vatoz

  • (birkaç hafta önce bloga ve mediuma koyduğum bir gezi yazısı).

    mantalar ve insanlar

    ufak bir kımıldayışı bile insanda hayranlık uyandıran bazı canlılar vardır: kumda süzülen bir yılan, sazlıkta sürünen bir kaplan, havada asılı kalan bir hummingbird, havada biraz daha asılı kalan bir michael jordan, moonwalk yapan bir michael jackson.. ama bence en zarifi, denizde bir hayalet gibi danseden (michael?) manta ray. namı diğer vatoz.

    neresiydi hatırlamıyorum, yıllar önce bir akvaryumda bu büyüleyici balıkları yakından görebileceğimiz söylenmişti. hatta dokunabilecektik. yok artık! koşa koşa gittik tabii. hakikaten de içeri girdiğimizde insanlar mantalarını sıvazlıyorlardı.
    fakat manzara tam bir hayalkırıklığıydı: derinliği 10 cm’yi geçmeyen bir “havuza” mantaları tepelemişler, kuyrukta bekleyen düzinelerce maymun da geçerken sırtlarına dokunup “ay hani böyle kedi dili gibi ama daha kayganından” diyor. bir fabrikanın konveyör bandından geçen vidalar gibiler…gibiyiz daha doğrusu. ben de yaptım aynısını, bu hayvanın güzelliğinin böyle tecrübe edilmeyeceğini bile bile. papağanı kafese kapamak, maymunu ağaca bağlamak bile daha az saçma.

    sonrasında bir mantaya en çok yaklaştığım an, piyasada “çakma manta”, “apaçi manta”, “çomar manta” olarak da bilinen stingraylerle beraber yüzdüğüm andı (vatoz, elektrik balığı vs…birçok çeşidi var). “beraber yüzmekten” kastım tabii ki korkudan donuna edip gerisin geri kaçmaktı, zira tam o sıralarda avustralyalı timsah avcısı steve ırving, muhtemelen fetöcü bir stringray tarafından kahpece kalbinden hançerlenmişti.

    bir mantayla stringray arasındaki en büyük fark, mantaların kuyruklarının sonunda hançer, satır, döner bıçağı olmaması. mantalar itlik serserilik peşinde değiller, okumuş efendi çocuklar. en sonunda bir iki tanesiyle yakından tanıştım, oradan biliyorum.

    endonezya hükümeti, bir mantanın ömrü boyunca ortalama 1 milyon dolar turizm geliri yarattığını hesap ettiğinden beri, bu yaratıklar altın değerinde. her yerde turlar düzenleniyor. bizi de kandırmaları uzun sürmedi, “denizde mantalarla yüzeceksiniz, sizi beğenirlerse evlerine çaya davet edecekler” dediler, 10 euromuzu oracıkta verdik (gerçi ben esnaf muhabbetini sevdiğimden, önce 3 euroya vespa kiralayıp tüm tur operatörlerini dolaştım, sonunda 8 euroya anlaştım. iki saat çalışmanın karşılığında, bir euro daha fazla harcamış oldum ve hala bu aptallığımla gurur duyuyorum).

    bu noktadan sonra her şey tam bir film klişesiydi. teknede 10 kız, 2 de erkeğiz ama diğer herif cristiano ronaldo dublörü olduğundan (veya ronaldo bu adamın dublörü, emin değilim), bana kalan tek şey, köşede bir başına esrarengiz biçimde denize bakan adam rolüydü. hakkını da verdim, benim hatunu bile görmezden geldim.

    dalış noktasına vardığımızda manzara şu: bizimki gibi 10 tane tekne var, suyun içinde de bir sürü şaşkın, herkes manta arıyor. sonra kaptanlardan biri rastgele bir yere işaret ediyor “mantamantamantamantataata” diye bağırarak, herkes oraya hücum ediyor ama sonuç hüsran.

    zaten kaptanın boyu 1.5 metre, o dalgalı denizde oturduğu yerden balina bile göremez. ama işte olasılıklar ne olursa olsun, etrafındaki herkes penreceden atlasa, hakkaten sen de atlıyorsun, koyunluk insanın içinde var. biz de hababam atladık suya ve çırpınan çinli turist bacağı dışında bir canlı göremedik. koy koy dolaştık, hep aynı hikaye.

    son bir koya bakalım dedi kaptan. burada başka tekne yok, sanki bir tek bizimkinin bildiği gizli bir yer. ağır ağır dolanıyoruz. ben köşedeki esrarengiz adam koltuğuma oturmuşum, suya bakıyorum. kaptan ne derse desin, bir daha atlamayacağım. yeterince cool davranırsam esrar puanımı, ronaldo’nun biseps ve baklava puanına yaklaştırabilirim. herkes tam umudu kesmişken, tam geriye dönerken, bir karaltı görüyorum. karaltı da beni görüyor. o an method acting kariyerimi bir kenara fırlatıp, esrarı bırakarak 6 yaşında bebe gibi bağırmaya başlıyorum “manta, manta gördüm, ben gördüm ben, heeyt be, işte orada kaptan abiii…”

    teknenin dönmesini beklemeden, paletleri bile almadan atladık suya. ölümüne bir yarış var. sanki aylardır okyanusta açız, ilk varan mantayı yiyecek. ama ben en öndeyim. muhteşem bir yüzücü olduğumdan değil, kalanların elinde gopro benzeri aletler var, onlarla yüzmeye çalışıyorlar. elleri kolları selfie sopasına evrilmiş bir grup ucube. meğer bu tekno-korkuluklar, bütün sabah bir manta görmeyi değil, bir manta gördüğünü arkadaşlarına göstermeyi beklemişler.

    karaltıyı tekrar görüyorum. yönünü değiştirmiş, bana doğru geliyor. ulan ya manta değilse? koşa koşa bilinmeyen bir yaratığın ağzına doğru gidiyorum, elimde kendimi savunacağım bir sopa bile olmadan. evrim ağacının en başarısız çıkmazlarından biri olabilirim her an. iyice yaklaşıyor. çarpışmaya 10 saniye. şakayla karışık fatiha okuyayım diyorum ama zaten başını hatırlamıyorum. kudüs’te al aksanın girişinde, müslüman olup olmadığımı test eden amcaya da okuyamamıştım başını, mırıldanmıştım, adam hasbinallah çekip beni geçirmişti. 5 saniye. maskemi takıp “ya allah, ya darwin, ya jacques cousteau” diyerek dalıyorum ama zamanlaması harika olan bir dalga yüzünden anında su yutuyorum. karaltı bana dokunarak yanımdan geçerken ben suyu kusmakla meşgulüm. birkaç saniye sonra arkamdaki kalabalıktan sevinç çığlıkları, muhtemelen sopalarından da deklanşör sesleri yükseliyor. koca grupta tek bakire ben kaldım. bir daha ne ara rastlarız ki bir mantaya? kös kös dönüp paletlerimi takıyorum.

    fakat şansına manta koydan ayrılmıyor, insanlardan da korkmuyor. etrafı turlarken birkaç arkadaşı daha katılıyor. ve sonunda beraber yüzmeye başlıyoruz. sanırım elimde telefon, gopro, profesyonel ışık seti ve instagram serverlerı olmadığı için, bir çocuk gibi kendimi kaybetmem kolay oldu. yarım metre altımda, genişliği 3 metreyi geçen mantayla beraber “kanatlarımızı” çırpa çırpa gezdik. bir yana doğru dalışa geçtiğinde, ben de açık kollarımı o yana doğru eğip, sortiye geçen pervaneli uçak sesi çıkarıyordum. bir süre sonra, karşıdan gelen bir diğerinin yörüngesine giriyor, biraz da onla “it dalaşı” yapıyordum.

    bu mükemmel anlar kısa süreliydi tabii, zira çok geçmeden hıyarın teki gelip mantayla selfie çekmeye çalışarak su güzel ortamı bozuyordu. yahu ben bu selfie olayının daha su üstündeki haline alışamadım, millet su altını da istila etmiş. mars kolonisi kurulsa, içme suyundan önce selfie sopası götürürler ilk kargoyla.

    yine bir film klişesi olarak, herkes tekneye dönerken ben hatunla son bir tur atayım dedim ve çok geçmeden ağır ağır salınan bir manta gördük. dibimize kadar geldi, durdu ve suyun içinde arka arkaya 3 kere ters takla atıp gitti. bizim kıza mı yazıyordu, su yüzeyine yakın planktonları mı yiyordu, tam anlamadım ama özel bir andı. manta gözden kaybolduğunda elele tutuştuğumuzu farkettik, birbirimizin gözlerinin içine bakakaldık. ben bu romantizmi daha fazla kaldıramayıp işemeye başladım. o ise elimi bırakmadı. belki de böylesi daha romantikti.