istenc27
profili

  • alyans takmayan erkekler

    denedik, çok mücadele ettik; ama olmadı. alışmadık götte don durmadı.

    şunu cool ya da aykırılık olduğunu düşündüğümüz için yaptığımızı sanan salaklar var. kazın ayağı hiç öyle değil. takabilsek takardık. zaten ben böyle salak normu direnilmeye bile değer bulmuyorum artık. takardık da en azından bıdırtı çekmezdik.

    ben kendimi sadece saat ve gözlük kullanabilecek kadar eğitebilmiş kadınım. adam zaten hayatında takı niyetine bir şey takmamış. sanki bütün gelenek görenek çok umrumuzdaymış gibi alyansı nedense mecburiyet addettik ve evliliğimizin ilk senesi ikimiz de çok çabaladık. bu yüzüklerle rahat edemedik dedik, gittik bir çift yüzük daha aldık. ben dışarı çıkarken takıp dönünce çıkarıyordum, akabinde şıngır şıngır bir ses. kedi bulmuş indirmiş oynuyor. eşim yazılımcı, kod yazarken çıkarıyor, bırakınca takıyor. yüzükle gitmişse, spor salonunda ağırlık çalışırken elini kesiyor. bisiklete biniyoruz acıtıyor. yazları sıcakta zaten sıkıyor. elimizi yıkıyoruz araya sabun kaçıyor. üff bir sürü terane.

    bir noktada ayıldık, ne halt ediyoruz diye.

    takmıyoruz anacım. yüzüğü de takmıyoruz, abuk subuk konuşanları da. valla ailelerden de bıdırdanan oldu, meehh dedik geçtik. kaynanayı takmamışım, sözlük ergenini hiç takmam.

    formata saygı tanımı: eşimin dahil olduğu güruh.

  • ekşi itiraf

    siyaset konuşmaktan çok bunaldığım için biri konuyu açınca ne duymak istiyorsa onu söylüyorum.

    "selo'ya atcam tabi ki, çaldığı tek şey bağlama. yakışıklı da köfte. ehere mehere."

    "akşener'e vericem bu defa, sağcı falan ama memlekete bir kadın eli değmesi şart.*"

    "muharrem varken başkasına verecek değiliz herhalde. izmir'in dağlarında çiçekler açaaaar."

    yazarken kendimden tiksindim yeminle. bıktım herkesten. en çok da kendimden.

  • sandıklı termal park hotel'deki köpek skandalı

    hukuki değerlendirmesini yapmak istediğim olaydır.

    sahipli hayvana kötü muamele halinde il orman ve su işleri müdürlüğüne şikayetçi olunarak kötü muameleye maruz bırakılan hayvanlara el konulması ve hayvan sahibine idari para cezası uygulanması sağlanabilir. örnek dilekçe

    burada karşımıza iki tane sorun çıkar. birincisi il orman su işleri müdürlüğü memurlarının el koyma yetkisinin olduğunu bilmemesi. kulağa saçma geldiğinin farkındayım; ancak türkiye'nin birçok yerinde bu el koyma işleminin uygulanmasını sağladım, buralarda çalışan insanların %80'i böyle bir yetkileri olduğunu benden öğrendiler. 5199 sayılı kanunun 24. maddesinde bu yetki açıkça düzenlenmiş durumda.

    ikinci sorun ise el konulan hayvanlara ne yapılacağı. il müdürlüğünce hayvan alındıktan sonra doğruca barınağa götürülür. barınak koşulları ise hepimizin malumu. bu nedenle biz açıkçası üç yol izliyoruz. birincisi hayvanı sahiplenecek ya da geçici olarak sorumluluğunu kabul edecek (hukuki terim olarak yediemin) birilerini buluyoruz, el koyma işlemi sırasında bu insanların da orada olmasını sağlayıp hayvanlar barınağa gitmeden ya da gider gitmez tutanak altına alınarak hayvanların onlara verilmesini sağlıyoruz. böyle birilerini bulamamışsak; ancak hayvanlar çok kötü muameleye maruz kalıyor ise hayvanları barınağa aldırıp sahiplenilmesi için sosyal medya seferberliği başlatıyoruz. son seçenek ise, eğer çok kötü muamele yoksa hayvanı olduğu yerde bırakıp sahibi olacak insanlara baskı yapıyoruz.

    türkiye'de hayvanları kurtarmaya çalıştığınızda kırk katır mı kırk satır mı durumuyla karşı karşıya kalmanız kaçınılmazdır. kanunlar yetersiz, yetkililer umursamaz, insanlar acımasızdır. konuyu gündeme taşıyan yazara duyarlılığı ve yazıyı tehditlere rağmen kaldırmama cesaretini gösterdiği için teşekkür ediyorum. elimden bir şey geldiği takdirde her türlü yardıma hazırım.

    edit: olmamış şey değil, başlığı açan yazarın entrysi silinirse diye kopyalayıp kenara attım. istedikleri kadar sildirsinler, o hayvanların durumunu düzeltmedikleri müddetçe herkesin bu olayı hatırlamasını sağlayacağız.

  • sude andaş

    yeni bir can aksoy vakasıdır.

    prof. dr. sevil atasoy un şu yazısı konumuza uygun, okunmalı. olayın vahameti belki daha net anlaşılır.

    --- spoiler ---

    ne dediysek o! kanadalı önce kedileri öldürdü, şimdi zavallı bir çinliyi öldürdüğü için bütün dünyada aranıyor. yirmi dokuz yaşındaki kanadalı adamın bir porno aktörü olduğu yazıldı. beni ilgilendirmez. eşcinsel olduğu yazıldı. beni hiç ilgilendirmez. beni ilgilendiren, şu saatlerde ınterpol’ün kırmızı bülteniyle aranıyor olması. (bu satırları okuduğunuzda belki de çok sevdiği paris’te, canlı ya da ölü ele geçmiş olacak.) beni ilgilendiren, neden arandığı.

    basında sıkça yer alan adıyla luka rocco magnotta, bir çinliyi öldürüp, parçaladı, kısmen yedi, kalanlarını siyasi parti liderlerinin ofisleri olmak üzere kanada’nın değişik yerlerine postaladı ve sırra kadem bastı. polis, onun başkalarını da öldürmüş olabileceğini düşünüyor. kısacası, o bir kanibal, o bir katil, belki de seri katil ve yakalanamadığı sürece başkalarını da öldürebilir.

    halbuki bu cinayet (belki de cinayetler) önlenebilirdi. los angeles’taki hayvan hakları savunucusu “hayvanlara son şans” (last chancefor animals, lca) derneği, luka’nın tutuklanıp, yargılanmasını sağlayacak bilgi verene 7500 abd doları ödül vereceğini ilan etti. hayvan haklarıyla luka magnotta arasında nasıl bir ilgi olduğunu merak edebilirsiniz. çünkü luka’nın birini öldüreceğini hayvan hakları aktivistleri bundan iki yıl önce fark etmiş ve kanada polisine bildirmişti; ama dinleyen olmadı. youtube’a yüklediği bir video kaydı, fonda noel müziği çalarken kedi yavrularını plastik poşet içinde nasıl havasız bırakarak öldürdüğünü gösteriyordu. bunu izleyen iki yıl içinde luka, kedilere tecavüz ettiği, öldürdüğü, bir kedi yavrusunu yılana yedirdiği video kayıtlarını da youtube’da yayınladı.

    luka bir kanibal olmanın yanı sıra bir nekrofil. nihayet 25 mayıs 2012 günü luka, erişkin bir erkeğe işkence ettiği, öldürüp parçaladığı, yediği ve bir köpek yavrusuna yedirdiğini gösteren video kaydını yayınladı. videodaki erişkin erkek, kanada’nın montreal kentindeki concordia üniversitesi mühendislik fakültesi’nin bilgisayar bölümünde okuyan 33 yaşındaki bir çinli. wuhan’lı jun lin. ailesi, arkadaşları, mahallesindeki esnaf, jun lin’in nazik, terbiyeli, çalışkan biri olduğunu anlatıyor. bazı tabloid gazetelerde jun ile luka’nın sevgili olduğu yazılmış olsa da, sadece birbirlerini tanıdıkları, aralarında herhangi bir yakınlaşmanın olmadığını belirtiyorlar. her nasıl tanışmış olurlarsa olsunlar, olayın gerçekleştiği yer luka’nın evi. olay yerinin fotoğrafları incelendiğinde iki kişilik yatağın üzerinde geniş bir alana yayılmış kan birikintisi var. luka, kurbanın kol, bacak ve/veya başını yatağın üzerinde bedeninden ayırmış olmalı. buz dolabının alt rafı kanlı. paketlemeden önce soğukta muhafaza etmiş olmalı. ama bu vahşeti bir yana bırakıp iki yıl öncesine dönelim. eğer kanada polisi seri katillerin önemli bir bölümünün çocukluklarında hayvana eziyet edip, öldürdüğünü aklında tutmuş olsaydı, luka’nın youtube’a yüklediği yavru kedi katliamını görür görmez harekete geçerler ve zavallı bir öğrencinin hunharca parçalanmasını engelleyebilirlerdi.işte, los angeles’teki hayvan hakkı savunucularının luka’nın bulunduğu yeri ihbar edene ödül vermesi bundan.

    yıllardır, hayvana fena muamelenin, insana yönelik şiddetin bir risk faktörü olduğunu yineliyorum. hayvana fena muamele ile mücadelenin hayvan hakkının ötesinde, bir insan hakkı olduğunu söylüyorum. çünkü hayvana şiddet gösterenin, insana şiddet gösterdiği sayısız bilimsel yayınla kanıtlanmıştır. bunu fark etmiş ve mahkûm edilmiş olmasalar bile, hayvanlara kötü davranmakla suçlanan vatandaşlarının ad ve adreslerini internet sitelerinde yayınlayan ülkeler var. hayvanlarla cinsel ilişkide bulunanların dna bilgileri pek çok ülkenin dna bankasında, tıpkı insana saldıranlarınki gibi korunuyor.

    italyan suç tarihinin en ünlülerinden vincente verzini, on iki kadını öldürdüğü kariyerinin ilk becerilerini kedileri boğarak elde etmişti. 1883’te dünyaya gelen peter kürten ya da herkesçe bilinen adıyla “düsseldorf vampiri”, her yaştan ve cinsten 50 kişiyi içeren cinayet listesine başlamadan çok önce, köpeklere, koyunlara işkence eden, onların ırzına geçen ve onları öldüren biri olarak tanınırdı. 15 yaşındaki kobe canavarı sakakibara, 11 yaşındaki jun hase’nin başını gövdesinden ayırmadan önce, kedi başı kesmiş, güvercinleri boğmuştu. 19 yaşına varmadan 5 çocuğu öldüren christine falling’in çocukluğu kedi cinayetleri ile doludur. annesini ve iki küçük kızı bıçaklayarak öldüren luke woodham, daha önce kendi köpeğini yakmıştı. 1970’lerde, uzun siyah saçlıları hedeflediğinden kadınların saçlarını sarıya boyatmasına yol açan ve bir yıl içinde altı kişiyi öldüren david berkowitz, komşusunun köpeğini vurmuş, annesinin papağanını zehirlemişti. her iki eşini öldüren richard william leonard’ın, kurbağaları ezmek ve otomobilinin motoruna kedi bağlamak gibi huyları da vardı. katil jack bassenti, köpek yavrularını canlı olarak gömerdi.

    filmlere, romanlara ilham kaynağı olan jeffrey dahmer, kedilerin iç organlarını inceledikten sonra, aynı tekniği 17 küçük erkek çocuğa uyguladı. 14 kişiyi öldüren patrick sherrill, köpeğinin de aynı zevki tadabilmesi için komşularının kedilerini çalardı. dedesini, ninesini, annesini, karısını öldüren edward kemperer, çocukluğunda kedileri ufak parçalara ayırırdı. kaç kişiyi öldürdüğünün hesabı bile bilinmeyen ana katili henry lee lucas, hayvanları da öldürür, onların cansız bedeniyle ilişkiye girerdi. boston canavarı albert de salvo, kedi ile köpeği aynı kafese koyar, aç bırakır, birbirini öldürüp yemelerini seyrederdi. daha sonra 13 kadını boğdu.
    michael cartier, 4 yaşındayken kapalı pencerelere doğru kedi yavrularını fırlatır, tavşanların bacağını kopartırdı. 11 yaşındaki andrew golden ile 13 yaşındaki mitchell johnson köpeklere işkence edip, öldürürlerdi. 24 mart 1998’de arkansas’taki okullarında 4 öğrenci ve bir öğretmeni öldürdüler. theodore robert bundy, dedesinin hayvanlara kötü davranışlarını seyrederek büyüdü. daha sonra otuz iki kadını öldürdü. bu listeyi sonsuza kadar uzatmak mümkün.

    son 40 yılda psikoloji, sosyoloji ve kriminoloji alanında yayınlanan kitap ve bilimsel makaleler, çocuk ve yaşlıları istismar edenlerle, eşlerini dövenler dahil olmak üzere, şiddet suçları işleyen kişilerin, çocukluk ve gençlik dönemlerinde, ciddi boyutlarda ve tekrarlanan nitelikte hayvanlara karşı kötü davranışlar sergilediklerini ve seri katillerin hemen hepsinin küçükken, hayvanlara işkence ettiğini, hatta öldürdüğünü gösteriyor. psikiyatri uzmanlarının bağlı bulunduğu meslek örgütleri, hayvanlara fena muameleyi, davranış bozukluğunun tanısında bir kriter kabul ediyorlar.

    --- spoiler ---

  • resim dersinden bir alan öğrenci

    anılarımı depreştiren başlık.

    ben doğuştan solağım; ancak dindar babaannem sağ olsun, günah diye sağ elimi kullanmaya zorlamış, annem bir iki karşı çıkmış ama tabi susturulmuş, babam bu durumu hiç s.klememiş (geçen konusu açıldı hatırlamıyor bile, öyle alakalı bir baba) benim de hayatım zorluklarla dolmuştu. okumayı okula gitmeden çok evvel öğrendim; ama yazmayı beceremiyordum. sol eli kullanmanın günah olduğuna ben de inandığım için yalnızken bile sağ elimi zorluyordum. çektiğim sıkıntıları bir ben biliyorum. sırf elimi kullanmayacağım diye matematik sorularını aklımdan çözüyordum, çünkü yazmaya çalışınca çok zaman kaybediyordum ya da yanlış yazıyordum. elime resmen laf geçiremiyordum. öss dahil devam etti bu alışkanlığım, kitapçık incelenince işlem sayısı az bulunur da kopya çektiğim düşünülür diye, soruları cevaplamayı bitirince artan zamanda kitapçığın sağına soluna yalandan işlemler yazmıştım, halime bak ya, ne saçmalıklar yaşadım. neticede her iki eliyle de doğru düzgün yazamayan biri oldum çıktım, neyse ki bilgisayar teknolojisi gelişti de el yazısıyla yazmaktan kurtuldum.

    düşünün iki satır yazmayı beceremeyen bu velet bir de resim yapacak. herkese eğlence olan ders, benim kabusum oldu.

    ben anadolu lisesine 5. sınıftan sonra giren nesildenim. kendince işini çok ciddiye alan bir resim öğretmenine 11 yaşındayken denk gelmiş ultra beceriksiz olarak ilk notumu almamla beraber, sonraki 7 yıl resim derslerinden kurtulmamı sağlayacak stratejiyi geliştirdim. sınıfın en iyi resim yapan öğrencisiyle anlaştım. ve tam 7 yıl boyunca ben onun kompozisyon ödevlerini yaptım, o da benim resimlerimi yaptı.

    ateist olmamın yolunu açan babaanneme bir kere, resim yapmaya zorlayan eğitim sistemine iki kere küfrediyorum.

    dişlerimi de halen sol elimle fırçalıyorum, her nasılsa dişimi hangi elle fırçaladığımı hem babaannem hem de ben gözden kaçırmışız.

  • aşırı kilolu insanların ortak özellikleri

    hayatlarındaki insanları hiçe saymaları.

    bu yazıyı ömrü boyunca hep aşırı kilolu olmuş bir babanın kızı olarak yazıyorum.

    babam benden 26 yaş büyük. babamı onun otuz yaşındaki zamanından beri hatırlıyorum. her zaman şişmandı ve her zaman hunharca yerdi. yaşadığı sağlık problemlerini şuradan yazmıştım: #68110364

    peki o bu sağlık problemlerini yaşarken, biz ailece ne yaşadık.

    lise yıllarımın sonuna kadar ben de aşırı kiloluydum; çünkü evimizde yok yoktu. her öğün için ağır et yemekleri, yemek sonrası ağır ağdalı tatlılar, her çeşit hamur işi, her akşam yemeği için mutlaka tereyağlı pirinç pilavı. salata arada kaşıklanmak için vardı, zeytinyağlılar da öyle. ıspanak yemeğinin içine bile kıyma katılırdı, çünkü babam içinde et olmayan bir şeyi yemezdi.

    beslenme alışkanlığımı düzeltmem yıllarımı aldı diyebilirim. üniversiteye gidip o evin düzeninden ayrılınca bir yılın sonunda doğrudan bir diyet yapmamama rağmen tam 14 kilo verdim, 74 kilodan 60 kiloya indim. sonradan diyet de yaparak 50-55 kg arası bir yerde kendimi sabitlemeyi başardım. ama çocukluğumdan getirdiğim kötü beslenme alışkanlıklarımla halen boğuşuyorum. an itibariyle otuz bir yaşımdayım ve şekere bağımlıyım. kilomu kontrol altında tutmaya çalıştığım için usturuplu yesem de önüme bir kilo ağır ağdalı tatlı koyun, tıkanmadan yiyebilirim. samimiyetle günün her anında içimde yeme isteği var. 6 yıl sigara kullanıp "of" demeden bıraktım; ama şeker düşkünlüğümden kurtulamıyorum. bir gün bir evlat sahibi olursam onu şekerle tanıştırmamaya yeminliyim. deneyimlerimle çok iyi biliyorum ki, damak tadı çocuklukta gelişiyor ve sonradan değiştirmek de hiç kolay değil.

    ben bunları yaşarken annem ne yaşadı ona bakalım. o hep 50 kg civarındaydı. özellikle çiğ yeşilliği ve meyveyi çok sever, tatlıdan nefret ederdi. bizim evin yeme çılgınlığında sağlığını muhafaza etmeyi bu şekilde başardı. şu an 50 yaşında, inanılmaz atletik ve güçlü. enerjisine hayran kalmamak imkansız. ben de onun beslenme alışkanlıklarını benimsemeye çalışıyorum.

    babam 40 yaşından itibaren, felç, gut, damar tıkanıklığı ve diyabet gibi hastalıklarla boğuşmaya başladı. hiçbir doktorun tavsiyesine uymayarak berbat yeme alışkanlığında ısrarcı oldu. haliyle yaşam kalitesi yerlerde. vücut sağlığını geçtim, artık mantıklı düşünüp davranamaz da oldu. nasıl anlatayım bilmiyorum, gerçekten aptallaştı. geçirdiği felcin de muhakkak etkisi var. önemli bir karar almamız gerektiğinde babama danışamıyoruz. annem bu yükü de omuzlamış durumda. hem bir sürü hastalıkla boğuşan hem de inatçılıkta çığır açan kocasına bakmak da anneme kaldı. kız kardeşim tıp doktoru, babamın en iyi tıbbi bakımı almasını sağlıyor. ben yanlarına sık gidip geliyorum; ama annem babamla birlikte yaşayan kişi olduğundan derdin en büyüğünü o çekiyor. ömrü babama bakmakla geçiyor. evlilik dediğin insanların birbirine destek olması gereken bir kurumdur. annemin hiç de iyi bir evliliği olmadığını düşünüyorum. çok güzel, çok zarif bir kadın. çocuklarını okutmuş, iş güç sahibi etmiş, hayatın ona yüklediği sorumlulukları savdıktan sonra tamamen kendi için yaşaması gereken yıllarını hasta bakmakla geçiriyor. gerçekten üzülüyorum.

    tabi işin bir de maddi boyutu var. babamın felç geçirmesi benim üniversite 2. sınıftaki zamanıma denk gelmişti. annem o sırada çalışmıyordu, sadece babamın geliri ile yaşıyorduk. felç ile beraber büyük maddi yıkım yaşadık. üniversite yıllarımda hem çalışıp hem okumak zorunda kaldım. çok zor zamanlardı.

    bütün bunları görmüş yaşamış biri olarak, şişman insanları gördükçe içim buruluyor. onların bu yeme aşkları yüzünden çocukları aileleri ne çekiyor diye düşünmeden edemiyorum. insan sosyal bir yaratık. benim hatalarımdan, en yakınlarım da etkileniyor, bile isteye hata yapmaya hakkımız yok.

    babam çok yemeseydi de alkolik olsaydı mesela, hemen hemen aynı sıkıntılardan geçerdik. aynı maddi manevi acıları yaşardık. babam çok yediği için kimse ona kızmıyor, "hasta oldu adam, vah vah" deniyor. alkolik olsa herkes onu suçlardı, ama çok yemek toplum nezdinde yanlış değil. oysa netice itibariyle aralarında çok da bir fark yok. babam da kendini bununla savunuyor, "içkim, sigaram, kumarım yok; sadece yemeye düşkünüm, ne olmuş yani?" diyor rahatlıkla.

    ne yazsam bitmiyor bu yazı, öyle doluyum ki bu konuda. babamı affedemiyorum, hastalıkları nedeniyle acı çektiğinde ona üzülsem de tam bir merhamet hissedemiyorum. yazımı okuyan aşırı kilolu biri varsa, lütfen şu sitemimi kabul etsin: inanın sadece sizin bedeniniz sizin kararınız değil. sizinle birlikte sizin yeme düşkünlüğünüz ve hastalıklarınız yüzünden acı çekecek yakınlarınızı düşünün, onlara bunu yapmaya hakkınız olmadığını kabul edin ve yeme isteğinizle yalnız baş edemiyorsanız mutlaka profesyonel destek alın. bu bir diyetisyen olabileceği gibi bir psikiyatr da olabilir. yediklerimizin uyuşturucu etkisi yapabildiğine dair şu yazıyı bırakıyorum.

    amacım kimseyi kırmak yaralamak değil, aşırı kilolu insanların yakınlarının neler yaşadığını aktarmaktı. üzdüğüm, kırdığım varsa affetsin lütfen.

  • kız arkadaşına yemek yapan erkek

    candır.

    birkaç sene evvel berbat ötesi bir işte çalışıyordum. patron tam bir ruh hastasıydı. bugün a dediğine yarın b, sonraki gün c, bir süre sonra ise tekrar a derdi. çalışanları bir ara gaza gelip işten çıkarmıştı, sadece sekreterle ben kalmıştım. hem iş yükümüz hem de kişi başına düşen patron kaprisi oranımız ziyadesiyle katlanmıştı.

    o sırada erkek arkadaşımla birlikte yaşamaya yeni başlamıştık. her gün sinir stres içinde dönüyordum işten, ama acayip parasız bir dönemdi, istifa da edemiyordum. erkek arkadaşım evden çalışıyordu, o sıra pek iş gelmediği için iki taraflı bir sıkıntıdaydık. o dönem her sabah erkenden kalkıp bana kahvaltı hazırlıyor, öpe koklaya işe uğurluyor, işten geliş saatimde ise yemek hazırlayıp şarap açıp karşılıyordu. maddi anlamda kendimizi toparlamamıza yetecek birkaç ayı o kahvaltılar, yemekler sayesinde atlattım diyebilirim.

    bir insanın başka bir insana değer verdiğini göstermesinin en zarif yolu ona yemek yapmasıdır bence. şimdiye kadar şu topluma en ufak katkı sağlamamış ataerkil kültüre övgüleri bir kenara bırakın da düşünün. karşınızdakinin mutluluğunu görmeye değmez mi?