vicdan kavramının toplumsal normlara göre oluşması

  • vicdan kavramının içgüdülere göre değil, içinde yaşanılan toplumun normlarına göre şekillenmesi durumudur. insanın psikoseksüel gelişiminden örnek verelim. 0-2 yaş aralığında (bkz: oral dönem) çocuk; etrafındaki nesneleri tanımak ve anlamlandırmak için, onları ağzına götürür. id’in hakim olduğu bu dönem, insanın en ilkel dürtülerinden biri olan beslenme dürtüsünün dışa vurulduğu dönemdir. söz konusu dürtü, evrimin bir sonucu olarak doğuştan gelir. bu demektir ki çocuk; herhangi bir öğrenme ihtiyacı duymaksızın bir şeyleri ağzına götürecektir, çünkü doğası bu şekilde programlanmıştır. daha sonra bazı şeylerin yenilip bazılarının yenilemeyeceğini tecrübe eder. bir bilyeyi ağzına atan çocuğun ebeveynleri onu durdurur, hatta kızar ve “yenmez” der. aynı durumu insan etine (bkz: kanibalizm) uyarlarsak; yetişkin bir yamyamın, insan etinin kokusunu duyduğunda ağzı sulanacaktır. çünkü ebeveynleri tarafından insan etinin tiksinç bir şey olduğu düşüncesi çocuğa aşılanmamıştır. bu durum; bir hindu’nun dana etiyle yapılmış bir yemek gördüğünde kusması kadar doğaldır. peki vicdan bunun neresindedir?

    kabile içerisindeki yaşlılara çok değer veren, ve aldıkları esirleri yiyen bir yamyam toplumunu düşünelim. bu yamyamlık, kabile üyelerine göre son derece normal bir durumdur. böylece öldürüp yedikleri esirlere karşı herhangi bir vicdan azabı hissetmezler. kurbanın çığlıkları martı seslerinden farksızdır belki de. şimdi aynı çığlıkların, ıstıraplı bir hastalık çeken yaşlı bir kabile üyesine ait olduğunu varsayalım. bu durum birçok yamyamı üzecektir. çığlık aynı çığlık olsa da, öğrenilmiş bir düşünce vardır ardında. öyle bir düşüncedir ki bu: kurbanın çığlıklarını doğal, yaşlının çığlıklarınıysa hüzünlü kılar. şüphesiz bu durum, vicdan azabının toplumsal kültüre göre şekillendiğinin bir kanıtıdır. peki ya olası bir eleştiri yapılabilir mi?

    uzun yıllar önce, henüz küçücük bir çocukken, kurban bayramında ağaca asılan keçiye karşı hiçbir şey hissetmemiştim. lakin birkaç yıl sonra daha büyük bir çocuk oldum. ve dedim ki: kim bilir nasıl da canı yanıyor, bu bir cinayetten faksız! o sıralar, islam dininde kurbanın ne anlama geldiğini yeni yeni öğrendiğimi hatırlarım. hatta kurbanlık hayvanların ne denli büyük bir kefaretin anlamını vurguladığını... ancak yine de o hayvanlara acımaya devam etmekten kendimi alamadım. bu durumda, çevremin olanca normlarına rağmen hayvanlara acıyor oluşum; “bendeki vicdan azabının kaynağı içsel bir dürtü olmalı” diye düşünmeme sebep oldu. acaba gerçekten öyle miydi? eğri oturup doğru konuşmak gerekirse, bu vicdan azabının içsel olmasını çok isterdim. lakin yine de öğrenilmişti. bunu şu şekilde açıklayabilirim: beynim içten içe dini sorgularla yanıp tutuşuyordu, ve ben asla tam anlamıyla meşrulaştıramamıştım içimde bu ritüeli. bu yüzden acıyordum kesilen hayvanlara. ve sonraları; bazı çocukların eskiden o hayvanlara acıyor olmalarına rağmen, kurban kesimi sırasında soğukkanlı davranmaya başladıklarını fark ettim. zira bu çocuklar, dini açıklamaları olanca benlikleriyle kabullenmiş kimselerdi. bu yüzden, “vicdan azabı doğuştan gelen bir dürtüdür” diyemedim. lakin keşke diyebilseydim deniz...

    gençliğimde denizde boğulan zavallı bir adam görmüştüm. daha sonra bir başka adam daha gördüm: henüz emekleyen bir çocuğa tecavüz etmiş ve çocuğun babası tarafından tekrar tekrar kurşunlanarak öldürülmüştü, ve de zerre kadar merhamet hissetmemiştim yüreğimde. zira tecavüz korkunç bir suçtu, ve de içimde; cezasını çektiğine inanıyordum bu kişinin. ben eminim ki boğulan adam da, öldürülen pislik de çığlık atmıştı son anlarında. ve de tıpkı yamyam kabilesindeki yaşlı ve esirin çığlıkları arasındaki fark gibi; ben de boğulan adamın çığlıklarında spring waltz‘ı, öldürülen adamın çığlıklarındaysa new world symphony‘yi duymuştum. birine üzülmüş, birine sevinmiştim yalnızca. hepsi bu...

    nitekim “vicdan kavramı topluma göre şekillenir” iddiası aslında tam olarak doğru değildir. “vicdan kavramı, toplumun kabul ettiğimiz normlarına göre şekillenir” demek çok daha kapsamlı olacaktır. zira ince eler sık dokur insan. istediğini alır, istemediğini bırakır yalnızca. peki neden bazı normları kabul eder, bazılarını etmeyiz? sanırım eninde sonunda, doğuştan gelen bir şeyler çıkıyor karşımıza! “suçsuz birini öldürmek kötü bir şeydir” diyorum kendi kendime, daha sonra da sevgili rodion romanoviç raskolnikov geliyor aklıma. eskiden “balta, tefeci kadın suçlu olduğu için inmişti kafasına” diye düşünsem de; “bu, raskolnikov’un bir napolyon olmak adına işlediği cinayetine bulduğu kılıfın ta kendisi” diye düşünüyorum artık. ve haklıyım! madem ki haklıyım, bu vicdan azabı da neyin nesi deniz? raskolnikov neden pişman oldu cinayetinden? bazı insanları bir napolyon, bazılarını ise küçücük bir sinek kılan şey neydi? bilmiyorum. bilmenin gerektiğine inanmasam da, seziyorum! ve söyleyeceğim: “muhtemelen toplumsal normlara göre şekilleniyor olmalı. ama sen yine de bir düşün deniz! sırasıyla...”

    (bkz: entüisyonizm)
    (bkz: septisizm)
    (bkz: nihilizm)

    madem ki kendimizden bile şüphe ettik, ancak lovecraft paklar kirlenmiş dizelerimizi! olanca alakasızlığına rağmen, bilinmezliğin karşısında “alakalı” ne söyleyebilir ki insan! heyhat: sonsuza dek var olan ölü değildir, ve garip sonsuzluklarda ölüm bile ölebilir...