314159265339
profili

  • canı istemiyorsa telefona yanıt vermeyen insan

    canı istemiyorsa ıspanak yemeyen insan savunma yapmak zorunda değil.

    canı istemiyorsa ruj sürmeyen insan savunma yapmak zorunda değil.

    öte yandan canı istemiyorsa işe gitmeyen insan hesap vermek zorunda. kime? patronuna. çünkü bir iş akdi imzalamış.

    canı istemiyorsa kira ödemeyen insan savunma yapmak zorunda. kime? mülk sahibine. çünkü bir sözleşme imzalamış.

    canı istemiyorsa borcunu ödemeyen insan da hesap vermek zorunda, çünkü sözlü bir anlaşma yapmış.

    bu siktiğimin telefonunu alırken her çaldığında açacağıma namusum üzerine söz veririm falan diye bi sözleşme mi imzalamış bu insan acaba ki, bunun için açıklama yapmak zorunda kalıyor. değişik. ben telefon alırken sadece para istemişlerdi.

  • ekşi itiraf

    isimlerimin anlamını soran bi ecnebiye tercüme ederken fark ettik, o türkçe, bu farsça vs derken 2 isim + soyismi farklı sıraladığında "kainatın cana okuyan, esip geçen kesip biçen sahibesi, kraliçesi" gibi bi anlam çıkıyor. şöyle odaya girdiğinde önden protector of the seven hills, breaker of hearts, kuin ovdı andons endıbörst pen, kuzusu of anneesi and madırof ozan falan diye anons edecek birileri olsa önüne gelene otomatik benddani çektirecek isimmiş aslında da sanırım calimero sesten kaybediyorum.

  • istediği zaman istediği kişiyi silebilen insan

    öyle kafaya göre hıh deyip silmek değil de, sessiz at-pek çifte ilişkisi olabiliyor.

    bir de görmek ve kabul etmek üzücü olsa da, hani eklenecek değil çıkarılacak şey kalmamasıdır mükemmelik demiş ya büyük prens... insanlı ilişkiler de biraz öyle sanki, hayatında eklenecek değil çıkarılacak insan kalmadıkça daha bi dengeye ulaşıyorsun. ironik tarafı, hiç tanışmadığın kaç en iyi arkadaşının da şu an bir yerlerde böyle düşündüğünü biliyorsun.

  • bir gün gelip seni alacağım denilenler listesi

    geçtiğimiz aylarda ablam evini yeniliyordu. her şey bitti, güzel bir biblo, heykel gibi bir şey almak istedi. dedim sabret, o öyle çıkıp aranıp bulunmaz, denk gelir sever alırsın. yok, hemen olacak! peki. çıktık orada buradaki zart home zurt home mağazalara baktık. hep fabrikasyon götüm gibi şeyler.. alçıdan dökmüş üstüne soba boyası spreylemiş gümüş zart zurt diye satıyor. 300-500 de etiket koymuşlar utanmadan. neymiş “dekoratif obje”. adı da götüm gibi.

    aklıma geldi, dedim gel kadıköy’e gidelim, eskicileri dolaşalım. nebliim belki içinin ısındığı bir şeye denk gelirsin. dolaştık eskicileri işte. sonuçta ben lirikleştim anca yine *, o bir şey bulamadı. gezdiğimiz dükkanlardan birindeki satıcı bir yer önerdi bize, “bu işin membaı orasıdır” dedi. bulduk gittik söylediği yere, ama az bile demiş... neler var allahım. oyuncakçı dükkanındaki çocuk gibiyim, birbirinden nefis heykellerle dolu ortam. öyle spreyli plastik çerçöp değil. bronzdan bir savaşçı heykelciği gözüme ilişti, çok güzel işçilik ama.. üzerinde de etiket var 174. o naylon tuvalet ibriği gibi şeylere 400 istediklerini düşününce hiçbir şey değil... bi kaplan, tehdit hisseden gergin bi kaplan, tam adımını yeni bitirmişken.. hareketteki detay, figür nefis. etiket 187... valla delircem. derken o’nu gördüm. burada büyük harf kullanılsa o “o” büyük harfle olurdu, öyle bi o.. the o! ta öbür uçta, gümüş rengi bir heykel.... hipnotize oldum anında, john connor görmüş terminatör gibi önüme çıkan insanları sağa sola fırlatarak zınzınzın önüne gittim direkt. yalnız nasıl anlatayım.. bi asur mu hitit mi artık, kralı ve kraliçesi... nasıl bir denge var ama heykelde... o duruşlar, kaslardaki saçlardaki detaylar nasıl güzel... ben böyle hipnotize olunca (artık nasıl bakıyorsam) dükkan sahibi yanıma geldi “çok beğendiğiniz galiba” diyerek. dedim evet. başladı adam anlatmaya, arkasında gizli bir minik heykelcik daha varmış göremedim, çevirdi onu gösterdi. dokunabilirsiniz dedi... oy oy. heykele dokununca hepten vuruldum, sapık gibi okşuyorum elim durmuyo. satıcı çok nazik, tatlı tatlı anlatıyor kralı, karısını, mitolojisini, arkadaki o gizli heykelciliğin anlamını... normalde almayacağım şey için zahmet vermem, o anlatmaya pazarlamaya hevesli olsa bile sadece baktığımı, almayacağımı çok net söylerim ki zamanını almayayım. da bunu alırım ben ya... vuruldum. diğerlerinde etiket var, bunda yok. ama onlar 170-180’se bu net bi 1000 lira vardır. hak eder yalnız. bütçem yok ona ama biriktiririm, ne zaman gelip alırım, o arada kapora versem başkasına satmasın diye kabul eder mi... hem bunları hesaplıyorum, hem soruyorum. ben soruyorum adam anlatıyor. sonra edemedi tuttu kaldırdı heykeli, iki saat bir sürü şeyi çekip ayırıp masa hazırladı önce buna, sonra oraya taşıdı ıkına sıkına. sırf ben 360 derece etrafında dönüp rahat inceleyeyim diye. başka müşteriler geliyor gidiyor, adam başından savıyor onları tek kelimeyle, dönüp bana heykeli anlatıyor. sonunda tamam dedim gözlerim çakmak çakmak... alıyorum. fiyatı ne kadar? “7000 dolar” dedi adam aynı kibarlığıyla. ben 1200’e kadar çıkarımdayım, türk lirasındayım... o 7000 dolar dedi. heykele veda etmenin acı gerçekliğiyle bir gulpladım, adama o kadar zahmet verdikten sonra kabalık etmeden bu işten nasıl sıyrılacağım diye ayrı bir gulpladım. ben alacağıma o kadar inandım ki adam da inandı, şu saatten sonra “ay çok pahalıymış neyse çüüüz” diye kestirip atamam, olmaz yani. naparım onu da bilmiyorum, sicilya mafyası gibi, girdim çıkamıyorum. adam anlatmaya devam ediyor, heykeltraştan bahsediyor, bunun diğer çalışmalarından farklarını vs vs... adam, anlatma artık adam!! zaten üzerimde kreator tişörtüyle gitmişim, iyi bi satıcı penye metal tişörtüyle gezen birinin tak diye 7000 doları bi heykele veremeyeceğini bilmez mi, esnafımızdaki o “jungmuş adlermiş halt etmiş, en bi insan sarrafı benim” tribi bitti mi? gözbebekleri dev gibi olmuş, kıp kıp bakıyor gözümün içine. neyse sadede geleyim ben böyle ne evet ne hayır ıkınıp durdukça fiyat 6000 dolara kadar indi. alacağım 50 liralık şey için pazarlık yapayım desem köskös 60’a alır çıkarım, şimdi almayacağım şey için 1000 dolar indirim aldım hiç pazarlık yapmadan. murphy işte... sonunda ablam gerçeklerle yüzleştirme dairesi hayal kırma masası baş şefi olarak “teşekkür ederiz, bu bizim bütçemiz için çok fazla” diye kestirip hadi hadi hadi diye kışalayarak beni dükkandan süpürmeye başladı. ablam beni öyle çeke çeke götürürken satıcıya açıklama yapma derdindeyim “diğerleri 170-180 diye bunu daha uygun sanmıştım kusura bakmayıııııın”. satıcı da ardımızdan koşturuyor elindeki kartviziti elime tutuşturmak için “beni arayın mutlakaaaa... onlar fiyat değil açık arttırma numaraları... beni arayııınnnnn...”

    meğer olay ilk andan beri benim mallığımmış:( olsun, o mallık sayesinde tanıdım onu. dünyanın basılı bütün paraları emrime amade olsa ne araba gelir aklıma ne şato. onu isterim bi tek. parayla alınabilecek böyle istediğim bir şey hiç olmadı şimdiye dek. bir gün o 6000 doları biriktiricem ama. açık arttırma maçık arttırma, fizan’a da gitsen bulup alıcam seni heykel. ikea lack sehpanın üzerinde yerini bile hazırladım. seyredicem seni hep, gelip gidip okşıycam. tozlarını nanofiber bezle alıcam, gözüm gibi bakıcam. çok sevicem seni ve hiç bırakmıycam:((((

  • ekşi itiraf

    sabah işe geldiğimden beri koşturuyorum. yakalayan bir şey anlatıyor robotun yaptığı salınımı, karıştırıcının devrini, yanlış pompa seçmişler bi de.. biri bilmem ne soruyor aradan, 3 numaralı preste yapacaksınız 150 barda, diğeriyse 180 barda basın diyorum. çaylak eleman istediğim numuneleri getirmiş olmuş mu diye, olmamış, gel diyorum göstereyim, üretime inip işçinin elinden tezgahını alıp yapıp eline veriyorum bak bunu yaptıracaksın, böyle yaptıracaksın. üst baş el kol leş, yıkamaya giderken çocuğun okulundan arıyorlar, bık bık kaydınızı yaptırmadınız diyorlar, tamam diyorum yarın yaptırıcam gelip. tuvalete varamadan paolo arıyor, paolo belalım. bi malzeme satmak istiyor ve ancak ben teknik onayı verdikten sonra satınalmaya gidebilir. hergün arıyor o yüzden numune göndereyim, numune gönderdim, testlere başladın mı testler bitti mi başka göndereyim mi... açmıyorum. öl paolo!!! böyle böyle akşam oluyor, eve koşturuyorum patlıcan yapıcam yanına pilav yapıcam... bu arada kendime de bi çorba çıkarsam süper olur, soğuk almışım sesim boru gibi 30 saniyede bir hapşırıyorum... çorbaya vakit yok, daha yemek yenecek ödev yapıcaz banyo yapıcaz... çocuğun bakıcısı hem giyiniyor hem anlatıyor kurutucuya attım da kurutucu çalışmadı da... tamam diyorum bakıcam kurutucuya. oğlum ödevini okulda unutmuş yine, hangi sayfaydı diyor, soğan doğramayı bırakıp emaillerime bakıyorum ödev çizelgesine.. içim üşüyor, sıcak bi banyo yapsam şimdi nası süper olur. nick arıyor nick amerikada ona gündüz. hırt vırtla toplantıya giricem şimdi bilmem neyi sorarlarsa ne diyim diyor. abo pilavı unuttum. anlatıyorum zart de zurt de... oğlum analog saati gösteriyor altına kaç olduğunu yazması gerek. nick’i kapatıp bak diyorum kısa kol nerde uzun kol nerede. 7’yi 3 geçiyor diyor... hiç öğrenmemiş okulda. şehriye bitmiş, neyse şehriyesiz olsun... yelkovanı diyorum 5’er 5’er sayacaksın, 1 bardak mı yıkadım pirinci 2 bardak mı!!! 2... 3 bardak su o zaman. yemeğe oturuyoruz hatırlatıcı ötüyor yarın yüzmesi var. mayosu nerde ki... bonesi nerde?? bi çorba olsa nasıl süper olurdu. kayıtlardan süngerbob seçiyoruz. sen hastasın diye en sevdiğin bölümü açıcam diyor benimki:)) uh ah ah çiki çiki bölümü. sofrayı toplarken kapı tıklıyor. akşamın sekizinde kim ki.. kim o diyorum, güvenlik! nalaka ses mi yaptık ne noldu ki?? açıyorum kapıyı gülümseyen bi adam.. elinde bi gül, uzatıyor. sevgililer gününüz kutlu olsun, tüm site sakinlerine dağıtıyoruz. teşekkür edip salona geçiyorum. bonesi nerdeydi acaba... telefon ötüyor yandan arayan paolo yine. bi elimdeki güle bi toplanacak masaya bakıyorum. gül yerine çorba verselermiş keşke.

  • ekşi itiraf

    bazen atacağın çok basit bir adımın arkasından büyük değişiklikleri getireceğini bilirsin. o adımın ardından getireceklerine yönelik aman aman bi hevesin beklentin olmasa da korku veya tembellik de yoktur. yine de ertelemenin verdiği o tuhaf hazdan harekete geçmezsin. çok sinsi, kirli paslı bir hazdır o. ellerini ovuşturan küçük boy bi kara sinek gibi. procrastination denen şey değil bak bu. doğru olanı yapmamanın, çizginin dışına çıkmanın “atanamamış evil” küçük burjuva macerası. erteleyebiliyor olduğun zavallı şeyleri sırf erteleyebiliyor olmanın tadını çıkarmak için ertelemek, hayatın üzerinde sahip olduğuna inanmak istediğin acıklı bi güç algısı. hazzın ertelenmesi değil kesinlikle, ertelemenin hazzı. marx’ın proudhon’a kapağı gibi oldu. tencerenin dibinde kalmış parmaklanan yanık özgürlük. yıllık ceremesi yirmi milyon mazereti aşmayan küçük ve orta büyüklükte isyankarlık. öyle sefil, fırsatçı bi haz. bi kastamonulu kasaba yengesi kadar da kurnaz.

  • en zor zamanlarını tek başına atlatan insan

    sakat insandır. kuyruğu dik tut eyvallah, yok güçlüdür, yok kimseye müdanası yoktur evet doğru ama özünde züğürt tesellisi bunlar. en zor zamanında bile güvenecek, yardım isteyecek el istemeyi bırakmışsa insan duygusal olarak sağlam hasar almış demektir. övünülecek şey değil bu. belki zamanla daha az aptalca tercihler yapıp iyi deneyimler yaşaya yaşaya kendini biraz onarır.

  • kadınlar neye aşık olur

    tipik romantik komedi. esas kadının genellikle bir nişanlısı veya uzun süreli ilişkisi vardır. esas adam bunun çevresindeki gıcık, uyuz hödüğün tekidir. hikaye bruklin mruklin oralarda geçer. genellikle iletişimle ilgili bir işte (işte yayınevinde editörlük, dergide yazarlık vb) çalışan kadınımız bu adama sinir olmaktadır. kadını muhakkak seksi vücutlu ama çocuksu yüzlü aktristlerden biri oynar. adamsa şu spartalı tereyağının adı neydi, o falan olabilir. sonra işte bunlara ortak proje, görev mörev verilir, uyuz ola ola beraber bir şey yapmak zorunda kalırlar. kadın illa bi sahnede yanlışlıkla adamın önünde üstsüz kalır yahut götü görünür, adam hoiii?? falan der ama bozuntuya vermez. zamanla kadın adamın içindeki kırılgan, duygusal tarafı görüp ılımaya başlar, adam da kadının sakarlıklarını gördükçe (romantik komedi kadınları hep biraz sakar olur) onu sempatik bulmaya başlar. sonra işte karşılıklı “seviyorum seni ulan” fazına geçilmeden üstü örtük flört evresindeyken daha adam bi ayılık yapar, kadın buna feci bozulur, bozulduğu gibi de ossaat şikago’da iş bulur hemen, üzgün üzgün taksiyle havaalanına yola çıkarken adam da vay ben ne eşeklik ettim moduna girmiş özür dilemeye gelmiştir bile fakat kızın arkadaşlarından olan biteni öğrenince hemen havaalanına giden taksinin peşine düşer kay kayla bisikletle falan. bruklin köprüsünün oralarda aracı yakalar, taksici pis pis bakıp küfrederken bunlar yol kenarında öpüşürler, saksafonlu bir şarkı fon müziği girer, yazılar akar. kadınlar neye aşık olur tam olarak yine anlayamayız filmden ama ben trip atmak istediğinde hemen başka şehirde iş bulabilme fırsatına aşık olurum.

  • iyi bir insan olmaktan vazgeçme sebepleri

    insanlara iyi davranmaktan vazgeçme sebepleri olarak yorumluyorum çünkü hiçbirimiz kendimizi sandığımız “iyi insan” (iyi olmakla tanımlanan her ne ise) değiliz, o kendi kendimize kendimizi idealleştirdiğimiz janti kıyafetler içindeki matrix imajımız, bunu bir geçelim.

    insanlara iyi davranmaktan vazgeçmek de zamanında iyi davranılmış ve beklenen sonuç alınamamış anlamını doğuruyor. beklenen sonuç belki sevilmek, kabullenilmekti, belki basitçe bu iyi davranışların fark edilmesi, takdir edilmesiydi veya en yüzeysel haliyle karşı tarafın da size sizin “iyi davranış” olarak niteliğiniz çerçevede davranmasıydı. özetle bir getiri, karşılık bekleyerek bir yere yatırım yapmışsınız ve o karşılığı alamamışsınız. olay bu. niye bu olay böyle teatral bir ben çok iyiyim övüncüne kapı açıyor anlamıyorum. dolar aldın herif düştü. dolara, kadere, döviz piyasalarına karşı duygusal bi kırılım yaşayıp böhühü, o dolara değer vermiştim, malı davarı satıp geleceğimi ona yatırmıştım, o tuttu düştü diye tripten tribe girip kendine ulvi meziyetler biçiyor musun? yo... kafam basmıyo demek bu yatırım işlerine diyip geçiyorsun. iş insan olunca yanlış yatırımının sonuçlarını kendi hatalı kararlarına fatura etmek yerine aslında ne kadar da iyi bi insan olduğuna biçip tepesi hareli boynu bükük kırgın aziz triplerine girmek çözüm ürettirmek yerine rakı masasında arabesk dinleterek kendine acır gibi yapıp ego tatmini elde etmeni sağlar. oha tek seferde kurduğum cümleye bak. neyse dursun.

    demem o ki öyle kırgınım, oynamıyorumculuk yok. sen iyi biri değilsin. duygusal yatırımının canına okuyanlar da kötü insanlar değil. hayatta iyi ve kötüler yok. sadece çirkinler var. ok berbattı. yanlış kişilerle yanlış ilişkilere yanlış emek bağlamışsın. hatalı karar vermişsin. insanlı işlere sandığın kadar kafan basmıyor demek ki. açıp gözünü öğrenmeye çalışacaksın, deneyimdir hepsi. tuhaf tuhaf sosyal şarlatan var hem, kimisini oltayı yutacak kadar yaklaşmadan tanıyamazsın, gözlerini ovuşturup bakar yine de inanamazsın, beyninin %75’i pr departmanı olan adam var. o kötü mü, yoo. sadece o da öyle bi insan. sana iyi gelmeyecek bi insan ve senin eleğin onu eleyecek kadar ince değil. tip tip un, tip tip kepek, tip tip elek var. istersen amaan de duvara as eleğini komple, istersen de birilerinin kafasına geçir tabii, ama bence gözenekleri küçült, yastık altında tut vaktini, soğuk nevale ol, insan kolay yaklaştırma çok yanına. en kötü ortamlarda çok cool’um dersin, kim bilecek.

  • bir sabah gözlerini açtığında olmak istediğin yer

    meksika'da, açık balkonunun önünde yere kadar beyaz tülleri olan, tüllerin hava akımından hafif hafif içe doğru bombelendiği güneşli bi odada. kumtaşı mı oluyo orada evler, tamamen atıyorum bak hiç fikrim yok, öyle bi ev işte. az döşeli, taş duvarlı, çok beyaz tüllü, güneşten şıkır şıkır püfür püfür bir oda. orada yaşamaktı, oturmaktı onlarda hevesim yok, sırf uyanmak. fantezi bu. sonra kapı tıklıyor, omuzları açık yere kadar etekli bi elbiseyle bir kadın kahvaltı getiriyor. teyzeye gratsyas diye teşekkür edip güneşten gözlerimi kırpıştırarak kucağıma alıyorum tepsiyi. tahta kaşık, kalın kabuklu odun ekmeği var, menemen var kahve var, güneş var serinlik var. mmm. sonra kocaman bi kaşık alıyorum menemenden gülümseyerek hevesle ve ahyaak diye yataktan fırlıyorum. halapenoyla yapmış menemeni allahın manyakları. gözlerimde yaşlar boğazımda patlayan bi yanardağ, odaya koşup gelen teyzeye ispanyolca anlatmaya çalışıyorum tres halapeno, tres halapeno diyorum telaşla, tres çok demektir gibi geliyo o an, non porfavor... teyze tamam tamam işareti yaparak tepsiyi götürüyor, kalaylı sürahiyi kafaya dikip glok glok su içerken aklıma un dos tres aley aley aley diye ricky martin şarkısı geliyor. fok! tres 3 demek ispanyolca olm, bunların da üç peynirli ravioli gibi üç halapenolu menemeni varsa ondan getirecek şimdi bana diye panikle ardından koşup taş koridorlarda teyzeyi arıyorum ağzımda lav silahıyla:(( lanet olsun böyle fanteziye ya çiçek gibi başlamıştım gerildim sabah sabah. tülüne bir taşına iki, kalkarım caanım evimde spongebob izleyerek sucuklu yumurtamı yerim mis gibi.

  • ekşi itiraf

    yüzyıllarca açık ofisli, bölmeli paravanlı iş yerlerinde çalıştıktan sonra ilk kez kapılı neli kendi odam oldu. uzunca zaman kapıyı kapatmak bir tuhaf geldiğinden gürültüden 3 ağrı kesici çaksam da kapatamıyordum. aylar sonunda nihayet bu da gafa deyip kapatabilmeye başladım. allam o nasıl bi değişik zevkmiş. arada duvarın öteki tarafındaki odadan birileri geliyor geyiğe. hemen wuay wuay wuay wuay kimler gelmiş diye sandalyemden fırlayıp kollarımı kartal gibi açarak sarılmak istiyorum. o pek yemiyor ama hiç değilse gelenin elini müthiş bi enthusiasmla şakira şakira sallayıp 32 diş masama geçiyorum. ee anlat nassın hanım çocuklar nasıl derken bir taraftan da telefona sarılıyorum. çaycı abla telefonlarımı pek sallamasa da göz kırparak çay kahve aysti oralet ne söyliim diyerek şak şak şak numaralara basıyorum. istiyorum ki gelenin bana ödemesi falan olsun, çok sıkışığım döndüremiyorum iki ay erteleyelim merteleyelim desin, cart diye o abartılı 32 diş moddan çok ciddi ticaret erbabı suratına döneyim, küçük kare kağıtlara bi şeyler karalayarak düşünceli düşünceli dinleyeyim falan. ama işte naber napıyorsun bakıcı bulabildin mi falan diyorlar, hayalimdeki bıyıklı benli, masaya kolları dayayınca ceketin vatkası yukarı kalkan göbekli adam tribim fıs diye sönüveriyor. zaten çaycıya da ulaşamıyorum. ya bi çay bile içemedik borcum olsun diye arkasından tıptıplayıp yolcu ederken her seferinde bi cast ajansından falan bana bi kere hakkıyla şu tribi yaşatacak birinin ücreti ne kadar olur acep diye iç hesaplaşmalara giriyorum.

  • aşık olduğun kişiye bir şarkı bırak

    yavaş siriii, yavaş siriii
    yumuşacık, kaymak sesli yavaş siri
    enkıra kadiisi hoh hoh hoh ho
    deyişini yerim senin yavaş sirii

    bu kadar içli melankolik şarkının ortasında biraz capcık kaldı evet ama herif telefonda yaşıyor çok kaptırmanın lüzumu yok.

  • insanı yoran şeyler

    beklemek sabırsızları çok yorar.
    sabırlıları ise neyi beklediğini bilmemek yoruyor.

  • ekşi itiraf

    her akşam balkonda oturup gökyüzüne bakarak himalayalarda olduğumu hayal ediyorum. neskim var himalayalarda bilmiyorum, hiç gitmedim. pür bi sessizlik var gibi geliyor. elle tutulabilecek katı sessizlik. o kadar yalın ve net ki bir şey düşünmüyorsun bile. duruyosun öyle. baya sadece duruyorsun. gerçeklik çok gürültülü çünkü. uçaklar inip kalkıyor, kediler cayırdıyor, insanlar hep bir ağızdan konuşuyor allam hiç bitmiyor söyleyecekleri, cevap beklemeleri hiç bitmiyor. susma sen de gürültü yap istiyorlar, konuşsan dinlemiyorlar çünkü ama yine de hep soruyorlar. çok gürültü var. himalayalar güzel. insan bazen sadece öylece durmak istiyor.

  • oyunculuğun tavan yaptığı filmler

    (bkz: the merchant of venice)
    millet içince eski sevgilisini hatırlar hüzünlenir, ben al pacino yaşlandı diye efkarlanıyorum.

  • işi mühendisten daha iyi bilirim diyen usta

    makina + boğaziçi + kadın + kısa boy + cücük kafa + calimero ses. bu ustalar karşısında ölüm grubundayım ben. hobi olarak taşak geçerler, nobelin olsa kar etmez. en son iki dakikalık bi iş için o şöyle zor böyle zor cnc dolu diye beni üç gün kalıphanede oyalayıp arkamdan zuhaha diye gülen ustaya dellenip geçtim frezede kendim işledim, ondan sonra bi dediğimi iki etmedi. mühendislik ne, ustalık kalfalık teknisyenlik ne hepsini birbirine karıştırıp çorba etmiş bi jenerasyonun kayıp çocuklarıyız biz. neyse tek çekilecek çilemiz bu olsun.

    ps: talaşları kalem çalışırken parmağınızla almaya kalkmayın çok korkuyolar, hava tabancası diye bi şey var o iyi

  • fransızca öğrenmek

    eskiden voici voici diye sildiğin banyo aynasını artık vuasi vuasi diye siliyorsun. günlük hayata çok başka bir faydası yok şimdilik ama yine de tertemiz aynaya bakarken keyifleniyorsun tabii

  • çocuklarla girilen komik diyaloglar

    3-5 yaş dönemi erkek çocuklarını bilen bilir, yaşıtları kız çocukları kırıta kırıta oturup yetişkinlerle tatlı tatlı sohbet ederken, kafaya kova geçirmiş halde bağırarak dana gibi koşturan ve duvara toslayarak duran bir çocuk formundan bahsediyoruz. benimki de bu güruhtan olduğundan "anne bu benim farem:( bu benim civcivim:(" diyerek bir şeylere şefkat beslemeye başlayınca dur dedim, amman bunu takdir edeyim.

    fare, civciv dediği şeyler çokluk minik çer çöp. her seferinde minicik bi yaprak parçası, tohum vb bir şeyi sahiplenip, kaşlar emrah, alt dudağı sarkıtarak hisli hisli "annee.. bu benim civciviiim" diyerek getirip avucuma koyuyor. kediyi kuyruğundan kavrayıp çekçek araba çeker gibi bir odadan diğerine götürdüğü, karıncanın böceğin bacaklarını ayıklamaya çalıştığı bir dönemde olduğundan ben de bu seyrek merhamet patlamalarını hiç bozmuyorum.

    bir gün kreşten geldi, servisten iner inmez kaşlar yine 120 derece açılanmış, alt dudak sarkık, "annee.... bu benim fareem" diyerek avucuma müthiş bir ihtimamla minicik tohumvari yeşil bir top bıraktı. "buna iyi bak enne tamam mı, sakın yere düşürme, tabağa koy uyusun farem tamam mı.... " normalde yarılacağım bu daniel day lewis tarzı teatral hisliliğe karşı yine güç bela otokontrolümü koruyup alt dudağımı sarkıtarak şefkate ortak oldum hemen:

    - ooooovvv:(((( ne kadar tatlı bi fare bu...
    - farem o benim enne, onu çay tabağına koy uyusun
    - oovvv kıyamam ben ona...
    - çok seviyorum ben onu:((
    - sevilmez mi ya, şu tatlılığa bak:(((( gözleri de sana benziyor:((
    - evet, benim farem o
    - öperim onu ben muuuuck... okulda mı buldun onu:(((
    - yok, burnumdan çıkardım:(((

    sen çocuk hislenmiş aman bunu paylaşayım diye şekilden şekle giredur, o sümüğünü top yapıp eline verir, iki saat de methiye düzdürür. kim kiminle dalga geçiyor belli değil...

  • mühendis çokbilmişliği

    yeğenim tiyatro alanında yüksek lisans yapıyor. izne memlekete geldi, sohbet ediyoruz. saat gece 3. bu iyice mayıştı, bense bi galon çay içtiğimden şu moddayım. konuyu onun ilgi-uzmanlık alanına çekeyim de açılsın diye zapladım: "senin tez konun neaa?"

    - off teyze boşver
    - ya hadi anlat
    - :((( işte klasik tiyatroyla kıntempırıri pöformınsı yaratım süreci açısından kıyaslıyorum.
    - (bi bok anlamıyorum haliyle) nasıl mesela hangi başlıklar??
    - yani işte klasik tiyatroda metin var kıntempırıride yok
    - doğaçlama mı yani
    - ya uf... kıntempırıri pöğformıns danslı olabilir, beden dili falan yani tanımlayamıyorum boşver işte yaa!!
    - tanımlayamadığın bi şey hakkında tez mi yazıyosun, anlamam diye anlatmaya mı üşeniyosun:(( (80'ler duvarlarındaki ağlayan çocuk posteri gibi bak)
    - yok yani hayır uf yani o tanımlanamaz
    - oha matrix gibi bi şey yani (ben feci gaza geldim bu arada, harbiden merak ediyorum)
    - ya yok teyze uf yani wikiye bile girsen ilk cümle tanımını yapmak zordur der
    - ok bi tane örnek ver o zaman
    - offf... abromoviç diye bi kadın var, onun bi oyunu var mesela işte herkes geliyo bunu dürtüklüyo mıncıklıyo bilmem ne.......
    - hmm... şimdi sen bunu klasik tiyatroyla nası kıyaslıyosun peki
    - yaratım süreci açısından
    - yani mesela nesini
    - yaratım sürecini
    - yani yaratım süreci derken?
    pikeyi tepesine çekip götünü dönüp uyur!

    lafa gelince mühendis çokbilmişliği, mühendis kibri diye yeri göğü inletirsiniz, yok mühendislerin sanattan anlamaması, yok mühendis kafa sikmesi... ama beşeri bilimcisi sanatçısı koy hepsini aynı kefeye, bunlardaki ukalalığın binde biri yok mühendislerde. bir değil iki değil... edebiyatçısına yapıştım, dil bilimcisine yapıştım, felsefecisine sosyoloğuna yapıştım, al bu tiyatrocusu... öğrenmek istiyorum soruyorum, paso bi bunlar derin mevzular, sana uzak anlamazsın tripleri, paso bi yorma o güzel aklını sen gel başka şey konuşalım havaları... ne olm bu!!! beni sabah 4'te dürte dürte uyandırıp tezini anlatsana dese biri, "amanın yeni bilgiye aç genç dimağ gelmiş" diyerek saniyesinde yataktan fırlar, 4 dakika sonra elde kağıt kalem, allam kütleyi, enerjiyi ve momentumu koru diye başlamış çat çat reaksiyon difüzyon denklemi yazıyor olurdum:(