silvan'da özel harekatçıların videosu

  • carl schmitt, siyasal ilahiyat'ta egemenliğin geleneksel hukuk kuramında "en üstün, en büyük, en bağımsız vs. asli güç" şeklinde tanımından yola çıkıp, fiili güç ile hukuki güç arasındaki ilişkiyi egemenlik kuramının temel problemi olarak ortaya koyar. rousseau'nun toplumsal sözleşmesine atıfla, "güç, fiziksel kudrettir, haydutun elindeki silah da kudrettir."

    siyasi ilahiyat bölümü de, modern devlet kuramının bütün kavramlarının, dünyevileştirilmiş ilahiyat kavramları olduğunu söylemekle başlar. kadir-i mutlak, kanun koyucudur. hukuktaki olağanüstü hal, teolojideki mucize kavramına tekabül eder: doğa kanunlarına müdahale ile oluşan bir istisna hali, bir nevi, tanrının kendi hukukunu askıya alması. devlet de, olağanüstü hale karar verdiği zaman hukuku askıya alır, ve kendisini "egemen" yapan şey tam da budur: egemen, olağanüstü hale karar verebilendir. hukukun hangi durumlarda, ne ölçüde askıya alınabileceğine, kamu düzeninin ne olduğuna ve hangi durumlarda bozulmuş sayılacağına kim karar verebiliyorsa, egemen odur. devletin çıkarlarına o karar verir, çıkarı tehlikede gördüğü an, kamu düzeninin bozulduğuna karar verir ve bir "zorunluluk" sonucu hukuku askıya alır.

    kanun koyucunun, kendi koyduğu kanunla olan ilişkisi, kanuna ne ölçüde bağlı olduğu ve ne gibi bir sorumluluk taşıdığı, hem hukuki hem de teolojik açıdan kadim bir tartışmadır. tanrının "iyi" bir varlık olmak zorunda olup olmadığı, doğası gereği iyi olduğu veya verdiği sözle kendisini bağladığı gibi yaklaşımların tanrının kudretini ve irade özgürlüğünü sınırladığı şeklindeki tartışma çok ilginçtir mesela, şurada bir yerlerde değinmiştim daha önce: (bkz: kötülük problemi/@maarri) islam kelamındaki hüsün ve kubuh tartışması da bu mevzuyla doğrudan ilişkilidir: şeyler tanrı yasakladığı için mi kötüdür, yoksa kötü oldukları için mi tanrı yasaklamıştır? özünde, "hayatta en hakiki mürşit akıl mıdır vahiy midir?" sorusunda düğümlenen kelam savaşlarında, mutezilenin başını çektiği, aklı ve bilimi mürşit kabul etmeye meyyal güruh, iyiliği ve kötülüğü zati vasıflar olarak kabul etmiş, insanın iyiyi ve kötüyü akılla bilebileceği düşüncesinden yola çıkmış ve allah'ın bir şeyleri "kötü" oldukları için yasakladığını savunmuştur. aksi halde, tanrı'nın bir şeyleri yasaklamasında herhangi bir hikmet yoktur, bu tam olarak "keyfi" bir uygulamadır ve her keyfi uygulama bir zulüm potansiyelidir. ontolojik olarak da, tanrı yasaklayana kadar şeyler "iyi" veya "kötü" diye birbirinden ayırt edilemeyecek durumdaysa, birbirine tamamen zıt davranışların varlıkları ve değerleri birbirine tamamen eşit durumdaysa, din anlamını yitirmektedir, bu davranışların birini "farz" diğerini de "haram" kılmak tamamen keyfi bir uygulama haline gelmektedir.

    eşari'nin başını çektiği ve ehli sünnete çoğunlukla hakim olan yaklaşım ise, iyiliği ve kötülüğü itibari olarak değerlendirir ve "kötü olduğu için yasaklanmadı, yasaklandığı için kötü" anlayışında karar kılar. tartışma epey uzun sürer ve epey hararet yaratır, gazali eninde sonunda masaya vurur ve ortalığı dağıtır. (çünkü ortalığın dağıtılmasında hayır vardır.) mutezilenin argümanındaki tehlike açıktır: şeylere allah'tan bağımsız bir iyilik veya kötülük atfetmek, allah'tan bağımsız ve "haşa" allah'tan üstün, aşkın bir ahlak yasasını kabul etmek demektir. bir mümin için ahlakın zemini allah olmalıdır, aksi halde allah'ı aşan, onun da tabi olduğu bir yasadan bahsetmiş oluruz ki, itikadi açıdan kendimizi epey sıkıntıya sokarız. var olan her şey allah'ın mülküdür, allah kendi mülkü üzerinde dilediği gibi tasarruf eder, hiç kimse onu zulümle itham edemez, bu ithamı yapabilmek için allah'ın üstünde bir ahlak yasasına iman etmek gerekir, böyle bir yasa var olamaz.

    gazali'den tekrar schmitt'e dönebiliriz. hukukun kendi başına, kağıt üstündeki değeri sürekli yeniden sorgulamaya tabidir, her norm bir başka norma atıfla norm haline gelir, bütün bunların nihai atfı, hukuku uygulayan ve canı istediği zaman askıya alma yetkisini de elinde tutan fiziksel güçte somutlaşır. hukukun ve devletin birbiriyle ne derece özdeş görüldüğü, birbirleriyle olan ilişkisi, ahlak yasasının cennet ve cehennem sonuçlarıyla tanrı'nın gücü ve cebri ile olan ilişkisiyle birlikte okunur, nihayetinde her şey olacağına varır.

    bugün islam dünyasının ve türkiye'nin durumunda, tartışmanın galibinin gazali olmasının payı vardır. elbette, gazali'yi ortaya çıkaran ve tartışmada galip gelmesini sağlayan yapısal koşulları anlamak gerekir. nihayetinde, yüzünü batıya, laikliğe, rasyonaliteye, aklın ve bilimin irşadına dönme iddiasında bir rejimin ürettiği nesillerin hal-i pürmelalini idrak edebilmek için siyasi ilahiyata bir araştırma alanı olarak daha yoğun ilgi göstermek gerekiyor. sünni ortodoks itikadın bir devlet ideolojisi olarak şekillenmesi ve muktedire biat kültürünü kurumsallaştırması, laik bir din olarak kemalist milliyetçilikle harmanlanınca tünelin ucu işte böyle bir yere varıyor. sen de mi kaçtın mahmut hoca?

    bu başlık çok eğlenceli olmuş, baştan sona bütün entryleri yüzümde bir sırıtışla okudum. atatürk çocuklarının, "ateistim ama çok hoşuma gitti" şeklinde yorumladığı bu videoda özel harekatçıların ağızlarından çıkan "allahuekber" nidası, bayrağın silah zoruyla dikilmesi ve ardından silahla rastgele havaya açılan ateşle egemenliğin perçinlenmesi, "ekber" olana atfı devletle okumayı elzem kılıyor. tanrı burada sadece, devlet egemenliğinin sürekliliği ve aşkınlığını mistik bir haleyle kutsamak için istihdam edilmektedir: yani tanrının telefonu kapalıdır, aradığınız zaman devlete yönlendirilirsiniz. özel harekatçının "ekber" diye bahsettiği şey, tanrı değil, devlettir. bu sayede bir ateist de, "allahuekber"deki allah'ın "allah" olmadığını bilir, bu yüzden rahatsız olmaz, çünkü kendi taptığı tanrıdan bahsedildiğinin farkındadır. iyinin ve kötünün ötesinde, tanrıya tapmak, güce tapmaktır. ve somut olarak deneyimlenen, gücün devlette tecelli etmesi, bayrağın tekbirle dikilmesi şeklinde bir ilişkiye dönüşmesi bu açıdan anlamlıdır.

    gerçek çok açıktır: bu ülkede en muktedir, en güçlü, en yaygın, en müesses din, devlet dinidir. müslümanı da, ateisti de aynı safta buluşur ve ahlakını, vicdanını devlete endeksler, devletle günceller. devlet de, alabildiğine somutlaştığı haliyle, saf şiddetle anlamlanır: "türkün gücünü göreceksiniz" diye böğürürken de türkün tininin kendi ifadesini bulduğu varsayılan devlet gücüne referans verilir. devlet, rastgele havaya ateş açabilendir, yere yatırıp ellerini tersten kelepçeleyip tepende namluyla bağırabilendir.

    devleti, bir toplumsal sözleşme olarak, belirli bir toprak parçası üzerinde yaşayan insanların güvenliğini, hak ve özgürlüklerini korumak ve geliştirmekle mükellef bir örgütlenme olarak, "halk egemenliği"ne dayalı demokrasi ve hukuk devleti olarak anlamlandırmaya ve meşrulaştırmaya yönelik çabanın pratikte zortlamasını, bu tür somut güç gösterisinden orgazm olan tebaanın ağzından akan salyalarda müşahede ederiz. tebaanın nezdinde devlet bir araç değil amaçtır, egemenliğin kaynağı da halk ve rızası filan değildir, ateşli silahtır. bu irrasyonellik ve dayandığı iğrenç ahlak zemini, bu görüntüdeki acziyeti gözden kaçırmaya yönelik başarılı bir çarpıtmayla kendisini dışa vurur. bir toprak parçasına, üzerinde yaşayan insanların rızasını almaya ihtiyaç duymadan, onların düşmanlığı pahasına hakimiyet tesis etmeye çalışırsınız ve "iyi" olan, halkın rızasının egemen olması değil, devletin egemen olması haline gelir. gazali'nin çocukları ve atatürk'ün çocukları böylelikle aynı safta namaza durur. toprağa anlam veren, üzerinde yaşayan insanlar olmaktan çıkar, o insanları yok etmek pahasına toprak üzerindeki hakimiyet kutsanır. bunu, 100 sene önce işgal kuvvetlerine karşı verilen bir mücadeleyi eğitim müfredatının göbeğine koyan bir ülkede, ironik bir ibadete çevirirsiniz. bu sefaleti açıklamak ve meşrulaştırmak içinse, güce tapındığınızı kendinize itiraf etmekten aciz olduğunuz için hemen vicdana başvurur ve karşınızdaki şeytani gücün "bebek katili" olduğunu vurgularsınız.

    eğer bir şehirde bayrağınızı silah zoruyla dikiyorsanız, o şehrin halkı size düşmansa ve bunu biliyorsanız, bunu bile bile o bayrağı silah zoruyla dalgalandırmaya çalışıyorsanız; egemenliği halkın rızasına değil, somut maddi güce, fiziksel şiddete dayandırdığınızı açık ve net bir şekilde ortaya koyarsınız. bir işgalci olduğunuzu düşünmemek için olağanüstü çaba sarf edebilir ve kendinizi kandırmakta epey başarılı da olabilirsiniz, ama hakikat ortadan kalkmaz maalesef.

    eğer işgalci bir hüviyete sahip olmak, işgalci olarak görülmemek gibi bir arzunuz varsa, toprağa değil, üzerinde yaşayan insanlara anlam vermeyi, toprağa anlam verenin de insan olduğunu idrak etmeyi denemelisiniz. o insanların rızasına aykırı olarak kurduğunuz ilişki, bir tahakküm ve zulüm ilişkisinden başka bir şey değildir. eğer her değeri anlamlandıran insan hayatına değer veriyorsanız, her gün insanların ölümüne zemin olan bu ilişkiyi sorgulamak ve silah zoruyla değil, insanların rızasıyla, eşit katılımıyla kurulmuş bir yönetim örgütlenmesini savunmak zorundasınız.

  • bir ateist olarak beni hiç rahatsız etmedi.

    nasıl motive oluyorlarsa olabilirler.

    kellelerini ortaya koyup bu bayrağı savunan onlar birkaç zibidinin beğenmesine ihtiyaçları yok.

    helal olsun koçlara diyebiliyorum sadece.

    oraları bıraktıysa devlet söyleyecek birşey yok. bırakmadıysa da ne gerekiyorsa onu yapıyorlar.

    edit: hayatında kavgaya bile girmemiş adamlar tarafından eleştirilmelerini normal karşılamalı. devletin mermisini havaya sıkıyorlarmış falan.

    adamlar güç gösterisi yapıyor orada. burada devlet var ve silahla bu toprakları koparmaya çalışanlara silahın alası biz de var demeye getiriyor. ne yapacaklardı aman vatandaşı rahatsız etmeyelim mi diyeceklerdi.