siyasetin nasıl haysiyetli olabileceğini, demokrasinin ne olduğunu, devlet idaresinin nasıl olması gerektiğini, bürokrasiyi ve hukuku, psikolojiyi ve sosyolojiyi, tarihi ve felsefeyi de en fazla bu adamlar çalışmıştır. bu yüzden felsefe kitaplarını açınca hep alman, fransız ve ingiliz filozoflarının isimlerini görürüz. bunu özellikle islamcılar kabullenemezler. hegel'in, descartes'in, kant'ın ya da marx'ın isimleri "onlar gerçekten o kitaba girmeyi hak ettikleri" için değil de wall street'te oturan sam amca, postmodern haçlı tapınak şovalyeleri ya da üçgen gözlü illüminati müslümanların ahlaklarını bozsun diye bilhassa bu kitaplara yazılmışlardır diye söylenirler. e sen bi filozoflar, sosyologlar, bilim adamları, kuramcılar kronolojisi yap bakalım kimi koyacaksın diye sorunca da kem küm ederler, boş kağıt verirler, sıfır alırlar. cemil meriç " bu ülkede sağcı solcu yoktur iyiler ve kötüler vardır siz iyilerin tarafında olun derken" de safsata yapıyordu. çünkü bu ülkede sağcı solcu yoksa, iyiler ve kötüler varsa bile bir de bu iyilerin içinde "iyi" kavramının ne olduğunu bilenler ve bilmeyenler olması lazım gelir: kızını 14 yaşında görücü usulü evlendirme eylemini "iyi" bir amel gören babalar da mı iyidir? iyi nedir? iyilik nedir? erdem nedir? ahlak nedir? bu hayati bir sorun, bu sorun bizim bütün ideolojimizin en temel noktasını şekillendiriyor hatta. cemil meriç bunu halı altına saklamaya kalkışıyor, sümenaltı yapmaya çabalıyor; ya da bunu fark edemiyor. bu ülkede sadece iyiler ve kötüler varsa "iyi grubuna girenler" de "iyi" kavramına atfettikleri anlama göre kendi içinde tekrar gruplanır. iyilerin gerçekten iyi olduğuna kim nasıl karar verecek? herkes kendini zaten iyi görüyor. siz hiç dünyada "ben kötüyüm" diyen bir adama rastladınız mı? hangi ahmak kendine kötü der? bu zaten bütün felsefe tarihinin en temel meselelerindendir: etik derler. ahlak felsefesi anlamına gelir. bunu da dünya tarihinde en fazla batılılar çalışmıştır, müslümanlar etik konusunda da sınıfta kalmışlardır. cemil meriç gibiler için gazalinin iyi dediği her şey iyi kötü dediği her şey kötüdür. bu adamlar iyi insanları bu şekilde ifade ediyorsa ben sizin beklediğiniz türde iyi falan değilim oğlum.
efendiler bakınız bugün eğer müslümanların evlerinde nijeryalı köleleri yok ise bunun gerekçesi yine kafir batıdır. islamda skandal derecede, sansasyonel reformist bir dönüşümü 1833 yılında naiblik dönemi britanyasında avam kamarasının baskıladığı ingiliz parlementosu yapmıştır (bkz: slavery abolition act). nasıl mı?
19. yüzyılda libya, kahire ve levant bölgesini geçtim istanbul'da dahi her yıl binlerce akça pakça çerkes kızı köle diye satılırdı. kız dediğim çocuk: 13-14 yaşlarında ortalama. osmanlı paşalarının satın aldığı çerkes ve gürcü köle kızlarının satış makbuzları var günümüze gelen. siz 12 temmuz 1854 tarihli 13 numaralı kahire polis raporunda geçen şemsigül'ün hikayesini bilir misiniz? ah talihsiz, kara bahtlı, kaderi berbat şemsigül...
...
şimdi korkunç bir haykırma -
bütün bu karman çorman gürültü patırtıyla
inleyen boş kubbe, sen söyle!
sen ki her sesi yankılayansın,
söyle, bu bir sürü boş çabalama içinde,
daha yukarlardaki şu tanrı katına
hangi sesin yankısı varabilmiş ki?
hangi dua kabul olmuş bugüne dek?
binlerim seni, göklerin tanrısı,
din ulularından dinlerim seni:
"ne benzer var, ne noksanı,
canlı ve ölümsüz ve her şeye gücü yeten ve yüce.
odur veren yiyeceği içeceği,
düşleri gerçek yapan o,
bilen, haberi olan, kahreden ve öç alan,
açık, kapalı her şeyi duyan ve anlayan,
el uzatan yoksullara ve çaresizlere,
her zaman her yerde bulunan ve her yeri gören..."
seni böyle övüp duruyorlar işte.
oysa senin en üstün özelliğin ne,
"ortaksız" oluşun değil mi?
kaç ortağın var şu bataklıkta, bir bak.
...
1800'lü yılların başlarından itibaren muhtelif tarihlerde ruslara karşı savaşları kaybeden ve rus katliamlarından kaçan çerkesler, çeçenler, diğer müslüman kafkas halklarından osmanlıya sığınanlar olur. yaşar kemal'in "fırat suyu kan akıyor baksana" isimli romanındaki han soyundan gelen üzeyirhan karakteri gibileri bu yeni topraklarda tutunur, garibanları bilhassa kimsesiz kalanları köle olur. 1852 yılında deli mehmet isminde bir köle tüccarı şemsigül isimli çerkes bir kız çocuğunu istanbul'daki köle pazarından satın alıp gemi ile kahire'ye götürür. gemi yolculuğu sırasında ırzına da geçer çocukcağızın. deli mehmet'in yaptığı bu hareket islam şeriatına gayet uygundur, zira şeriat cariyeye tenasülü/seksi yasaklamaz ancak bakire bir cariye ile halvet olan/seks yapan er sahibin onu satarken satış fiyatından ceza ödemesi lazım gelir. bu dört mezhep fıkhının mezhep imamlarından beri yani 1200-1300 yıldır falan en bilinen kaidelerinden biridir.* şemsigül hamile kalır. bunu öğrenen deli mehmet şemsigül'ü bakire diye satma ve şeriatın ona yüklediği bu zarardan sakınma derdindedir. bu sebeple şemsigül'e ilaçlar içirir, karnını tekmeler, döver, bebeği düşürmeye çalışır. ne yaptıysa olmaz ve şemsigül'ü hamile olduğu halde zengin bir konağa (meşhur kavalalı mehmet ali paşa'nın oğlunun konağı) satar. konaktakiler beş ay içinde gebeliğin farkına varırlar ve şemsigül'ü deli mehmet'e iade edip paralarını geri alırlar. böyle olunca durumdan mehmet'in karısı da haberdar olur. hemen telaşlanır zira kız köle de olsa eğer bir çocuk doğarsa islam şeriatına göre özgür doğacaktır ve deli mehmet'in mirasından hak sahibi olacaktır. kadın ebe tutar ve bir kez de o çocuğu aldırmaya uğraşır. hamilelik 6. ayına geldiği için ebe çocuğu almaz. bu sefer kadın başlar şemsigül'ü dövmeye. beline, sırtına demirle vurur çocuk düşsün diye. ne yaptıysa düşmez. bir komşuları sesleri duyar ve şemsigüle sahip çıkar. şemsigül çocuğunu doğurur ama ona göstermezler, deli mehmet'in evine geri döner. bir yıl içinde de ölür bebek. daha sonra deli mehmet şemsigül'ü bir kaç kez daha satmaya kalkar. şemsigül'den çocuk yaptığı duyulduğu için satışlar tekrar iptal olur. çocuk yapılmış köleyi satmaya kalkıştığı için mahkemelik olur. polis raporlarına girer. bu raporları 150 yıl sonra inceleyen israilli bir tarihçi garibim şemsigül'ün hikayesini de ortaya çıkarır. tarihi mahkeme kararında yazana göre mahkeme mehmete ceza şemsigül'e de hürriyet vermeyi uygun görür ancak hikayenin sonunda şemsigül'e ne olduğu da bilinmez.
nuruosmaniye köle pazarı 1846 yılında resmi olarak kapatılmıştır, kapatılmasında 1839 yılında ilan edilen tanzimat fermanı epeyce etkilidir. nuruosmaniye bildiğiniz üzere istanbul'daki tarihi kapalı çarşı'nın çemberlitaş tarafındaki çıkış kapısıdır. elbette bu köle pazarının kapatılması köle satışını bitirmez. fatih ve tophane civarında köle satışları ikinci meşrutiyete ve hatta cumhuriyete kadar devam etmiştir. islam coğrafyasındaki diğer büyük köle pazarları kahire, zanzibar ve muscat'tır. zanzibar bütün dünyadaki en son kapanan köle pazarı olduğu iddia edilir. köle ticaretinin tarihinde "atlantic slave trade" diye bir bölüm var ve arap köle pazarları atlantik köle ticaretinin en önemli parçalarından biridir. batıda özellikle ingiltere ve abd'de köleliğin kaldırılması islam dünyasındaki köle pazarlarını da etkilemiştir, talebin düşmesi sonucu köle ticareti ekonomik bir krize girmiştir, ayrıca ingiltere 1850'lerden itibaren dünya genelinde kendine köle pazarlarını kapattırmak gibi enteresan bir misyon yüklemiştir ve islam dünyasında kölelik bu şekilde son bulmuştur. islam şeriatındaki kölelik ingilizlerin ve amerikalıların hareketleri ile reforme olmuştur. yani açıkça islamda bu konuda reformu kafirler yapmışlardır. keza islamın cihat şartının da son yüzyılda artık iptal olmuş olması gibi. cihat bir çok ayette geçer. müslümanlar cihatı bir yüzyıl öncesine kadar "toprakları işgal edip kafirleri zorla müslüman yapmak ve olmayanları esir alıp öldürmek en iyi ihtimalle haraç ve cizye adı altında fahiş vergilerle ve mesela mahkemede şahitliklerini saymayarak, hukuk sisteminde müslüman karşısında onları eşit görmeyerek ikinci sınıf vatandaşlar olarak yaşamalarına müsaade etmek" olarak uygulardı. bugün artık ulus devletlerin kurulduğu ve tüm ulusların ekonomik bağlarla birbirine bağlandığı bu dünyada arap sultanları atlarına atlayıp da ta 7. yüzyıldan beri tüm yüzyıllarda tüm atalarının yaptığı gibi kafir batıyı fethetmeye, onlarla cihat etmeye, kadınlarını köle olarak almaya teşebbüs edememektedirler. onun yerine "yav cihat dediğin tatlı sözle olur" vs. bahaneleri uydurmaktadırlar. oysa bütün ataları 13 yüzyıl boyunca cihadı kanla ve gözyaşı ile, kılıçla ve mızrakla, topla ve tüfekle yaptı. haçlılardan hiçbir farkları yoktu 13 yüzyıl boyunca. iki taraf da din ve öte dünya inancı uğruna birbirini katletti, geride milyonlarca gözü yaşlı öksüzler ve yetimler bıraktı, bazen onları da bırakmadılar.
...
sen buna kahramanlık mı dedin?
onun kökü kan ve hayvanlık be!
şehirler çiğne, ordular dağıt,
kes, kopar, kır, sürükle,
ez, vur, yak ve yık.
yalvarmalara yakarmalara boş ver,
gözyaşlarına iniltilere aldırma.
ölümle, acıyla doldur geçtiğin yeri,
ne ekin ko, ne ot ko, ne yosun.
...
batı dünyası oturdu çalıştı ve medeniyeti bir noktaya taşıdı, taşırken islam dünyasını da peşinden belli bir noktaya getirdi. eğer batı dünyası kölelik ile mücadeleye girişmeseydi kahire'deki, muscat'taki köle pazarları bugün kapatılabilir miydi sanıyorsunuz? eğer batı dünyası demokrasiyi ve evrensel hukuku bulmasaydı osmanlı meşrutiyete, türkiye cumhuriyete geçer miydi sanıyorsunuz? başımızdan mollalar, padişahlar, şeyhler, sultanlar eksik olmazdı. birey olamazdık. adalet bulamazdık. asarlardı keserlerdi, orman kanunları işlerdi. köle pazarlarında satılırdık belki. biz filozoflar ve düşünürler tarihinin bütün dünya toplumlarına bahşettikleri ile bugün haysiyet kazandık toplumun bireyleri olarak. bütün dünya genelinde, her coğrafyada tüm bireylere şahsiyet verenler kutsal filozoflardır, münevverlerdir. biz bu yüzden yüzünü batıya dönmüş bir ülke yaratmak istedik. bu yüzden dünyanın en gelişmiş ülkelerinin ve halklarının karşısına, onları gelişmiş yapan onların dünyayı görüş tarzı ile kendi gözlerimizden bakarak çıkmak ve onlardan ne eksik ne fazla onlarla tam eşit düzlemde bir millet olarak yaşamımızı sürdürmek için batıcı olduk. hukukun üstünlüğü dedik, sekülerizm dedik, bireycilik dedik, özgürlük dedik, modern hukuk dedik, içinde kadı yerine avukat hakim ve savcı olan mahkeme salonu dedik, mecelle yerine medeni hukuk, kadınlara özgürlük, çocuk hakları, işçi hakları, evrensel insan hakları bildirgesi dedik, basın özgürlüğü dedik, aydınlara herkesten daha da fazla ilave özgürlük dedik, bilimsel yöntem her kurumda yöntemdir, siyasete de, hukuka da, inanca da bir noktadan sonra, çelişkilerin oluştuğu aşamalarda, çıkmazlarda bilimsel yöntem hükmeder dedik... bunlar hep batının icat ettiği bizim de pırıltısına kapılıp gittiğimiz, doğru bulduğumuz, "en hakiki yol bu yol ulan" diye sahiplendiğimiz evrensel değerlerdi, hala öyleler. peki bizim mürteciler ne dediler? neden doğucu/islamcı oldular? neden bu erdemlerin, evrensel değerlerin sanki alternatiflerini bulabilmişler gibi karşısında oldular? kuru bir inat uğruna. aklı kapatıp "helikopterlerini taklit ederim ama sosyal bilimlerini, kuramlarını, çıkarımlarını taklit etmem o kafirlerin" gibi çelişkinin allahı pozisyonlara düştüler. benim dedemin babası gavur yaptı diye ömründe traktöre binmemiş de kullanmamış da. o, bugünün islamcılarından daha makul en azından, çelişkisi yok bir kere.
...
kusurum ne? kuşkuda olmak mı?
kuşku koşmaktır aydınlıklara doğru.
insan aklıdır eninde sonunda gerçeği bulacak olan.
belki de yok olacağız bir gün topumuz birden.
kimbilir, öbür dünya belki de var.
madem bu beden o ölümsüzün işi,
ne diye kıvranır durur bin türlü dert içinde?
hadi diyelim aslımız toprak bizim,
sen gel onu kederden bir çamur yap.
- her yeri kanla, göz yaşıyla dolu -
insaf be, bu kadarı da olur mu?
sen gel hem yoktan var et,
sonra da ettiğini boz, kötüle.
hiç bir yaradandan ummam bunu:
yaradan yok eder, ama perişan etmez!
...
türkiye'de yakın tarihte keşke gerçekten jakoben bir idare olsaydı. 1946 yılında yapılan seçimlerde halkın yüzde 70'i oy pusulasını okuyacak kadar bile okuma/yazma bilmiyordu, 1950 seçimlerinde olan şey şu: ekseriyetle şehir merkezinde yaşayanlar oyunu chp'ye verir geri kalan köylüler oyunu demokrat partiye verir. çünkü köylerdeki softa takımının maaşları kesilmiştir. ezanları ana dillerinde okutulmaktadır. onlar ille de arap olmak isterler, kendi öz dillerine söverler. türklüklerine küfrederler, türkçe dilinin anasını avradını ... yeter ki ezan arapça olsun derler. osmanlıdan böyle bir miras kalmıştı bize. herkes kendi köyüne baksın bir. bizim köydeki ilkokul 1940'larda açılmış. dedem, ebem, dedemin kardeşi 1930'larda çocuktu, yaşlılarken dahi okuma yazma bilmezlerdi; okula falan gitmemişler yani. o devirde idarede kim olsa kararlarını tepeden inme, halka sormadan verecek. o devirde ve sonrasında en azından okuma yazma oranının %80'lere geldiği ve seçimde oy kullananların %80'inin en azından pusulayı okuyabildiği 1990'lı yıllara kadar yapılan tüm seçimler ucubedir zaten. ve bu süreçte bakın idare hala ve hala tek bir kişinin, tek bir grubun, tek bir zümrenin ya da tek bir ideolojinin elinde olmamıştır. okuma yazma bilmeyenlerin pusuladaki at sembolünü ya da arı kovanını bulması ve mührü oraya basması sonucu başbakanlık, bakanlıklar, hükümetler köylü süloya verilmiştir, avam turguta verilmiştir, çapkın menderese verilmiştir; o ümmi kitle kimi seçtiyse başbakan koltuğuna o oturmuştur; hocaların, cemaatlerin, tarikatların ne ihtiyaçları varsa gidermişlerdir, tümünü palazlandırmışlardır. bu da süloya, turguta, menderese oy olarak geri dönmüştür her seçimde.
ben türkiye'de 1923-1980 yılları arası süreç için bugün dahi jakobenizmi savunurum. hatta elimde 1923-1980 arası bir süre gibi mutlak kontrolü elde tutabileceğim bir halk kitlesi olsa bugün bir numaralı jakoben ben olurum. ama bu insanlar değillerdi, beceremediler. 1980'e-1990'a kadar olan süreiçin: keşke kuruluş ilkelerini mutlak referans alan atatürk'ün ilkelerine bağlı gerçek anlamda bir jakobenizm olsaydı derim. deden de olsa baban da olsa ümmiler ne anlar devletten, idareden, demokrasiden? camideki hoca kime bas derse gider ona basarlar.
ama olmadı. bu arkadaşların iddia ettiği gibi ciddi işe yarar bir jakoben tutum becerilemedi bu ülkenin yakın tarihinde. dopermenle geçen yıl henüz gündem eksen kaymasına uğramamışken demokratik konfederalizm tartışıyorduk. (bkz: demokratik konfederalizm) yine bir yerlerden yazılar araklayıp cevap verir gibi görünüyordu. bu yıl da fetullahın yaptığı darbeyi tartışıyoruz. geçen yıl da ana argümanı kemalizm karşıtlığı üzerineydi bu yıl da kemalizm üzerine. yarın alakasız bambaşka bir olay olsa atıyorum bu sefer de menzilciler bir ayaklanmaya girişseler yine kemalizm üzerinden bir şeyler yazacak. adamın bütün ideolojisini kemalizm karşıtlığı oluşturuyor sanırım. hangi konuyu tartışırsan tartış seküler modern türklerin ne kadar berbat insanlar olduğu tezi üzerinden yazıyor kompozisyonunun girişini, gelişmesini ve sonucunu; böyle bir şablonu her daim hazırda kafasında tutuyor sanırım. maarri'yi çağır gelsin yardımcısı olsun sana hacı. ne istiyorsunuz oğlum bu kitleden? jakoben azınlık dediği, başka yerlerde de kemalistler diye nitelediği büyük oranda muhacirler, kafkas göçmenleri, ta osmanlıdan beri şehirli olanlar ve aleviler kısmen benim gibi kendi lokal kültüründen tiksinmiş mürtedler... bu kitlenin ses çıkarıyor oluşundan, medyaya ve sosyal medyaya hakim oluşundan ve hatta ekşisözlüğe hakim oluşundan rahatsız oluyorlar. ne istiyorsunuz bu adamlardan? dünyada humeyni devrimi sonrası şeriatçı baskıya ve zulme maruz kalan iranlı sekülerlerden, sosyalistlerden sonraki en mazlum kitle de türk sekülerleridir. taban tabana zıt oldukları bir dünya görüşünün çoğunluğu oluşturduğu bir coğrafyada yaşamaya mahkumdurlar. defalarca islamcı kıyamcılar tarafından evleri yakılmıştır, tehdit edilmişlerdir aydınları uğur mumcuları, turan dursunları, bahriye üçokları öldürülmüştür. tarikatlar ve cemaatler tarafından istila edilmişlerdir. nedir sizin bu kitleyle derdiniz? bu mazlum kitle mi jakobendir?
ilgili yazıda "akp'nin türkiye'ye özgürlük getirdiği" , "bu milletin tüm sosyolojik tabanının akepe taban olduğu" , "yobaza yobaz demenin suç olduğu" , "kendi %50'sinin dışındaki herkesi balyoz gibi ezen akp'nin çoğulcu ve katılımcı demokrasiyi temsil ettiği" , 80 bin camisi ile dünyanın en fazla camili 2. ya da 3. ülkesi olan ve 80 bin imama 90 yıldır maaş ödeyen türkiye cumhuriyetinin aslında dinsiz bir zümrenin elinde olduğu ve geçmişte bu zümrenin ("batıcı jakoben azınlığın") müslümanlara zulmettiği" gibi `!!!!` birinin ancak sağlam bir ot bulup da kafası iyice dumanlandıktan sonra kurabileceği türde hayal mahsulü iddialar var.
bu ülkede tsk fethullahçılara misal 28 şubatta sizin deyiminizle "zulmetmeye"; doğru ifade ile "ordu içinde yuvalanıp tsk'yı ele geçirmelerini engellemeye" kalkıştığında sizin masum müslüman halk dediğiniz kitle ortalığı feryat figan ayağa kaldırdı. türkiye'de malesef jakobenlik literal anlamda hiçbir zaman var olamadığı gibi "jakoben batıcı azınlık" diye monoblok bir grup da yok. evrensel değerleri ve evrensel hukuku islam şeriatına tercih eden bir toplum kesmi var. fethullahçıların 28 şubatta ordudan atılması evrensel hukuka da evrensel değerlere de uygundu. bunların ordudan atılmasını isteyenler yüzlerce çeşit nesepten, türden, tarzdan insandı: tek tip, tek grup değillerdi.
ve akla-mantığa uygun bir talepleri var: tsk şeriatçı bir dini cemaatin eline geçmesin amk!
bu insanlar neden özür dilesinler ulan?
çerkes, gürcü kızlarının alınıp satıldığı köle pazarlarını biz mi kurduk? bilakis çerkesleri, gürcüleri kimliğine bakmadan eğer haketti ise bu devletin en yüksek mevkilerine getirdi bu cumhuriyet ve onun kurucuları. çünkü bu cumhuriyet "köle pazarlarını meşru sayan, köle çocuklara tecavüz edilmesine ses çıkarmayan ideolojilere" (örn. islamcılık) bağlı olmayan ve bu tür ideolojilerin, gericiliğin, irticanın karşısında olan herkese eşit yurttaşlık verdi. sen çerkessin senden türk devletine general olmaz demedi. sen mürtecisin senden general olmaz dediği doğrudur, hakkıdır da. artık aklı başında kimse sahipsiz köle edilmiş kızlara köle pazarlarında fıkhın verdiği icazetle tecavüz edilsin istemiyor. yukarıda kaynağını da verdim bu içtihat 1000 yıl uygulandı bu topraklarda. bu içtihatı cumhuriyetimiz ilga etti, cumhuriyetin bir dönemki "zalimleri kahredici orduları" aydınlanmacı başkomutanlarının önderliğinde bu içtihatları sonsuza dek anadolunun mazlum milletinin şuurundan def etti, mümessillerini yok etti. eğer "müslümanlara zulüm" dediğiniz terane buysa, bugün en büyük zalim benim, biziz... yapılanların tümünü takdirle karşılıyoruz, alkışlıyoruz, yapanlara minnet ediyoruz.
araya serpiştirdiğim dizeler modern türk şiirinin babası tevfik fikret'in tarih-i kadim isimli şiirinden. bu cuma 101. ölüm yıl dönümü olacak, kendisini saygıyla ve muhabbetle anıyorum şimdiden. -
7 ağustos 2016 büyük yenikapı mitingi
olan şey: bir takım dinciler laik demokratik hukuk devletini ele geçirip dinci/islamcı bir idare tesis etmeye çalıştılar.
n.ş.a verilmesi gereken tepki: bu olaydan ibret alıp bütün potansiyel dinci/islamcı örgütlerle etkin mücadele siyaseti izlemek. bu yolda hedefler belirlemek, masterplanlar çıkarmak, istihbarat birimlerini aynı fetocular gibi devlete sızmaya çalışması muhtemel diğer bütün tarikat ve cemaatlerin peşine takmak.
verilen tepki: fetocular hariç diğer bütün cemaat ve tarikatları bir araya getirip miting düzenleyerek dinci/islamcı konuşmalar yapmak, kuran okutup dualar etmek. karşı taraftan daha fazla islamcılık yaparak gerçek islamın "onlar" değil "bunlar" olduğunu göstermeye çabalamak.
" eğer aynı kaynaklardan beslenen, aynı ülküyü paylaşan, aynı cihat anlayışına sahip a cemaati devleti ele geçirmeye çalışmışsa herhangi bir b cemaati de devleti ele geçirmeye çalışabilir" gibi en temel mantıksal argümanı dahi anlayamayanların katıldığı benim gibi kafirlerin tasvip etmediği bir mitingidir. eğer makul bir devletin yapması gerektiği gibi "afyonlanma, dini kelamlarla beyin yıkama, haşhaşileşme ve sonunda devleti ele geçirmeye çalışma" örgütleri ile etkin mücadele adına bir miting düzenlenseydi vatan ve millet aşkı ile gitmek boynumun borcu olurdu.