unutulmayan üşüme anları

  • dondurma fabrikasın da çalışıyorum - 40 derece de.

    siz de buraya yazın üşüdük fln diye :)

  • 2008 ankara kışı sabah saat 08:30 civarı. tarih net olarak aklımda değil. ama net olarak aklımda kalan şeyler var.

    1- jandarma istihkam inşaat grup komutanlığı içtima alanındayız.
    2- başımızda üşümeyen götveren bir üstteğmen var.
    3- hissedilen sıcaklık -60 (evet amk ben öyle hissediyorum)
    4- kulağımda ve elmacık kemiklerimde soğuk nedeniyle oluşan çatlaklardan akan kan.
    5- "üşüyor musunuz lan yoksa ?" diye ortada dolaşan yarbay rütbeli bir grup komutanı.
    6- tahminen soğuktan hayatı sikilmiş 600 kişi
    7- babel
    8- crouch

    hepinizin amına koyim.

  • geçen sene ekim ortaları, edremit 19. motorlu piyade tugayı'nda 21 günlük askerliğinin 10 gününü revirde hastalıktan kırılarak geçiren küçük kardeşimin yemin törenine gittik. edremit öğretmen evi'nde yer ayırtmıştık. kardeşimin eski kız arkadaşıyla aynı odada kalıyoruz, tüm bedelli asker aileleri aynı gün yola düştüğü için yolculuğumuz saatler sürmüş, yorgunluktan lensimi çıkaramıyorum artık. odada iki petek var ama ikisi de yanmıyor, hava buz. aşağı inip neden bu zemheride kaloriferi yakmıyorsunuz birader diye soramayacak kadar bitiğiz. dolaplarda ne kadar yedek battaniye varsa paylaşıp yattık. ben o gece üşüdüğüm kadar hiç üşümedim. ki ben hep üşürüm. zannedersin dağ başında, kurt ulumaları arasında, 150 tl'ye alınmış quechua çadırda kuru zemin üstünde saten gecelikle uyumaya çalışıyorum. sabaha karşı hipotermiden bilincimi kaybetmek üzereyken kalktım hareket edip hayata tutunmak amacıyla. kardeşimin kız arkadaşı karşı yataktan "sana kötü bir haberim var" diyerek tepedeki klimayı gösterdi. odada klima varmış meğer. ama akdenizli olmadığımız için klima zihnimde sadece serinlemeye yarayan bir şey olarak kodlu ve yemin ederim ki önceki gece o klima orada yoktu. algıda seçemeyicilik sonucu tam bir keriz donması yaşadım.

  • 2015 kışı... yer istanbul.

    o dönem maddi olarak zor zamanlar geçiriyoruz. babam doğalgaz faturasını ödeyememiş. bu sebepten 1 ay elektrik sobası ile idare etmişiz. sonra elektrik faturası da yüksek gelince onu da ödeyemeyince elektriğimiz kesildi.
    birkaç gece küçük tüp ile idare ettik, gaz lambası hafif sıcaklık veriyordu odanın soğuğu kırılıyordu. biz battaniyelerin altında daha az üşüyorduk.
    babam: " kimseye muhtaç olmadan bunları atlatacağız." dedi. ben okuyorum, part-time çalışıyorum gece geç saatlere kadar çalışıp anca boğaza yetecek kadar para kazanıyorum. kirayı bile zor denkleştiriyoruz. elektriği o ay da açtıramadık.

    kış da baya bir sert vurdu o sene istanbul'a ya da biz öyle hissettik bilmiyorum. babam gece böyle idare edemeyiz diye elektriği kaçak olarak akşamları bağlamaya başladı. gündüz saati sökmesinler diye de elektriği bağlamıyordu. gündüz yine soğuktu ev.
    1 ay falan böyle idare ettik.

    bir sabah uyandım. hava buz gibi. ben de okula gitmek için battaniyenin altından çıkmak istemedim. çok soğuktu ev. dedim ki içimden "okul daha sıcaktır, orada ısınırım." hazırlandım tam dışarı çıkacağım...diğer odada battaniyenin altından annem seslendi: "nereye gidiyorsan beni de götür, burada çok üşüyorum."

    annemin o sözlerini asla unutmayacağım. aylarca üşümem, mum ışığında ders çalışmam, gece ikilere kadar para kazanmak için uğraşmam, soğukta duş almam falan bile bu kadar zorlamamıştı beni. o an "ya bırakırsam soğuktan başına bir şey gelirse?" diye düşünmüştüm. o gün evden ayrılmadım, onu yalnız bırakmadım.
    daha sonraları da geceleri çalıştığım için sınavlara hazırlanamadım, devamsızlık da olunca okulda kaldım.

    sonrasında da okulu bırakıp işe girdim, babam okula devam ettiğimi sanarken ben çalışıp eve katkı sağlama çalışıyordum. ama üniversite okumak istedim ve tek başıma zar zor hukuk kazandım. zar zor okudum, zar zor 3 yılı tamamladım. şimdi 4.yılıma başlayacağım.

    emin olun şimdi ayakları üzerinde sapasağlam duran çok güçlü bir kadınım.

  • sene 2005, ocak ayının 18’i .. yağmur yağıyordu zincirlikuyu mezarlığında babaannemi yolcu ederken.. montum, pantolonum, ayaklarım ıslanmış ama üşümüyordum. ta ki geri dönüş yoluna kadar.

    istanbul çıkışında hafiften kar yağmaya başladı. tatlı tatlı yağıyordu aslında, mesafe kısalmıyor, trafik sıkışıyor ve kar şiddetini artırıyordu.

    zar zor eskişehir’e kadar gelebildik. yolda ters dönmüş jipler, yan yatmış kamyonlar vardı. artık korkmaya başladım çünkü bir gece önceden uyumadan yol gelmiş, 1 saatlik uykuyla geri dönüyorduk. çok geçmeden trafiği başka yola verdiler çünkü anayolda kaza olmuş. kardan öbekler olan bir yolda ilerliyor tüm araçlar. alttan takır tukur sesler geliyo annem panik olmuş durmadan konuşuyor benim kafa ambele.

    anayola çıktık anında polis durdurdu. zincirsiz geçirmiyor, yol jilet. bir benzinlikte zincir taktırıp tekrar yola koyuluyoruz ki aynı yerde polis yine durduruyor.
    -yol açılmadan salamam.
    -??
    geri benzinliğe dönüyoruz. biraz uyuyalım, o sırada yol açılır devam ederiz diye düşünüyoruz. hala üstüm nemli tabi. annem babam arkada uyuyor. ben donuyorum.. saat 6 ya kadar bacağıma giren kramplardan uyuyamıyorum. tam dalıyorum kramp, tam dalıyorum titreme.

    gün ağarırken camı tıklatıyor biri..
    -çay hazır.
    -çay mı hazır?
    evet artık donarak ölecektim, hayal görüyordum biri beni sıcacık çayla kandırıp, indiğim anda sivri buzları saplayarak öldürecekti.

    yok yahu hayal değilmiş benzinlik marketindeki abi çay yapmış, tazecik simit gelmiş onları hazırlamış, kaşar peyniri kesmiş bizi çağırıyor. hayatımda yaptığım en güzel kahvaltıydı işte o.

    o yıllarda eskişehir’in çıkışında opet’te çalışan abi sen ne kral adamdın be..

  • aylardan kasım.
    yer: düzce'nin melen deresi yanı.

    sonbaharın son günleri derenin kıyısında dört arkadaş rakı sofrasını kurup alem yapıyoruz. arabanın bagajında tabureden tut, piknik tüpüne kadar herbir şeyimiz var. yalnız sofrayı kurduğumuz yer de derenin hemen kıyısı. iki metre mesafe var suya. yemyeşil ormanlık bir alan. arkadaşlar ''dereye yakın olsun, hem içeriz hem şırıl şırıl su sesi dinleriz'' dedi.

    peki dedik, oturduk taburelere çekiyoruz kafayı. çekerken arkadaşın biri panda yavrusu gibi birden tabureden yuvarlanmaya başladı. lannnnnn dedi, hoppp dedi, hıg mıg falan gitti düştü dereye mal.

    dere de akıntılı olunca sürükleniyor bu. laannnnn diye bağırıyor giderken. kankisi samet de ''dönmezse ön koltuğa ben otururum ha'' diyor. öyle rahat. baktık bu harbiden gidiyor. kalktık taburelerden koşmaya başladık. adamı kıyıya çekeceğiz ama önümüzde çalılar var, o sürükleniyor biz koşuyoruz. biz koşuyoruz o gidiyor. '' dayannnnn '' diye bağırıyoruz peşinden. çalılar bitince geldi kıyıya yüze yüze, titriyor adam. neredeyse hipotermi geçirecek. yanaştığı yer de biraz yüksek yer olunca tutup çıkarmamız lazım. çıkarmayın diye bağırıyor samet ''ön koltuğa ben oturacağım kalsın'' diyor.

    yahu sus deyip elimi uzattım. küt beni de suya çekti. uvv hakket buz gibi su. ayağımın altından toprak kayınca sarıldık suda dans ediyoruz. 1 dakika kadar çırpındık ama yok böyle soğuk. çiftleşen leylek gibi çenemiz şakıyor. meme meme metin sakin ol dedim. çıçı çıkarın beni burdan diye bağırıyor. metin sakin falan, çıkarınnn ölüyorum diye inliyor.

    neyse, kıyıda kalan arkadaşlar elele tutuşup teker teker bizi kıyıya çıkardı. çıktık çıkmasına ama su soğuk olunca ve elbiseler de çamur olunca hemen küçük bir ateş yakıp hem elbiseleri yıkayıp kurutalım, hem de ısınalım dedik.

    sağ olsun çetin çalı çırpı toplayıp ateş yaktı. samet de bildiğimiz samet, o uzakta kalan içki masasına tekrar gidip içiyor. biz de metin'le beraber elbiseleri komple çıkarıp derede yıkadıktan sonra ateşin yanına vardık. ısınırken leylek gibi hâlen şakıyoruz. avava avava çenemiz istemsiz bir şekilde titriyor. ıslak elbiselerden kurtulup ateşin yanında külotla duruyoruz. altımızda sadece boxer var. hemen yandaki küçük kaya parçasına da şak şak kot pantolonu vurup kurutmaya çalışıyorum. suları süzülürse hemen kurur biliyorum. hem titriyorum hem de hareketli olup vücut ısımı arttırmak için pantolonu taşa vuruyorum. metin de önümdeki ateşin yaninda çıplak bir şekilde eğilmiş o da titreye titreye elbisesini çitiliyor.

    kot pantolonun bel kısmını da taşa vurup kurutmak için kemeri çıkartayım dedim. güzel tokalı bir kemerim var parçalamasın. tam kemeri çıkardım ki ''ohaaaa, ohaaaa'' diye bir ses geldi.

    yerde eğilmiş vaziyette duran metin sesin geldiği yöne doğru kafasını çevirdi. avava avava durmuyor ağzı. ben elde kemerle şok bir vaziyet sese doğru döndüm.

    ''nabıyonuz lan siz'' diyen tüfekli üç adam.
    ormana ava çıkmış adamlar.

    şöyle bir kendimize baktım da gel de durumun izahını yap. külotla yarı çıplak bir vaziyet elde kemerle duruyorum, önümde de yine külotla domalmış ağzı titreyen bir adam var. bi kemere bi metine bakıyorum, metin hâlen avava avava yapıyor. eheh abi dedim, yani olay sandığınız gibi değil, biz çamaşır yıkıyoruz burda dedim.

    adamlar birbirine bakmaya başladı. biz titriyoruz. sonra tekrar döndüler, metinle horon çeker gibi titremeye devam ediyoruz, bakıyo dayılar. sonra hep bir ağızdan "siktirin gidin lan burdan" diye bağırdılar.

    o seslere çetin ve samet de içki sofrasından kalkıp geldi. hayırdır dayılar dedi samet, adamlar ellerini kaldırıp bizi gösteriyor. biz yarı çıplak titriyoruz. sonra böyleyken böyle bu salaklar dereye düştü falan olay tatlıya bağlandı...

    ulan ne gündü. hayatımda o kadar üşüdüğümü bilmem. giydik elbiseleri gittik. ön koltuğa samet'i oturtmadık ameke.

  • erzurum'da termometreler -45 dereceyi gösterirken tutulan 3-5 nöbetidir.

    aynı günün sabahına gazinoda oturuyorum, belgesel izliyorum. belgeseli sunan vatandaş kuzey kutbu'na yakın bir yerler için "-52 derecelik ultra soğuk bir gündeyiz. bunlar ölümcül derecede soğukluklar." dedi. ulan dedim arkadaş kadere bak. herif 7 derecelik fark için ne tafra yaptı...

  • yıl 2007

    yer: sıhhiye trt çevresi.

    yaklaşık 1.5 saat ayakta bekledim.

    sıcaklık sabaha doğru -32 idi.

    trt'nin oradaki termometrenin yalancisiyim.

  • yer: kyoto/japonya

    sıcaklık: -5 derece

    o zamanlar ingilizce öğretmenliği yaptığım okul evimden 17km. kendim de öğrenciyim ve benim okulumun son ders saatinin bitişiyle, öğretmenlik yaptığım okulun ilk ders saatinin başlangıcı arasında sadece 1 saat var ve eğer toplu taşımayı kullanırsam (2 vesait değiştirerek) işe yarım saat civarı geç kalıyorum. bisikletim ise yol bisikleti ve 17km'yi 1 saatte alabiliyorum. bu nedenle işe bisikletle gidip geliyorum.

    yine böyle günlerden birinde, soğuk bir aralık ayında işten çıkmışım, eve bisikletle döneceğim. dışarıda müthiş bir kuru soğuk var ve esen rüzgarla etkisi defalarca kez artıyor. o kadar soğuk ki, deli gibi pedala asılmama rağmen hala zangır zangır titriyorum. bisikletle giderken yüzüme vuran rüzgarın jilet gibi yüzümü kestiğini hissedebiliyorum. yanıma da eldiven almayı unutmuşum, ellerim artık bir süreden sonra soğuğu hissetmemeye başlıyor, sadece garip bir ağrı var. aslında bir saatten az süren, benim ise ömrümden ömür götüren o işkence gibi yolun sonuna doğru karnımın acıktığını fark edip evimin yakınlarındaki bir mcdonaldsa uğruyorum. siparişimi veriyorum, kasiyer ücreti söylüyor. cebimde bozukluklar var. elimi cebime atıyorum ama ellerim kürek gibi, parmaklarımı oynatamıyorum, uyuşmuşlar. elimi geri çekeyim derken madeni paraların bir kısmı yere düşüyor. eğilip yerden almaya çalışıyorum, fakat parmaklarımı her ne kadar uğraşsam da hareket ettiremiyorum. birkaç başarısız denemeden sonra pes edip, diğer elimi kağıt para olan diğer cebime sokup, forklift gibi bir hareketle kağıt parayı çıkartıp güç bela uzatıyorum. sipariş ettiklerimi alıyorum, madeni paraları yerde öylece bırakıp çıkıyorum.

    o gün kendimi eve nasıl attığımı hatırlamıyorum. öyle ki, anahtarı cebimden çıkarıp kapıyı açabilmem bile 5 dakika civarı sürüyor. kaskatı kesilen ellerim ve ayak parmaklarım sıcacık eve girince çözülüp müthiş bir şekilde zonklamaya başlıyorlar ve ayak parmak uçlarımdaki hissizlik yaklaşık 3 gün boyunca kaybolmuyor.

    işte öyle bir soğuktu yediğim.