unutulmayan garip arkadaşlar

  • üniversitede yurt hayatı bence her öğrencinin keşfetmesi, yaşaması gereken bi ortam. 72 milletten delisi, dahisi, manyağı, sapığı v.s. hepsi orada. hayatınızın hiçbir döneminde yaşayamayacağınız tecrübeyi, yurt ortamında yaşarsınız. ha "bu tecrübe, bir sürü deliyle muhatap olmak gerçek hayatta ne işimize yarayacak?" diye soracak olursanız siz de haklısınız.

    bu tanıdığım delilerden biri de serdar'dı. üniversite yurduna gittiğim ilk gün eşyalarımı o sikik dolaba yerleştirirken uykusundan uyanıp "noooluyo ya takır takır? sen kimsin lan?" diyerek karşılayan ilk adamdı serdar. ben liseden çıkıp gelmiş tavuk götü gibi parlak suratlının tekiyken serdar kocaman adamdı. bir iki hoşbeşten sonra tıp okuduğunu öğrenmiştim. sevinmiştim, iyi doktor olacak adamı buldum, gurbet eldeyiz sonuçta "yanlarım ağrıyo", "şştt şu okuldan bi serum kap gel de akşam takılırız", "kanka şu süre olayını nasıl 10 dakikaya çıkarırız?" gibi sorularla darlarım adamı diye. serdar'ın üniversitede 6.senesinde ve 2.sınıfta olduğunu söylemesine rağmen "dr. serdar yılmaz" diye kart bastırmış ve hemen elime tutuşturmuştu. "alla alla ne ayak lan bu?" sorusu daha ilk günden aklımda yer etmişti.

    ilk günkü doktor bulma sevincim ilerleyen günlerde yerini derin düşüncelere bırakmıştı. serdar ilk önce geceleri yarım parmaklı eldivenleri ve beresini giyerek dışarı çıkmaya başladı. sabahları gelir direkt yatardı. sonraları sabahları da gelmemeye başladı. günde 1-2 saat görürdüm, duş alıp artık giymekten yoluk yoluk olmuş eldivenlerini takar, yine giderdi. hiçbir soruma cevap vermezdi, hep çok acelesi vardı.

    gel zaman git zaman farklı arkadaş çevresi oluşturmuştum ama aklımda hep aynı soru; "bu serdar ne ayak lan?". sonra bir gün belli bir samimiyet seviyesine gelen her erkek arkadaş grubunda olduğu gibi "kantır atak mı?" sorusu soruldu. tamam dedik gittik. internet kafeye girer girmez onu gördüm. bilgisayar başında sandalyede ağzını ayırmış uyuyordu. karşısında adını bilmediğim garip bir oyun. evet tıp fakültesi 2.sınıf öğrencisi koskoca dr. serdar yılmaz'dı bu. usulca sokulup adisyonuna baktım (o zamanlar internet kafelerde adisyon açılırdı). saat 7'de açılmıştı adisyon. saate baktım 7.10'du. 10 dakikada nasıl ağzı açık uyuyup kalmıştı bilgisayar başında? 3 de tost yemişti hayvan. sonra sordum ki bizim dr. serdar yılmaz meğerse 24 saat 10 dakikadır internet kafedeymiş. bir anda kendimi serdar'ın velisi gibi hissettim, kulağından tutup "yürü lan yurda sınavda bu oyundan mı soru soracaklar?" demek istedim fakat sonra ağzımı, yüzümü kırar diye vazgeçtim. "serdar?" dedim, sandalyeden doğrulup oyuna devam etti yüzüme bakmadan. o anki hayal kırıklığımı tahmin edemezsiniz. kıl dönmesi olsam tıp okuyor diye güvenip götümü açıp göstereceğim serdar'ın o halini görünce. içimden "anlayacağını bilsem suratına tükürürdüm ama ondan da anlamazsın ki sen!" deyip hüzün içinde kantır başına döndüm.

    aylar geçti, bu hüzün yerini tamamen taşağa bırakmıştı artık. dr. serdar yılmaz, internet serdar'a evrilmişti. yeminle kafedeki bilgisayarlar ondan daha fazla dışarı çıkıyordu kafeden. en azından tamire falan götürüyorlardı. sonra eve çıktım, yollarımız ayrılmıştı ama hep aklımdaydı serdar. sonuçta ilk göz ağrısı. geçenlerde internette dolanırken "türk beyin cerrahı amerika'da göğsümüzü kabarttı" haberine tıkladım. "prof. dr. serdar yılmaz..." ile başlıyordu haber. gözyaşlarıma engel olamıyordum, biliyordum çünkü herkesin taşak geçtiği internet kafede uyurken yüzünü boyadığı serdar'ın içindeki cevheri ben biliyordum. ilk gün verdiği ve hep sakladığım kartını çıkardım. öpüp göğsüme bastırdım. insan gururlanıy... şaka lan şaka arkadaşa sordum geçen aklıma geldi de "o mal naptı hiç biliyon mu?" diye. okulu bırakmış, internet kafede işe girmiş hem de bilgisayar olarak. yok lan yok onda o zeka ne arar sandalye olmuş.