the velvet underground and nico

  • the doors'un ilk albümü hakkında birkaç kelam ederken (#93042074), 1960'ların ruhuna bir miktar değinmeye çalışmıştım. aslında 1950'lerden itibaren abd'de şahit olunan tüketici toplumu elbette bir grup genç tarafından sert bir şekilde eleştirildi ve bir tepki olarak tüketimin zıttı olarak içe dönüş temalı, materyalizmden uzak bir inanç sistemi dönemin gençlerinin bir kısmı tarafından benimsendi. uyuşturucu da bu kültürün bir parçası oldu. güneşli los angeles'ın hippileri marijuana ile gerçeklikten uzaklaşmaya çalışırken, new york'ta bambaşka bir atmosfer vardı. elektrik ve su kesintileri, isyanlar, grevler derken, daha karanlık bir ortamın içindeki new york'un uyuşturucu tercihi batı yakasına kıyasla daha tehlikeli olan eroin oluyordu. los angeles, sevgi ile dünyayı değiştirmeye çalışırken, new york, sanki var olanı kabullenmiş ve bununla yaşamaya çalışır bir hava yansıtıyordu.

    tüketim toplumuna verilen tepkilerden bahsederken pop art'ı da unutmamak lazım. uzun ve yorucu iki savaş sonrası artık parası cebinde kalan ve nüfus olarak da artmakta olan amerikalıların daha fazla ürün almasını teşvik etmek için reklam sektör oldukça büyük endüstri haline gelmeye başlamıştı. ayrıca bir ürünü sadece bir şirket sunmuyordu, aksine üreticiler arasında tam bir rekabet ortamı vardı. bu rekabet farklı firmaların ürünlerinin reklamlarında da belli oluyordu. artık ürünlerin etiketlerine, gazete ilanlarına, billboard'lara asılan afişlere daha çok önem veriliyor, her şey daha cafcaflı olmaya başlıyordu. sanat da buna kayıtsız kalmadı ve bu ürünlerin, etiketlerin, tüketimin aslında birkaç adım geriden bakınca ne kadar saçma durduğunu göstermek için, görsel sanatlarla uğraşanlar eserlerini sanki bir reklam afişi haline getirdiler. bu sanatçılardan en bilineni de andy warhol oldu. warhol, pop art eserleri ile kazandığı parayı tekrardan sanata yatırıyordu. nasıl hippie'ler batı yakasında kendi komünlerini kuruyorlarsa, warhol da kapısını tüm sanatseverlere açtığı "fabrika"sını kurdu. en avangardından filmler kaydetmeye başladı. aynı zamanda amerikan kültürünün en önemli simgelerinden rock'n'roll da toplumsal değişimlere ayak uyduruyordu. yavaş yavaş, ana akımdaki müzisyenler de dahil olmak üzere, daha derin ya da daha politik şeyler sözler tercih ederken, müzikte de klasik rock'n'roll formlarının dışına çıkmaya başlıyorlardı. warhol'un fabrikasının kapısı da zihni açık müzisyenlere açılmıştı. bu kapıdan giren en önemli grup da the velvet underground oldu.

    the velvet underground, 1964'te müziğe daha çok rock'n'roll penceresinden bakan ama yeniliklerden de pek çekinmeyen lou reed ile üniversitede müzik okuyan, bu nedenle müziğin teorisi ile daha çok ilgilenip, müziğin sınırlarının nasıl aşılabileceğini düşünen john cale tarafından kuruldu. ikilinin gitmek istediği sıradışı yol, andy warhol ya da dönemin new york sanat atmosferi ile uyumluydu. mesela the twist gibi dans şarkılarının ya da surfin' bird gibi kuşlu, böcekli şarkıların liste başı olduğu o dönem reed ve cale, ana akımla maytap geçmek için the ostrich diye single yayınlamışlardı. popülariteye yönelik bu ironik bakış da pop art'ın felsefesi ile çok uyumluydu. gruba daha sonra reed'in arkadaşı sterling morrison katıldı. gruba dahil olan en son isim maureen tucker oldu ve the velvet underground'ın en bilinen kadrosu yerine oturdu. kısa bir süre sonra yenilikçi müzikleri ve reed'in şiirsel sözleri ile new york'un resmini çizen grubun yolu warhol'la kesişti. elbette warhol grubu çok sevdi. hatta ve hatta müzikten anlamamasına rağmen ilk albümünü kaydetmek isteyen gruba prodüktörlük yapacağını söyledi. yalnız bir şartı vardı.

    nico, ikinci dünya savaşı'ndan kısa bir süre önce köln'de doğmuş, köln savaş sırasında deli gibi bombalanınca berlin'de çocukluğunu geçirmek durumunda kalmış bir alman kızıydı. büyüyünce duru güzelliği ile dikkat çekti ve önce almanya'da, daha sonra da amerika'da modellik yapmaya başladı. tabii ki güzelliği film yönetmenlerinin dikkatini çekti. sadece yönetmenler mi? aktörler de bu karizmatik kadının etrafında pervane olmuşlardı. ama kazalar da olmuyor değildi. 1962'de nico'nun ünlü film yıldızı alain delon'dan bir oğlu oldu ama delon, çocuğu asla kabul etmedi. yönetmenlere geri dönelim. warhol, kendini deneysel filmlere verdiği 1960'ların ortalarında nico'yu keşfedip, onu filmlerinde oynatmaya başladı. ikilinin dostluğu da gitgide pekişti. nico, bu dönemde şarkıcılığa da heves etmişti. ancak kalın sesi ve ağır alman aksanı ile bu işin olma ihtimali biraz zordu. warhol, arkadaşı nico'ya bir kapı açmak için the velvet underground'ı kullanmaya karar verdi. warhol, underground'ın ilk albümüne arka çıkacaktı ama karşılığında nico da gruba dahil olacaktı. bu öneri grup için hiç cazip değildi. hiç tanımadıkları, bırakın avangard rock'ı, müzik ile pek bir ilgili olmayan bir modeli gruba almak akıl karı değildi. ama bir yandan da bu teklifi kabul ederlerse ilk albümlerini yapmak için plak şirketlerinin kapısında sürünmeyeceklerdi ve de warhol'un adını kullanmak onlar için bedavadan reklam olacaktı. grubun karşı teklifi şu oldu: proje "the velvet underground and nico" olarak piyasaya sürülsün. anlaşma sağlandı.

    albüm 1966'da kaydedildi ama plak şirketi verve records'u memnun etme çabaları ve yasal bir takım sorunlar derken çıkması 1967'yi buldu. bu önemli çünkü bu albüm 1967'de çıkan bir sürü dikkat çekici saykodelik rock albümlerinden biri olarak kategorize edilse de aslında velvet underground, daha o albümler çıkmadan sınırların ötesinde bir müziği çoktan kaydetmişlerdi. aslında baktığımızda albümün kaydı çok temiz değil. arada cızırtılar ve boğultular gelse de bu defoların velvet underground'un şarkılarındaki karanlığı ve garipliği desteklediği ve bunun albüme özel bir hava kattığı görüşündeyim. keza nico'nun da muhteşem bir vokal olduğunu söylemek çok güç ama onun alışılmışın dışındaki sesi albüme farklı bir lezzet katıyor. bir şekilde avantaja dönen sıkıntılar bir kenara, albümde gerçekten çok sağlam konu başlıkları ve çok iyi sözler var, klasik rock enstrümanlarının yanı sıra keman, piyano ve perküsyonlar çok kilit yerlerde başarıyla kullanılıyor, büyük ölçüde besteler iyi. reed'in kendine has sesi daha ilk albümde kendini gösteriyor. bence iyi bir vokalist reed. albümün gitarları da bence çok iyi. üst üste gitar soloları ile dinleyiciler delirtilmiyor ama hem reed hem sterling morrison, yeri gelince sağlam bir rock gitaristi gibi, yeri gelince de gitardan çıkabilecek en garip sesi çıkaracak kadar yaratıcı performanslar gösteriyor. cale, bas gitarist olarak çok dikkat çekmiyor ama keman ve piyanoda yaptıkları "rock müziğin çehresi nasıl değiştirilir?" dersi gibi. tucker ise eğer insanın içinde heyecan varsa basit ritmlerle bile şarkılara ne kadar güçlü bir iskelet verilebildiğini gösteriyor. albümün havasının dönemdaşlarından çok farklı, daha sanatsal, daha gizemli, daha gerçekçi olması, hem satışlarının az olmasına hem de çok fazla eleştiri almalarına neden oldu ama kısa zaman sonra en baba rock grupları bile hapsoldukları klişelerden kurtulmaya başlayınca, velvet underground'un öncülüğünün değeri geç de olsa anlaşıldı.

    albümün en kült özelliği olan kapağına da değinmeden olmaz elbette. albümü bilmeyen biri bile muzlu kapağa bir yerde denk gelmiştir. kapakta grupla ilgili hiçbir şey olmayıp, sadece andy warhol yazması bir kere çok acayip bir olay. hatta albüm kapağının arkasında da the velvet underground ve nico kadar büyük bir fontla "produced by andy warhol" yazar - ki müzikle pek bir alakası olmayan warhol elbetteki stüdyoya girip prodüktörlük yapmamıştır. grubun da bundan çok hoşnut olmadığını okumuştum. ama adı sanı belli olmayan bir gruptansa bir sanat duayeni andy warhol'un adının öne çıkarılmasının da kendi içinde tutarlı bir mantığı var. albümün ilk basımlarında muzun sapının yanında "yavaşca soy ve gör" yazar. gerçekten de muz kabuğu soyulabilmektedir ve bunun altından pespembe bir muz çıkar. tabii bunlar hep cinsel göndermeler. albümdeki cinsel konuları düşününce de bu fikir sansasyonel olmanın yanı sıra albümün kapağının da aslında bir anlamı olmasını sağlıyor. bu arada albümün iç kapağında the velvet underground hakkında medyada çıkan haberlerden kesitler var ve bunların bazıları grubu aslında sert bir şekilde eleştirmekte. bu da ilginç bir tercih elbette. grubun dürüstlüğünün yanı sıra, piyasayı nasıl ortadan ikiye böldüğünün de güzel bir simgesi. son olarak da albüm kapağında nico'nun yanına "vocals" yazması yerine "chanteuse" yazmasını çok cool buluyorum.

    sunday morning , bir müzik kutusu havasında albümü açıyor. çok ilginç bir tercih olduğunu söylemek gerek çünkü albüm boyunca cinsellik, uyuşturucu, şiddet gibi ağır temalara değinilmeyecekmişçesine yumuşacık bir başlangıç bu. bu bir tesadüf değil. plak şirketi tarafından "albüm fena değil de single lazım" dendiği için özellikle yazılmış bir şarkı bu. müzik kutusu havasını veren piyanomsu enstrümanı john cale çalmış. fikir de ondan çıkma. bu nedenle şarkının künyesinde besteci olarak adı da geçmekte. müzik kutusuna ek olarak şarkının ikinci kıtası ile birlikte vokale yedirilen eko şarkının hayal gibi atmosferine katkıda bulunuyor. albümün kolay dinlenecek şarkılarından biri, belki de en kolayı. şarkının akor düzeni, ritmi, vokal tarzı daha sonraki velvet underground şarkılarının bazılarında karşımıza çıkacak. özellikle stephanie says'i bu şarkıya çok benzetiyorum. sonlara doğru daha çok öne çıkmaya başlayan ve yine cale'in çaldığı keman ve nico'nun geri vokali de dönemin popüler müzik tarzlarından barok poptan etkilenmiş gibi duruyor. tüm bu yumuşaklığa rağmen söz olarak baktığımızda çok da pozitif bir tablo yok. büyük ihtimalle hızlı ve yorucu geçen bir cumartesi gecesi sonrası pazar sabahı hayatı ve boşa geçen zamanı sorgulayan bir karakter var karşımızda. "velvet underground pop yapsa nasıl olur?" sorusunun cevabını zevkle aldıktan sonra gerçek vu'ye geçme vakti.

    derler ki 60'larda, 70'lerde new york'ta belli bir saatten sonra ya da saatten bağımsız olarak belli bir yerlerde gezmek çok kolay değilmiş. vega 'nın da dediği gibi "sokaklar tekin değil". bunu müzikal olarak güzelce anlatan şarkılardan biri i'm waiting for the man. proto-punk demek için biraz erken olabilir ama gitarındaki kendine has cayır cayır distortion'ı ile, aynı ritmde gürültülü bir şekilde ilerleyen ritm gitar ve tucker'ın gürül gürül davulu ile, bir de karanlık sokakları anlatan sözleri ile bir iggy pop and the stooges şarkısı gibi. şarkının sözlerini çok seviyorum çünkü dinleyicinin kafasında bir film oynatmayı başarıyor. elinde parası ile hafif ürkek bir genç, oradan buradan ona laf eden insanlar, o sırada çıkıp gelen, geç kalmış ama bunu umursamayan, siyahlar içinde bir uyuşturucu satıcısı, enjekte edilen uyuşturucu, geçip giden ama etrafta neler olduğunu umursamayan insanlar. şunu da belirtmek lazım, şarkı uyuşturucuyu ne kötülüyor ne de onu övüyor. yapmak istediği şey new york'un o dönemki ruhunun resmini çizmek. bunu da sadece betimleyici sözlerle ve oldukça basit bir şekilde yapıyor. alt kültürü anlatan sözleri ile dinleyiciye yenilik getiren grup, çalması oldukça basit müziği ile de birçok genç müzisyene ilham vermişti. bu şarkı da bu durumun en güzel örneklerinden biri.

    nico'yu vokalde ilk dinledigimiz şarkı femme fatale oluyor. bu da albümün ilk şarkısı gibi daha yumuşak taraftan ilerleyen bir şarkı. nico'nun vokalini daha önce hiç duymadıysaniz ve bu şarkıyı dinliyorsaniz, büyük ihtimalle vokalden nefret edeceksiniz. nico'nun vokali dinledikçe alışılan bir vokal. şu şarkıda da nico'nun meşhur alman aksanini duymak mümkün, özellikle de "what a clown" kısımlarında. geri vokallerde de reed, "she is a femme fatale" diyerek kendisine eşlik ediyor. şarkı sürpriz olmayan bir biçimde bilmeyene femme fatale tabirini anlatıyor. keza warhol bir gün reed'e "neden femme fatale hakkında şarkı yazmıyorsun?" demiş, reed de bu tabirin sözlük tanımı gibi bir şarkı yapmış. andy warhol'un çevresindeki birçok güzel ve tehlikeli kadından etkilenmiş olmaları mümkün. femme fatale denilen karakter ne kadar anasının gözü olsa da şarkı o tehlikeyi sözleri dışında çok vermiyor ve tatlış tatlış ilerliyor. sözlerinde ve müzikte çok da fazla numara olmasa da her zaman ağzıma takılmış ve bu albümü düşündüğümde her zaman akla ilk gelen şarkılardan biri olmuştur.

    hayatımda dinlediğim ilk velvet underground şarkısı venus in furs 'tü. zamanında deli gibi okudugum blue jean 'de "müzik tarihinin en seksi bilmem kaç şarkısı" tarzı bir yazıda şarkıyı ilk sıralarda görmüş, şarkının tanıtımı da merakımı cezbetmişti. o zamanlar artık kazaaemule mu ne kullanıyordum bilmiyorum ama hemen şarkıyı indirmiştim. o andan beri de hayranıyım. albümün de en iyi şarkısı olduğunu düşünüyorum. öncelikle kemanlarına vurgunum. ben o vakte kadar kemanın klasik müzik, pop müzik, arabesk gibi kullanımlarını duymuş ama bu şarkıdaki gibi kafasına göre ve gerginlik verecek şekilde kullanildigini hiç duymamistim. şarkının sadece kemanlı bir versiyonu olsa bile sıkılmadan dinlerim gibi. ikincisi düzenlemesi. kemanlar elbette güzel ama şarkıya yedirilmesi çok daha güzel. keman, gitar ve biraz daha derinden gelen davul birbirlerinin üstüne güzel oturtulmuş. bir de bir ayin varmış gibi çalınan zili unutmamak lazım. büyük bir şatoda, kırbaçlı, deri botlu kabataş-vari bir ortama çok iyi gidecek bir müzikal ortam düzenlenmiş. tabii burada reed'in sözlerini de övmek lazım. konu olarak aynı isimli kitabı ele alsa da bunu şarkıya, akılda kalıcı bir şekilde uyarlamak kolay iş değil. nakaratını çok seviyorum: "yorgunum, bitkinim, binlerce yıl uyuyabilirim, beni uyandıracak binlerce rüya, gozyaslarindan yapılma farklı farklı renk". zaten sınırların ötesinde olan şarkı sonlara doğru daha da alıp başını gidiyor. o zamana kadar hiç duyulmayan bir tarz ve bu tarzın hala eskidiğini sanmıyorum.

    run run run albümün klasik rock ilerleyen şarkılarından. kıtalarda reed'in vokal performansı dylan-vari, nakaratta ise dönemin rock gruplarından müzikal olarak çok bir fark gözükmüyor. buna rağmen sıradan bir performans dinlediğimiz söylenemez. bir kere konu olarak yine tam bir velvet underground şarkısı ile karşılaşıyoruz. dört kıtada dört farklı karakterden hayatlarına dair bir şeyler duyuyoruz. müziğin hareketliliğine rağmen hepsi yıkık dökük karakterler, hatta son karakterin intihar etmek üzere olduğu ima ediliyor. pek bir karanlık. ama nakaratı kendisine eşlik edilmelik. ironik bir durum. enteresan gitar soloları var. iyi desen, değil. kötü desen, haksız değilsin. çünkü arada cidden kulak tırmalıyor. ama şarkı boyunca, solonun kendisi de dahil olmak üzere, gitar istediği zaman iyi çalınabiliyor. büyük ihtimalle sözlerdeki sıkıntıyı müziğe de bir şekilde yedirmek için bilerek detone bir solo yazmışlardır. şaşırtıcı olmaz.

    nico, all tomorrow's parties ile geri geliyor. tribal bir müziği var. davullar bir tam tam gibi belli bir ritmi şarkı boyunca tutuyor. zillerle perküsyon güçlendiriliyor. bunların da üstüne farklı bir enstrüman eklenerek şarkının altyapısı büyük ölçüde tamamlanmış. bu farklı enstrüman dediğim şey aslında john cale'in piyanosu ama cale piyanonun tellerine bazı objeler yerleştirerek kendine has bir ses elde etmiş. bu arka plan bütün şarkı boyunca aynı şekilde devam ederek şarkıyı hipnotik bir hale getiriyor. yalnız müzik de değil elbette. nico'nun oldukça dar olan vokal aralığı da bu etkinin yaratılmasında büyük rol oynuyor. gitarları çok saykodelik. şarkının mistik ve çok özel havasını güçlendiriyor. sözleri yüzeysel bakıldığında bir külkedisi hikayesi. yarının partilerinde ne giyeceğini bilemeyen, kıt kanaat geçinen bir kızın üzücü hikayesini dinliyoruz şarkıda. ama ben bu şarkıya hep biraz daha farklı bakıyorum. genel olarak yarının belirsizliği ve bizim bu belirsizliğe nasıl hazır olmadığımızı anlatan bir şarkı bence. belki de mistik havası, beni daha derin düşünmeye zorluyor. hem özel hem güzel şarkı.

    geldik heroin'e. bu şarkı da venus in furs'ten sonra duyduğum ikinci vu şarkısı çünkü the doors filminin soundtrack'inde the doors şarkıları dışında yer alan (iki klasik müzik şarkısını saymazsak) tek şarkı olduğu için cücük gibi sırıtyordu. e ismi de heroin olunca, dikkat çekmemesi elde değil. etkileyici ama uzun bulmuştum o zaman. zaman içinde etkileyiciliği daha da arttı. artık uzun da gelmiyor. eroin kafası nedir bilmiyorum ama şarkının sakin ve hatta sevimli başlayışından sonra hızlanması, sanki adrenalinin vücuda pompalanması gibi. tekrar bir anda yavaşlaması da vücudun bir anda şalterlerini indirmesi gibi. fiziksel bir hikayeyi müziksel olarak anlatıyor. davullarına hayranım. bütün bu hız değişimlerini elbette en iyi veren enstrüman o. cale'in kemanı da venus'ten sonra bir kez daha insanın içine işlemeyi başarıyor. bu içe işlemesi birbiriyle uyumlu notalar çaldığı için değil, aksine tek nota performansı ve yaptığı gıcırtılar ile bu şarkıda da olması gerektiği gibi bir rahatsızlık hissi yarattığı için başarılı. özellikle şarkı son kıtasında keman iyiden iyiye vurucu hale geliyor. hatta o kadar gürültü yapıyorlar ki tucker bir kaç yerde davulu çalmayı durdurup tekrar başlıyor çünkü artık kendi davulunu duyamıyor. bu davulun gidip gelmesi de bilinçli olmayan bir hoşluk olmuş. diğer şarkılar için dediğimi bunun için de tekrarlayabilirim: uyuşturucuyu övmek gibi bir durum yerine bunu kullanan adamın yalnızlığı, karmaşası ve hayallerini anlatmak tercih edilmiş. eroin işin sadece sonucu. onun arka planındaki ruh haline çift tıklamak daha önemli. yedi dakikalık bu şarkı da her anlamda bu işi çok iyi yapıyor.

    there she goes again ile müzikal olarak klasik rock müziğe geri dönüyoruz. bir an için sözlerini unutalım. geri vokalleri ile, enerjik müzigi ile, sempatik nakaratı, sonunda hafiften hızlanarak gelen "bye bye"lı bölümü ile radyoda çalınmalık hoş bir rock müzik eseri. gitar solosu çok rock'n'roll, gerisi the beatles ve the beach boys gibi geliyor kulağa. lakin sözleri pek masum değil. işinin ehli bir hayat kadınını anlatan sözlerde şarkıyı söyleyen karakterin ona ilgi duyduğunu hissediyoruz. belki de müşteriden müşteriye uçup giden bu karakterin başka kollara gideceğini hissedip, gitmeden onunla beraber olmaya çalışan bu adamın hikayesi nedeniyle, oldukça ana akım duyulan bestesine rağmen şarkı bir single olarak yayınlanmadı.

    nico'lu son şarkımız i'll be your mirror. bu şarkı da oldukça sempatik bir şarkı. belki de albümün en masum şarkısı diyebiliriz. oldukça pozitif bir mesajı var. özellikle ikinci kıtasını hep çok sevmişimdir: "bir güzellik olduğunun farkında olmamana inanasım gelmiyor ama farkında değilsen, izin ver de gözlerin olayım, karanlığına bir el olayım ki korkmayasın". ne kadar dostane ve içten sözler bunlar. müziği de bir o kadar tatlı. bunu sağlayan elbette ki gitarın şarkı boyunca arkada çaldığı melodi. şarkıda ne sert bir gitar ne de bir davul var. çok yumuşak ilerliyor. en sonuna da tatlısından bir armoni vokal eklemişler. çok kısa bir şarkı. nico'yu dinlemeye başlayacaklar için güzel bir başlangıç noktası olabilir.

    bu kadar sevimli bir şarkıdan sonra bence albümün en ağır iki şarkısına geçiyoruz. ikisini de ilk dinlediğimde çok sevmemiştim. bunların birincisi the black angel's death song. bu şarkıya bir kaç kez dinledikten sonra alıştığımı söylemem lazım. daha adıyla ne kadar karanlık bir şeyin ortaya çıkacağı çok ortada. şarkı cale'in gıcır gıcır kemanı ve hızlı ve sert bir biçimde, konuşur gibi ilerleyen reed'in vokalinden oluşuyor. keman o kadar önde ki şarkının bestecisi olarak reed'in yanında cale de yer almakta. sözlere belli bir anlam vermek zor. kelimelerin, cümlelerin tek tek anlamları var ama bir araya geldiğinde ortaya başı sonu belli olan bir konu çıkmıyor. ama şarkının içinde baştan sona kadar bir "tercih" teması var. daha en başında kaderinin nasıl olacağını seçmeye çalışan biri anlatılıyor. özellikle sonlara doğru bu seçim yapma muhabbeti gitgide artıyor. müzikal olarak alışmak zaman aldı ama söz bakımından hala tam olarak bende oturmuş bir eser değil bu.

    albümün en uzun şarkısı albümün kapanışını yapan european son. albüm kapağında şarkı delmore schwartz'a ithaf edilmiş. schwartz bir hikaye yazarı ve reed'in üniversiteden hocası. albüm daha çıkmadan hayatını kaybettiği için belki de albümün en sıra dışı şarkısını ona ithaf etmeyi tercih etmişler. aslında şarkının ilk dakikası çok fazla şaşırtıcı değil. hızlı bir şekilde ilerlerken vokalin biraz kafasına göre takıldığı herhangi bir rock şarkısı gibi. birinci dakikadan sonra ise bir cam kırığı sesi ile deneyselliğe doğru bir geçiş yapıyoruz. bu emprovize kısım bütün grup elemanları tarafından bestelenmiş. manyakça bir kaos dinliyoruz. tucker, hiç durmadan davuluna vuruyor. reed, morrison ve cale de gitarlarını çok hızlı bir şekilde, birbirlerinden uyumsuz bir şekilde çalıyorlar. albümü ve the velvet underground'u her ne kadar sevsem de bu şarkının 6 dakika süren bu enstrümantal bölümünün baş ağrıttığını ve dayanılmaz olduğunu söylemek zorundayım. belki derin bir anlam vardır bir yerlerde ama ben onu maalesef göremiyorum.

    albüm, andy warhol'un promosyonel desteğine rağmen ilk çıktığında neredeyse hiç satmadı. ama brian eno'nun çok güzel bir lafı vardır: "albüm belki 30'000 sattı ama albümü alan 30'000 kişi de kendi grubunu kurdu". albümün ne kadar etkileyici olduğunun çok güzel bir anlatımı bu. o zamana kadar çoğu müziksever karışık akorlardan korkmuş, piyasanın bayık aşk sözlerinden bıkmış, kendilerini televizyonlarda gösterecek kadar yakışıklı ya da güzel bulmamış insanlardı. bu albüm onlara müzik yapmak için bir virtüöz olmanın gerekli olmadığını, istedikleri sözleri yazabileceklerini ve çirkin bile olsalar bunun o kadar önemli olmadığını gösterdi. yıllar sonra punk müziğin, grunge müziğin yapacağı devrimlerin belki de ilkini yapan the velvet underground olmuştu.

    grup, gençlere ilham verse de albümün çok satmaması onlar için bir problemdi. grubun kurtulması gereken iki tane yükü vardı. birincisi kolaydı. nico zaten hiçbir zaman grup elemanı olmamıştı. bu projenin sonunda grup ve nico yollarını ayırdı. ama kötü bir ayrılık değildi bu. reed, cale ve morrison, nico'nun solo albümlerine destek çıktılar. ikincisi biraz daha zordu. andy warhol etiketi, albümün ticari başarısızlığına engel olamamıştı. grup, warhol'a verdikleri tavizlerin bir sonuç getirmediğini görünce, "şimdi nasıl devam edeceğiz?" diye sonra warhol'a artık beraber çalışmak istemediklerini söylediler. ikinci albümleri white light/white heat ile kendi tarzlarını hiçbir taviz vermeden sürdürmeye devam ettiler. ama tabii ki bu albümde de ticari başarı gelmedi. cale, gruptan ayrılmayı seçtikten sonra reed önderliğinde the velvet underground müzik hayatına rock müziğe ağırlık vererek devam eti. hiçbir zaman büyük satış rakamlarına ulaşmasalar da birkaç rock müzik klasiği bırakmayı başardılar. ama cale'li, warhol'lu, nico'lu, muzlu bu ilk albümün yeri hem grup için hem de müzik tarihi için ayrı oldu. belki biraz zor bir albüm ama dönemin şartlarına göre değerlendirildiğinde ne kadar özel bir yere sahip olduğu farkedilince, albümü sevmek daha da kolaylaşıyor. elbette rock müzik velvet underground olmasa da dallanıp budaklanacaktı ama "the velvet underground and nico" 60'ların ortalarında müzikalite olarak zamandan ve mekandan bağımsız, yeni kapılar açan, cesur ve ilham verici bir albüm olarak tarihe geçti.

    4,5/5 verdim gitti.
    albümü en iyi anlatan şarkılar: venus in furs, i'll be your mirror, i'm waiting for the man.