sözlükçülerin başından geçen doğaüstü olaylar

  • yaklaşık bir hafta önce pazar günü oturmuş güzel güzel çayımı içerken kafam esti, şu gardırobu bir düzenleyeyim dedim. mütemadiyen 2-3 senede bir yaptığım iş. sağlam olanlarından dört büyük poşet elbise ayırdım. palto, ceket, pantolon, gömlek vs. eskiyen, bol olan, dar gelen derken sıkış tıkış olan dolabı epey ferahlattım. çoğunlukla evde giydiğim, başkasına verilemeyecek kadar yıpranmış olanlardan birkaçına temizlik bezi nişanesi verdikten sonra geri kalanları çöpe yolladım. eskiden vakıfların yılın belli zamanları kurulan çadırları olurdu, ne bağışlamak istiyorsan götürüp bırakırdın. son yıllarda burada öyle bir şeye de rastlamadım.

    lazım olan birkaç eksik gediği almak için akşamüstü markete çıkarken hazırladığım elbise poşetlerini de yanıma aldım. etrafımda tanıdığım bildiğim ihtiyaç sahibi yok lakin birkaç sokak aşağıda orman tarafında kalan mevkide gecekondular var. ya nasip deyip çıktım yola, elbet birinin kısmeti vardır. hiç olmadı kapı kapı gezer sorarım ihtiyacı olanları ayıp değil ya. en nihayetinde ben de elinde sefer tasıyla işe giden bir memur çocuğuydum, bilirim yokluğu ve hiç de gocunmam.

    bana çocukluğumu hatırlatan kömür kokusu sinmiş sokaklar da epey yürüdüm. top oynayan çocuklardan başka pek kimse yok dışarıda. rastladığım bir adamla ayaküstü sohbet ettik, civardaki bir caminin imamıymış. bize bırakabilirsin dedi, ihtiyacı olanlara teslim ederiz. elimle teslim etsem daha iyi, kimseyi bulamazsam getiririm dedim. havanın kararmasına yakın, yıkık dökük duvarlarla çevrili bir evin bahçesinde çalı çırpı kıran yaşlı bir teyzeye rast geldim.

    -hayırlı akşamlar teyze. hava soğudu, yok mu bu işleri yapacak kimse, üşürsün...
    uğraştığı işten kafasını kaldırıp yüzüme baktı. " herif var emme biraz hasta, yatıyor" dedi.

    müsaade isteyip bahçeye girdim. çoluk çocuk yok mu dedim, size göre değil bu işler. duraksadı biraz. var olmaya var da, olanı da pek uğramaz dedi. nefes nefese kalmış, yüzünde yılların izini taşıyan çizgiler... içim burkuldu, canım acıdı. yılların yıprattığı çizgili bir yüzde ne zaman ki bulsam hayatın yitirilen anlamını ve ne zaman ki sokakta bir çocuk görsem o boyacı sandıklarının başında elleri simsiyah, gözleri pırıl pırıl, hayat dolu; ne zaman alın teri şakaklarından süzülen bir emekçiye rastlasam, "onur ve şeref" sözcüklerinin lügatte yer almayan anlamı... gözlerim dolar, şu içimden bir parça sökülür ki nasıl derinden. söylemeye söz, dillendirmeye mecal kalmaz bende. dökülüverir damlalar, öyle pis bir huyum var. teyze bana üzülüyor, ben teyzeye üzülüyorum. az biraz sohbet ettikten sonra gel hele dedim teyze, bir bakalım senin adama durumu nasıldır nicedir.

    kerpiçten yapılma evin içi, dışına göre daha sağlam ve tertipli gözüküyor. salonun bir köşesinde eski fırınlı sobalardan var, çaprazındaki diğer köşede kanepede yatan bir amca. selam vererek içeri girdim, amca doğrulmaya çalışıyor lakin pek hali yok. ne aradığımı, ne bulduğumu, ne getirdiğimi izah etti teyze. sonrasında oturup sohbet etmeye koyulduk.

    amca yetmişli yaşlarda lakin boylu poslu babayiğit bir adam, masmavi gözleri var. dedemi hatırlatıyor bana. piyango bileti satıyormuş merkezdeki çay bahçesinin yanında. birkaç gün önce soğuktan üşütmüş olacak ki hastalanmış yatıyor. tamam diyorum bu getirdiklerim kışlık, tam senlik amca hiç sıkıntı yapma. yarım saatlik bir hasbıhale türlü anılar, hikâyeler, gülüşmeler eşlik ediyor. amca, o yaman duruşundan pek taviz vermese de hareket ederken yüzünün aldığı şekillerden anlaşılıyor pek iyi bir halde olmadığı. ateşine bir bakayım amca diyerek ayağa kalkıyorum, elimi alnına değdirmemle birlikte beni bir telaş alıyor. bu iş öyle nane limonla filan geçecek bir üşütme değil, yanıyor amca. eski adamların huyudur, dedemden bilirim. ölmedikçe beni doktora götürmeyin derdi rahmetlik, pek sevmezdi hastane işini. öldükten sonra doktor ne yapacak ki zaten dede derdim. işte zahmet etmesin diye diyorum oğlum, adam benle o kadar uğraşıp da sonra ölsem daha mı iyi derdi. hey gidi koca dedem...

    amca, hastaneye gideceğiz bu böyle olmaz dedim.
    epey bir ısrardan sonra nihayet razı oldu. devlet hastanesi yakın, buradan en fazla iki kilometre uzaklıkta. arıyorum 112'yi, çok geçmeden ambulans geliyor. att'deki çocuklar sedyeye koyup çıkartıyorlar. inme, binme, yürüme, yorulma derdi de kalmıyor. acil binasına giriş yapıyoruz, muayene faslından sonra iğne vuruyorlar. müşahede odasına alınıp birkaç torbayla buz kompleksi yapılıyor vücuduna. yaklaşık bir saat sonra da ateşi düşüyor. reçetesini yazdırdıktan ambulansla tekrar eve dönüyoruz.

    ev soğuk, soba sönmüş. kovayı çıkartıp teyzenin kırdığı o bahçedeki odunlardan dolduracağım lakin çabuk sönmesin diye kömür de lazım. odunların yanında büyükçe bir leğende kömür var ama bu normal kömür değil. çocukluğumdan hatırlıyorum, kovanın dibinde kalan ve tam yanmayan kömürler ayıklanıp biriktirilir, sonra tekrar kullanılırdı... kovayı hazırlayıp sobayı yakıyorum. her şey normale dönmüş gibi gözüküyor. eve uğramam lazım ama bir saate kadar tekrar geleceğim diyerek müsaade istiyorum. o arada reçetedeki ilaçları halletmek var aklımda. vakit çok geç olmadı ama eczaneler en geç yedide kapanıyor. eve uğrayıp arabanın anahtarlarını alıyorum. internetten nöbetçi eczaneleri bulup ilaç işini hallettikten sonra markete uğruyorum. bir eve ne lazım olacaksa hepsinden dolduruyorum market arabasına. kasada ödemeyi yaparken kendi alışveriş listem de çıkıyor cebimden. güya bugün ben de alışveriş yapacaktım ama yaşanacak bir dolu hikâyem varmış. neye niye neye kısmet... yüzümdeki gülümsemeyle ayrılıyorum marketten.

    evin önüne vardığımda perdesi yarı aralık pencereden teyzede fark ediyor beni. poşetleri yüklenip bahçeye doğru ilerlerken mahcup bir duruşla kapıda karşılıyor beni, niye zahmet ettin oğlum diyor. ne zahmeti... o gözlerinden fışkıran mutluluk var ya sözlük, o sıcak sarılma, o ettiği dualar... ulan dünyayı önüme serseler, tac ü tahtın verseler o an ki mutluluğu bulamam...

    sobanın üstünde çay demlenmiş, teyze diyorum gel mutfağa geçelim de göster sen bana kap kacak nerede. mutfağın duvarında uzunca bir terek (eski evlerde mutfak dolabı yerine kullanılan raflar), intizamlı dizilmiş bardaklar, alt tarafta tencereler... poşetlerdeki malzemeleri yerleştirdikten sonra şöyle güzel bir sofra hazırlıyoruz. sıcacık sobanın yanı başında yemeğimizi yiyoruz, aynı sobada demlenen mis gibi çayımızı içiyoruz. hatta eskiden babaannemin yaptığı gibi sobanın fırınlı kısmında patates közlüyor teyze, o güzel çocukluğum geliyor gözlerimin önüne...

    geç saatlere kadar süren o güzel akşamdan sonra ayrılma vakti geldi. ev telefonları var, numarayı aldım ki arayıp sorabileyim lakin bir şeye ihtiyaç olur, elzem bir durum olur diye bir miktar para bırakmam lazım ama teklif ettiğim an da bu güzel gece zehir olur onlara, gururları incinir. bu sebeple kanepenin üstündeki hırkanın cebine çaktırmadan bir şeyler iliştiriveriyorum. ilk fırsatta tekrar ziyarete geleceğimi söyleyip ayrılıyorum.

    ertesi gün işten biraz erken çıkarak belediye binasına gidiyorum. buraya en son geçen sene gelmiştim, ramazan ayında şehrin dört bir yanına asılan afişlerdeki yazım yanlışını şikâyet etmek için. üşendikleri için afişleri toplamadılar da bir ay öylece asılı kaldı, kimse de demedi ki burada ne yazıyor. öyle bir şehrin öyle bir belediyesine, amca ve teyzenin ayılık gıda ve yakacak ihtiyaçlarının karşılanması için müracaat etmek amacıyla geldim. malumunuz demokratik, lâik ve "sosyal" bir hukuk devletiyiz ya ondan sebep. kendileri gelsinler, ilmühaber getirsinler vs. derken sıradan bir vatandaş olarak bu işin hal olmayacağını ve bunların statüden anlayacağını idrak edip tavrımı ve üslubumu değiştirdim. en nihayetinde ayda bir erzak ve kışlık yakacak ihtiyacının karşılanması hususunda mutabakata vardık. iki gün sonra da amca ve teyzeyi ziyarete gittim, amcanın durumu gayet iyiydi. belediyenin emeklilere erzak ve yakacak yardımı yaptığını, birkaç güne yakacak işinin çözüleceğini, her ay erzak paketlerini de eve bırakacaklarını söyledim. allah razı olsun belediyemizden, biz diyemezdik emme onlar emekliyi düşünmüş diye güzel güzel dualar ettiler. amin dedim...

    ve bugün işten eve gelirken çay bahçesinin köşesinde amcayı gördüm, tekrardan piyango bileti satmaya başlamış. yakınlarda bir yere arabayı park edip arkasından yanaştım, üzerinde benim palto. ooo iyileşmişsin ihtiyar dedim gülerek. arkasını dönünce beni gördü, tezgâhı filan bırakıp bir sarıldı... baba, evladına nasıl sarılırsa işte öyle sarıldı...

    bir çift eski eşya nerelerden nereye sürükledi bizi. o tevâfuklar silsilesi yaşanmasa bu iki güzel insanın hali nice olurdu, göçüp gitse o hastalıkla kimin haberi olurdu...

    mutlu etmek de mutlu olmak da aslında bu kadar basit be sözlük. ve biz, etten kemikten yaratılan insanoğlu... bizim ruhumuz, hiçbir zaman parayla değeri biçilen zevklerle tatmin olamayacak. hiçbir mal mülk, bir çocuk gülümsemesinden aldığımız hazzı bize yaşatamayacak...

  • kartal-kadıköy minibüsündeyim.

    şoför radyoyu kurcaladı. laz müzikleri, arabesk... es geçti bu kanalları. klasik müzik açtı.

    klasik müzik açtı.

    bach dinliyoruz minibüste şu an.

    şu an minibüste bach dinliyoruz.

    minibüste dinliyoruz bach şu an.

  • apartmandaki iki asansörden biri 3 haftadır bozuk. servis gelmedi, parçası bulunamadı, aidat toplanamadı... muhabbetleriyle bütün apartmanı tek asansöre mahkum etti yönetici.

    pazar kahvaltısı için ekmek almaya ineceğim aşağıdaki markete, dairenin kapısını açtım ki ne göreyim? tam karşıdaki asansör tamir edilmiş, çağırma düğmesinin ışığı yanıyor. ne ara yapmışlar ki dedim içimden, akşam çalışmıyordu. ev terlikleriyle parmak ucumda bir iki metre ilerleyip bastım çağırma butonuna. asansör kabini bizim kattaymış, şak diye açıldı kapı. eve yöneldim, terlikleri içeriye doğru fırlatıp spor ayakkabıların ökçelerine basarak dış koridora çıktım. şimdi birisi çağırır başka kattan, beklemeyeyim diye acele ediyorum. sanki fizan'dan gelecek asansör, derdim neyse...

    dairenin kapısını kapatmak için kolu çekerken tam aradan benim yaramaz kedim benjamin çaatt diye yapıştı ayak bileğime. dur canım, yapma oğlum derken asansörün kapısı kapandı. tırnaklarını geçirdi pijamaya bırakmıyor. güç bela kucağıma alıp içeriye koydum, kapıyı kapattım üzerine. miyavvv yavvv yaaavvv... nasıl bağırıyor kapının arkasından. asansör çağırma düğmesine bir daha bastım, kapı daha yarısına kadar açılmadı ki kabin ışığını görmemle peşi sıra halatların aşağı sarkışını seyretmem bir oldu. gözümün önünde asansör kabini boşluğa düştü ve en alt kattan büyük bir gürültü geldi. birkaç saniye boşluğun önünde öylece dikili kalakaldım. dairelerin kapıları ardı ardına açıldı. ev sahipleri ne olduğunu merak eden gözlerle koridora bakıyor, koridor da bir tek ben varım. bir alt katta oturan yöneticinin sesi çalındı kulağıma, merdivenlere yöneldim bir hışımla. alt kata indim, yönetici akif bey'i gördüm koridorun sonunda, 5-6 metre uzakta. "böyle mi yaptırıyorsunuz asansörü, ölüyorduk be. adım atsam kabinle beraber düşecektim." diye bağırdım. adam ne olduğunu bile anlamadı, "biz asansörü yaptırmadık ki" diyebildi. apartman sakinlerinin de kısa bir sürede etrafımızda toplanması ve yapılan istişarelerin sonunda olay anlaşıldı. çekme halatlarının döndürdüğü makaralardan kaynaklı bir arıza sebebiyle asansörü kapatmıştı yönetici. sebebini anlayamadığımız, belki de düşmeyi tetikleyecek bir mekanizmanın harekete geçmesiyle asansör kapıları açılır vaziyete gelmişti. benim cengaver kedim benjamin paçalarıma yapışıp birkaç saniye oyalamasa, açılan o ilk kapıdan sonsuzluğa dalacaktım belki de...

    benjamin editi: şu an masanın üstünde, "ben kurtardım" der gibi patileriyle klavyeye dokunma çabasında. kedilerin inanılmaz kuvvetli önsezileri olduğuna artık kesinlikle inanıyorum.

  • başlangıç notu : oldukça uzun yazacağım için baştan uyarmak istedim, olay öncesini ve ruh halimizi kısaca anlattıktan sonra olayın tümünü bölümler halinde yazacağım.küçük bir hikaye kitabı okumuş gibi olacaksınız, o yüzden sıkılacağınızı düşünüyorsanız devam etmemenizi ya da geniş bir zamanınızda tek seferde okumanızı tavsiye ederim.
    bu olaylar bütününü, sözlüğe yazıp yazmamak konusunda çok tereddüt yaşadım, gelecek tepkiler de çok umurumda değil açıkçası.kimilerinin aptallıkla,cahillikle suçlayacağını, kimilerinin inanacağını, kimilerinin de şaşıracağını biliyor, belki bu deneyimi yaşamış başka birileri de çıkar ve kafamdaki sorulara bir açıklama gelir umuduyla yazıyorum. eğer yaşadıklarımızı mantık çerçevesinde izah edebilecek birisi çıkarsa, ya da dolandırıldı isek nasıl olduğunu bilen birine rastlarsam ne mutlu bana.belki de bu bilinen bir yöntemdir, biz de mağduruzdur. ayrıca tepki mesajlarına cevap vermeyeceğimi de baştan belirteyim.

    önemli uyarı : hikayenin bazı kısımları rahatsız edici olabilir, büyü,cin,mezarlık gibi konularda hassasiyeti olanların okumaması iyi olabilir.

    hala okumak niyetinde iseniz, buyurun başlayalım;

    ankara'daki 3 iyi devlet üniversitesinin 3 farklı bölümünde 13 sene okumuş ancak hiç birini bitirememiş bir insanım ben. her birisinin enteresan hikayeleri var, belki başka bir zaman anlatırım o hikayeleri de. sene 2006 bekarım o zamanlar, bir sene önce üniversite bitirmediğim için mecburen uzun dönem olarak yaptığım askerlik görevinden gelmişim ve aile işimize gidip geliyorum. çok prestijli ve kazancı iyi olan bir iş olmasına rağmen hiç sevemediğim bir iş bu. o yüzden de müteşebbisliğim tuttuğunda o işe ara veriyor, yapmak istediğim şeyleri yapıyordum. hayatım boyunca hiç bir işim yolunda gitmedi, hangi işe elimi attıysam ya batırdım, ya işler bir şekilde elimden alındı ya da attığım taş ürküttüğüm kurbağaya değmedi. ama, o sene ailemin desteğiyle de olsa bir şekilde ankara'da yeni bir stüdyo daire almış içini dayamış döşemiş, bana yetecek kadar para kazanıp, mutlu mesut yaşıyordum.evde pinekleyip durduğum bir akşam telefon çaldı, açtım. istanbul'da yaşayan ablam.tek kardeşim. hüngür hüngür ağlıyor, pek alışıldık bir durum değil. ne oldu ? dedim, "çok sıkıntıdayım sana ihtiyacım var buraya gelir misin" dedi. detay vermeyeyim ama hiç bir şey yolunda gitmiyormuş hayatında, aileden ayrı tek başına oralarda.olur dedim, yarın atlar arabaya gelirim. hayır dedi, öyle değil. yanıma taşınmanı istiyorum bana destek olman lazım. ablam yahu arayan, lamı cimi yok.sorgusuz sualsiz tamam dedim, evi kapattım, kiraya verdim ve 1 hafta sonra istanbul'a taşındım.

    gayet iyi bir kariyer sahibiydi ablam, ama onun da hayatı ve işleri bir şekilde yolunda gitmiyordu maalesef son dönemde. mesleğini yapmıyordu; bir alacağına karşılık olarak hissesini aldığı bir girişimin ortağı olmuş, işin geleceği olduğunu düşündüğü için ekstra para yatırarak hissesini arttırmıştı. ancak çok ortaklı firmada yolunda gitmeyen bir şeyler vardı benim de az çok anladığım bir konu olduğu için, en azından hayatının o kısmında destek olabileceğimi düşünmüş beni de işe dahil etmişti. bu kısmı çok uzatmayayım. ortakların bir tanesinin mafya olduğunu, şirketin içini boşalttığını fark ettiğimizde bizim için her şey çok geçti. paramızı ve umutlarımızı bırakarak hisselerimizi devredip,üzerine su içerek ortaklıktan ayrıldık.

    ikimiz de işsiz kaldık ve bunalım dolu bir dönem başladı. iş, aşk,sağlık hiç bir şey yolunda değildi o dönem ve ikimiz de kendimizi alkole vermiştik. evde ağır ve depresif bir ortam vardı, sabahtan akşama kadar oturup televizyona bakıyor, içki ve sigara tüketip duruyorduk.ablam arada bir freelance iş yapıyor ama devamı gelmiyor, ben bir takım işlere girip, ya kovuluyor ya da bırakıyordum. hayatımızı annemizin verdiği maddi destekle ancak idame ettirebiliyorduk. işin kötüsü ikimiz de o döngüyü kıracak gücü kendimizde bulamıyor, atalet içerisinde yaşıyorduk.

    ****birinci bölüm****

    bir akşam onun bir arkadaşı gelmişti eve. bira içiyor, muhabbet ediyorduk. kız birden ablama döndü ve "kızım sende kesin büyü var, bak bir hoca var bildiğim, ama öyle böyle değil. bir gidip görünsene" dedi. ikimiz de batıl itikatları olan tipler değiliz, hele ben deli saçmalığı, cahillik ,şarlatanlık olarak görüyorum bu tip şeyleri. uğur dündar programları izleyerek yetişmiş nesiliz, hacı hoca dedin mi tüylerimiz diken diken oluyor. fakat hatun öyle şeyler anlattı ki adam ve yöntemi hakkında, ben bile meraklandım.hatun olayı anlatmayı bitirince ben biraz da aşağılayarak sordum hemen, kaç paraya çözüyormuş büyüyü bu abimiz ? hatun kişi para almıyor deyince ilk anda bir şaşkınlık yaşasam da, bazı talepleri olduğunu söyleyince dikkat kesildim. adam önce muayene ediyor, sonra da duruma göre isteklerini sıralıyordu. bu istekler bazen bir eylem oluyor, bazen ibadet oluyor bazen de para verip satın alınacak bir şey oluyordu.ulan dini bir inancım da yok aksi gibi, neye kime ibadet edeceğim ? kafada deli sorular. ama günün sonunda ablam ne kaybederiz ki deyip, gitmeyi kabul edince bize hocanın yolları gözüktü.

    telefonla randevu aldık, adam gelirken kişi başına 2'şer tane temiz çarşaf, 1'er büyük paket tuz alın öyle gelin dedi. aldık gittik. anadolu tarafında, mütevazi bir muhit.kapıyı çaldık, kapıyı sarışın bir kadın açtı. "hoş geldiniz ben x hoca'nın eşiyim buyurun içeri" deyip bizi salona aldı. kadın makyajlı, üzerinde bir tshirt, bir eşofman var .bacağına sarılmış 2-3 yaşlarında bir kız çocuğu. nasıl bir hoca eşi lan bu diye düşünüyorum içimden. salonda bizden başka 3-4 kişi daha var, hepsi de seans için gelmiş. ev standart bir türk ailesi evi. sırasını bekleyenler pek konuşkan, soru yağmuruna tutuyorlar bizi, ilk defa mı geliyorsunuz ? nereden duydunuz ? sorununuz ne ? içimden küfrediyorum, bir an önce çıkıp gitmek istiyorum ama geldik bir kere. soruları bir şekilde geçiştiriyoruz. tam bu sırada hoca salona giriyor, adamı görünce ben iyice kıllanıyorum. gayet modern görünüşlü,düzgün konuşan, benden 5-6 yaş büyük görünen, sakalsız bıyıksız, normal giyimli bir adam. hal hatır soruyor, sonra işlemi yaptığı yere, evin mutfağına geri dönüyor. neyse çok uzatmayayım, herkesin işi bitiyor ve çıkıp gidiyorlar, sıra bize geliyor.

    önce ben girmek istiyorum ama o ablamı çağırıyor, ablam çok gergin her halinden belli. duraksayarak da olsa adamın peşinden mutfağa gidiyor. ben salonda yalnız kaldım ve ablamı bekliyorum.15-20 dakika hiç ses seda yok derken içeriden bağırtı çağırtı sesleri geliyor, arapça dua sesleri, garip inlemeler falan. ayaklanıyorum hemen yerimden,dalacağım mutfağa aklımda bin bir düşünce var, çoktan pişman olmuşum geldiğimize. karısı geliyor salona o anda , "rahat ol endişelenecek bir şey yok, zaten bitmek üzere" diyor. kadını ittirecek gibi oluyorum, birden koridordan ablamı görüyorum. bembeyaz olmuş, elinde tepeleme tuzla dolu bir tabak ile ağlayarak ve titreyerek salona giriyor. tuzların arasından ne olduğunu anlayamadığım bir takım objeler gözüküyor. gelip koltuğa oturuyor ve bana dönüp; "aklımı yitireceğim " diyor sessizce. içeri gir ve her şeyi dikkatle incele diye fısıldıyor. ne oldu ? diyorum, "etkilemek istemiyorum seni, kendin gör ama çok dikkatli izle" diyor ve susuyor.

    kapıdan hoca görünüyor,eliyle bana gel diye işaret yapıyor. peşinden mutfağa giriyorum,gösterdiği sandalyeye oturuyorum.o da masanın diğer tarafındaki sandalyeye oturuyor ve bir sigara yakıyor.masada iki adet, standart büyüklükte ve kalınlıkta kuran-ı kerim duruyor. kalbim yerinden fırlayacakmış gibi atarken, adam gayet sakin bir şekilde anlatıyor "ablana ölümüne büyü yapmışlar, sende de var ama o kadar ciddi değil senin durumun" diyor. "meraklanmayın çözeceğiz allah'ın izniyle"
    bu sırada dikkatle adamı inceliyorum. ayakları çıplak, terlik giymemiş, ince kumaştan dikilmiş gri bir pantolon giyiyor, dizinin hemen altına kadar kıvrılmış. üzerinde de bir tshirt var, onu da çıkarıyor ve beyaz bir atletle kalıyor. sıcak bir yaz günü zaten ev de yanıyor sıcaktan.ellerinde takı ya da yüzük yok.

    yerde beyaz plastik bir çamaşır leğeni duruyor. oturduğu yerden bana talimat vermeye başlıyor. "leğeni yerden kaldır ve getirdiğin çarşaflardan birini yere ser, sonra mutfak musluğundan leğeni doldur ve serdiğin çarşafın üzerine koy. daha sonra diğer çarşafı üzerine ört." dediklerini yaparken önce zemini kontrol ediyorum , sonra da suyla doldururken leğeni iyice yokluyorum elimle. zaten yarı şeffaf bir leğen. içinde bir şey olsa görmeme ihtimali yok. işlemi tamamlıyorum, ve leğenin yanına dizlerimin üstünde oturmamı istiyor. yapıyorum. bu sırada o, kare şeklinde kesilmiş en fazla 2x2 cm boyutunda küçük kağıtlara arapça bir şeyler yazıyor masada. daha sonra tam karşıma denk gelecek şekilde leğenin diğer tarafına da aynı şekilde o oturuyor. kuran'ları da elinde tutuyor. "getirdiğin tuz paketini aç iki avuç al suya at" diyor. yapıyorum. daha sonra küçük kağıtlara bir takım dualar mırıldanarak çarşafın arasından suyun içine atıyor, toplam 20-25 tane kağıt parçası. "örtüyü iyice ört" diyor ve örtüyorum. daha sonra örtünün üstünden, kuran'ların birisini leğenin bana göre sağ kenarının üzerine koyuyor, kitabı aralayıp sağ elimi arasına koyuyor. "kitabı sakın suya düşürme,dengede tut" diye tembihliyor. diğer kitabı da leğenin sol kenarının üzerine koyup aralayıp kendi sağ elini o kitabın içine koyuyor. her iki kitabın da içini görüyorum.adamın iki elini de iki ayağını da görüyorum. zaten gözüm hep adamın ve solumdaki kitabın üzerinde. yakınımızda başka hiç bir şey yok. mozaik taş zeminin üzerindeyiz,yerde halı dahi yok. daha sonra suratıma bakıyor, "sana söylediğim zaman sol elini leğene daldır ve çarşafı kaldırmadan toplamaya başla,ben elimi sokamam" diyor ve benim bir şey dememe fırsat kalmadan bir kısmının arapça, bir kısmının bilmediğim başka bir dil olduğunu tahmin ettiğim bir takım şeyler mırıldanmaya ve ileri geri hafif hafif sallanmaya başlıyor. kendi kendime neyi toplayacağım lan diye düşünüyorum. 2 avuç tuz, 20 tane kadar küçücük kağıt parçası ve bolca çeşme suyu var leğende.bu arada hafif eğilip leğene yandan bakıyorum, içerisi tertemiz gözüküyor çarşafın kenarından.bu arada mırıltıları, sallanmaları artıyor. gözlerini kapatıp kafasını yukarıya kaldırıyor, ritmi, nefes alışı artıyor. boncuk boncuk terlemeye başlıyor. mırıltılar,inlemelere ,bağırmalara dönüyor. söylediği ama anlayamadığım kelimelerin arasından "hızır", "yetiş", "melek" gibi tanıdıklarım çalınıyor kulağıma. ama context nedir en ufak bir fikrim yok. derken "topla ! çabuk çabuk !" diye bağırıyor ve sol elimi suya daldırıyorum.

    elimi leğende gezdiriyorum ama hiç bir şey yok ! "çabuk ol, alabildiğin her şeyi al !" diye bağırıyor ve o anda elime bir cisim geliyor. tutup çıkarıveriyorum sudan. bu ne lan ! aşağı yukarı 5x5 cm büyüklüğünde bir mermer parçası ! bu nereden geldi diye düşünüyor ve ürpermeye başlıyorum. aynı anda adamın ellerine bakıyorum, birisi hala kitabın içinde diğeri başının üstünde. neler oluyor burada ? mermeri bir kenara fırlatıp elimi tekrar daldırıyorum, kocaman bir tahta kaşık belki 20 cm var boyu !!, üstüne kurdeleler sarılmış. tekrar sokuyorum, kocaman bir asma kilit ! lan nasıl olabilir böyle bir şey, kafayı sıyıracağım. ben de titremeye başladım, kalbim 200 bpm falan atıyor kesin. toplamaya devam ediyorum; hayvan kemikleri, birbirine bağlanmış düğmeler, muskalar, kimisi deri, kimisi naylona sarılmış vaziyette. kadın donu !!! çengelli iğneler, daha da çok asma kilit, irili ufaklı ama.kimisi paslanmış. daha da çok düğme, daha da çok zincir,iğne,kurdele,ip. artık ağlıyorum, hatta böğürüyorum. salya sümük vaziyetteyim. korkudan öleceğim. ellerimle su doldurduğum leğenden , toprak çıkıyor, çamur çıkıyor. çıldırmak üzereyim. "tamam !" diye bağırıyor, "çıkar elini sudan" çıkarıyorum elimi, mal mal bakıyorum adamın suratına. adam sanki 50 km koşmuş gelmiş gibi, soluk soluğa, kan ter içinde, bitap düşmüş.ellerine bakıyorum kupkuru, kitaplara bakıyorum kupkuru,üstü başı kupkuru !! çarşaf hala koyduğum gibi duruyor. çıldıracağım, hissettiklerimi anlatmam mümkün değil. -10 sene geçti olayın üzerinden, bu satırları yazarken ensemden sırtıma doğru ürperiyorum aynen o andaki gibi- adam yerinden kalkıyor, mutfak dolabından kocaman bir servis tabağı çıkarıyor. "topladığın her şeyi bunun içine koy ve üzerini tamamen örtecek şekilde tuzu dök" diyor. onu da yapıyorum. geçmiş zaman,yalan olmasın en az 7-8 tane asma kilit sayıyorum. düğmeleri,kurdeleleri,çengelli iğneleri, muskaları sayamadım bile. 1 tane mermer, 1 tane tahta kaşık ve bir kadın donunu tabağa koyuyor ve hepsinin üzerini tuz ile örtüyorum. elim ayağım boşalmış, yaşadıklarımın şoku ile orada öylece duruyorum elimde tabak ile. "hadi" diyor "içeri geçiyoruz" salona gidiyoruz, ablam beni görüyor, ikimiz de anlamsızca birbirimize bakıyoruz. hoca, geçmiş olsun diyor. tabakları balkona getirin diyor, götürüyoruz ve diğer tabakların yanına bırakıyoruz. belki 15-20 adet başka tabak var balkonda. bırakıp içeri geçiyoruz.

    şimdi ne olacak ? diyorum adama. " bilmiyorum, akşam haber verirler diyor" kim haber verir lan, kim ! manyak mısın sen !? ya da biz manyak mıyız ? burası ne ? sen kimsin, ya da nesin ? para istemeyecek misin bizden ? kafamda bunlar var sadece.öte yandan, hadi şuradan bir notere gidelim de evini üstüme yap dese, yapacağım. o an o haldeyim. "şimdi gidin,ben sizi arayacağım "diyor ve bizi yolculuyor. dışarı çıkıyoruz ama ikimiz de sus pus arabaya doğru yürüyoruz, o gün hiç konuşmuyoruz. eve gidince odama geçip yatağıma uzanıyor ve düşünmeye başlıyorum; yaşadıklarım gerçek olamaz, kesinlikle bir şeyleri atladım ve bu adam bir dolandırıcı. elimle topladığım o cisimleri bir şekilde leğene attı ve ben olayın heyecanıyla bunu nasıl yaptığını fark edemedim. bunun başka bir izahı yok ! bundan sonraki ilk görüşmemizde bizden para isteyecek. eğer isterse para falan vermem, ben zaten büyüye de inanmıyorum,ne olabilir ki ? hadi diyelim ki var böyle bir şey, kim bize neden yapsın ki ? buna benzer düşüncelerle uykuya dalıyorum. ama her şeye rağmen huzurlu bir uyku uyuyorum.

    ertesi gün arıyor, "hüküm geldi,gelin tebliğ edeceğim" diyor. abla diyorum, biz sıçtık. şu an bu adam ne derse yapacağız farkında mısın ? kafasını sallıyor. neyse girdik bir yola artık deyip, olayın akışına bırakıyoruz kendimizi. gidiyoruz evine tekrar, oturtuyor bizi anlatmaya başlıyor. 19 gün ibadet verildi, sen şunları sen de şunları okuyacaksın her gece şu saatte diye elimize birer kağıt tutuşturuyor. bakıyorum bir takım dualar, türkçe yazılmış arapça bir takım yazılar. iyi diyoruz. bu kadar değil diyor, sonra bir haber gelecek bir adağımız olacak. beraber gidip halledeceğiz. adak ne demek ? bir hayvanı kurban edeceğiz. yapamam ben hayatta diyorum. yapacakmışım meğerse. o an bilmiyormuşum sadece. bir de safran alacaksınız diyor, ispanyol safranı." kaç kilo alınacak şu an bilmiyorum, hüküm gelince söyleyeceğim" diyor. (bilmeyenler için : ispanyol safranı çok pahalı bir baharat, aktarlarda kilosu o zaman 300-400 lira gibi bir şeydi, bu gün kaç liradır bilmiyorum) işte hikayenin tam da burası dolandırıldığımızdan emin olduğum kısım ! ama gönüllüyüm de dolandırılmaya yani. eğer adam bir ilizyon yapıyor ise, sonuna kadar hak ediyor parayı çünkü ben hileyi yakalayamadım. az sonra -adım gibi eminim ki- "bende safran var siz 300'e aktarlardan almayın ben size kilosu 200'den vereyim" diyecek diye bir öngörüm var. derken beklediğim an geliyor; "safran konusu önemli, büyüyü kaldırmak için olmazsa olmaz bir şey bu. eğer paranız varsa size söyleyeceğim miktarda alır gelirsiniz. paranız az ise bize hayır için bırakılan safranlar var piyasanın altında bir ücretle benden satın alırsınız eğer hiç paranız yoksa da ücretsiz olarak onlardan kullanır,hayır duası edersiniz" diyor. lan nasıl ? yok artık, bu kadarı mümkün değil. her halde bizi düşündüğümden daha fazla yolacak bu adam, şu anda güvenimizi kazanmaya çalışıyor...

    **** ikinci bölüm****

    ibadet görevi dediklerini yapıyoruz, süre bitiyor. arıyoruz ama ulaşamıyoruz. telefonları kapalı. o bizi arar diyoruz ama ses yok.bu arada ikimiz de enteresan bir şekilde kendimizi daha iyi hissediyoruz. aradan 1 ay kadar geçiyor ve telefon çalıyor. arayan o ! hazır mısınız diyor, yarın nevşehir'e gidiyoruz. haydaaa nereden çıktı şimdi bu. ne yapacağız abi orada ? hacı bektaş-ı veli türbesini ziyaret edeceğiz, sonra adağımızı keseceğiz, aynı gece geri döneceğiz. hadi bakalım ! ablamla göz göze gelip karar veriyoruz. gideceğiz ! ertesi sabah güneş doğmadan arabaya atlayıp yola çıkıyoruz. 5-6 saat sonra varıyoruz. türbeye giriyoruz bu önde biz arkada. dolanıyoruz içeride, bir şeyler anlatıyor oranın tarihiyle ilgili. dedeler,erenler, savaşlar,dövüşler... sonra bir takım dualar ediyor biz mal mal yanında beklerken. türbeden çıkarken oradaki bir görevliye kurban kesmek istediğimizi, nereden koç alabileceğimizi soruyoruz. bizi belediyeye ait bir mezbahaya yönlendiriyor.hayvanı da oralardan bir yerden alıp mezbahaya gidiyoruz. başında durmamız ve izlememiş şartmış. korkunç bir katliamı izlemek zorunda kalıyoruz. hoca adamlara hayvanı 19 parçaya ayırmasını söylüyor. adamlar parçalayıp etleri ve sakatatları poşetliyorlar. daha sonra ablama dönüyor ve " bu adak ve dağıtımı senin görevin, şimdi bunları fakir fukaraya dağıtacaksın" diyor. hayatımızda ilk defa geldiğimiz bir yer, nasıl yapacağız ? ömrümüzde böyle bir şey yapmadık. hiç tanımadığımız, bilmediğimiz insanların kapısını çalacak ve onlara kurban eti vereceğiz. mezbahadaki adamlara soruyoruz, ihtiyaç sahibi aileler var mı bildiğiniz ? bir mahalle var diyorlar, hangi kapıya gitseniz hepsi ayrı sefalet, ayrı trajedi, ayrı hikaye. adresi alıp gidiyoruz. hakikaten inanılmaz bir yer, gördüğümüz en virane evlerin kapılarını çalıyor, etleri dağıtıyoruz. kimse itiraz etmiyor ve hayır duası ederek etleri alıyorlar. içimiz acıyarak ayrılıyoruz, ve tekrar istanbul'a doğru yola koyuluyoruz. eve vardığımızda yorgunluktan hareket edecek halimiz yok. yatıyor uyuyoruz.

    bu arada yolda enteresan muhabbetler dönüyor, hocanın alkol falan da kullandığını öğreniyoruz. hatta beraber bira içiyoruz. adam bize hayatını anlatıyor, ticaret yaptığını, bitkisel ilaçlar sattığını öğreniyoruz. ben sürekli yokluyorum adamı, leğenden o cisimlerin nasıl çıktığını sorguluyorum.benim ısrarlarım neticesinde bir açıklama yapıyor ama öyle bir açıklama ki inanana aşk olsun ! değme bilim-kurgu filmi eline su dökemez ! bizim anlayabileceğimiz şekilde anlatması gerekirseymiş !!? yapılan büyüler,yapan kişiler tarafından bir yerlere gömülüyor ya da bırakılıyor. kurbanın evinin bahçesine, ya da saksıdaki bir çiçeğin toprağına, ya da evindeki bir eşyanın içine vs... fiziksel olarak farklı yerlerde olsalar da, büyü dünyasında özel bir yerde bir arada duruyorlarmış.bir oda gibi düşünün. bir takım kutsal varlıklar (melekler diye tanımlananlar olduğunu tahmin ediyorum) o büyüleri bulundukları yerden alıyor, sonra da bizim leğene bırakıveriyorlarmış. bizim leğeni bir kapı gibi düşünebilirmişiz. büyü dünyasına açılan bir kapı ! bu açıklamadan sonra adamın deli, bizim de gerizekalı olduğumuza kesin olarak kanaat getirsem de, maceracı ve şüpheci tarafım olayların gidişatına müdahale etmeme engel oluyordu. bu macera bitene kadar devam etmeye kararlıydım...

    **** üçüncü bölüm ****

    istanbul'a döndükten sonra, almamız gereken safran miktarları da belli olmuştu. üzerimizdeki büyülerin gücü farklı olduğu için, ikimiz için farklı miktarlar belirlenmişti. tam rakamları hatırlamıyorum ama, 2,5-3 kilo ablam 1- 1,5 kilogram da benim için gibi bir şeyler kalmış aklımda. toplam 3-4 kilogram civarı yani. o kadar paramız o an için yoktu ama, bedava almak da istemedik nedense. detayları anlatmaya gerek yok ama kendi irademizle, hiç bir zorlama olmaksızın hocadan almaya karar verdik ve piyasa fiyatının oldukça altında bir rakam karşılığında temin ettik. hoca safranları bir ilaç gibi hazırladı ve tarif ettiği üzere bir kısmını içerek, bir kısmını da vücudumuzu yıkamak sureti ile bir hafta süre içerisinde tükettik. tüm olay süresince hocaya yaptığımız tek ödeme bu oldu, bu arada safranın gerçek ispanyol safranı olduğunu da belirteyim. farklı kaynaklardan doğruladık.

    safran terapisi de bittikten sonra, artık bu iş bitti diye düşünüyorduk. ancak yanıldığımızı fark etmemiz çok uzun sürmedi. bir kaç hafta sonra yolladığı bir mesajla konunun kapanmadığını, karşı tarafın durumun farkına vardığını ve durumu tersine çevirmek için bir takım varlıklar (bunların da cinler diye adlandırılanlar olduğunu tahmin ediyorum ) aracılığı ile faaliyetler yürüttüğünü bize aktardı. o anda güney sahillerimizdeki popüler bir sayfiye yerinde, yazlığında tatil yaptığını,acil olarak oraya gitmemiz gerektiğini de söyledi. yok ebenin örekesi ! demedik tabi,bundan öncesinde yaptıklarımızı da göz önünde bulundurarak. atladık arabaya gittik ( ne kadar işsiz olduğumuzun bir başka ispatı da her arandığımızda atlayıp gitmemizdir sanırım) bir otele yerleşip, ertesi günü hocanın yazlığa gittik. benim tamamen temizlendiğimi, ancak ablamın durumunun devam ettiğini; bir leğen seansı daha yapmamız gerektiğini söyledi. bunu duyunca ben de o sırada odada olmak istiyorum dedim.bana çok enteresan geldi ama hoca talebimi kabul etti. olayı üçüncü kişi olarak yaşayacak olmak beni çok sevindirdi,keza adamın hilesini kesin olarak yakalayacağıma emindim. ama tahmin edebileceğiniz gibi, çok dikkatli izlememe rağmen hiç bir açık yakalayamadım. seans başarı ile sonuçlandı ve bir çok cisim toplandı sudan. kafayı yemiş vaziyette otele geri döndük. olay bitti diyerek, ertesi sabah yola çıkarız düşüncesiyle uyumaya karar verdik, ama hocadan gelen telefonla yanılmaya doyamamamızın sebebini sorgulamaya başladık.

    çabuk gelip beni alın, bir yere gideceğiz dedi. haydaaaaa bu nasıl iş diyerek, gidip adamı aldık. arka koltuğa oturdu "devam et" dedi. nereye ? dedim. "bilmiyorum, yolda söyleyecekler" diye cevapladı. olay artık içinden çıkılmaz bir hal almıştı. hadi bakalım deyip sürmeye başladım, şehirden çıktık, dağlara doğru gitmeye başladık. yol ayrımına geliyoruz, son ana kadar ses çıkarmıyor, son anda "sağa dön, sola dön, düz git" diyerek yönlendiriyordu. 2 saat kadar allah'ın dağlarında dolaştıktan sonra (gerçekten dağa çıktık 1500-2000 rakımlı yerlerde dolanıyorduk) burada dur diye bağırdı. durduğum yer en yakın yerleşim birimine 40-50 kilometre mesafede, tek bir lambanın, ışığın olmadığı bir noktaydı. "arabayı park et, buradan sonrasını yürüyeceğiz" dedi. içimden bu gece öleceğiz her halde diye geçiriyorum ama hoca da benim yarım kadar bir adam. fiziksel olarak bir zarar vermesi mümkün değil bana, bir de önceden referans sağlam ablamın arkadaşından ötürü. güvendik devam ettik. 10-15 dakika zifiri karanlıkta ağaçların,otların arasından ilerledikten sonra, yüksekçe bir uçurumun önüne geldik. " tamam" dedi, "burası" artık kafamın içinde bile soru sormaktan vazgeçtiğim için olacakları beklemeye başladım. ahım şahım bir şey olmadı, uçurumdan karşıya, boşluğa doğru bağırdı çağırdı, bir takım arapça şeyler söyledi, sonra da hadi gidiyoruz diyerek arabaya doğru yürümeye başladı. dedim abi noldu şimdi ? "öldürmemiz lazımmış" dedi. kimi öldüreceğiz ,neden öldüreceğiz gibi saçma sorular sormadım takdir edersiniz ki. tamam öldürelim madem öyle diyorsan deyip devam ettim.ertesi gün de yola çıkıp geri döndük.

    **** dördüncü bölüm - final ****

    aradan geçen uzunca bir zaman diliminden sonra, beklediğimiz telefon geldi. bu gece gidiyoruz ! atladık arabaya, yine aynı hikaye. nereye gideceğimizi bilmiyoruz.bilgi sürekli yolda geliyor !. edirne istikametinde yola koyulduk, 1- 1,5 saat kadar yol aldıktan sonra ana yoldan ayrılıp, köy yollarına daldık. sabahın 3'ü falandı sanırım. bir köye giriyoruz, köy mezarlığının önüne geliyoruz, "bu değil" diyor. başka bir köy,başka bir mezarlık. "yok bu da değil" dört beş köy ve mezarlık gezdikten sonra final durağımızı bulduk. köyün biraz dışında bir mezarlık. "burada park et, farları söndür, arabayı çalışır durumda tut " dedi ve ablamla beraber arabadan indiler. ben de geliyorum dedim, olmaz dedi. "köylüler fark ederse gece vakti mezarlığa girdiğimizi, bizi perişan ederler" dedi. "ayrıca bu sefer sadece ablanın olmasına izin verildi" ablama baktım, kafasını salladı, onay verdi. mecburen oturdum arabada. bana bir ömür gibi gelen 15-20 dakikanın ardından mezarlıktan sakince çıkıp arabaya bindiler, "çabuk gidelim her şey bitti" dedi. yola çıktım ama ikisinin de ağzını bıçak açmıyor. nooldu diyorum, cevap yok. bir süre sonra konuşmaya başladılar, girmişler mezarlığa, bir mezarın başına gelmişler. hoca ablama ortasından ikiye açılmış bir kuran-ı kerim uzatmış,"yere çömel, bunu yüzüne yakın bir mesafede tut" ne duyarsan duy, ne hissedersen hisset,sakın ha bakma, yüzünden çekme diye tembihlemiş. hemen yanı başında ama,uzansa dokunacağı mesafede. ablam söyleneni yapmış, hoca da uçurumun kenarında olduğu gibi başlamış bağırmaya, tam o sırada boğuşma sesleri duymuş bizimki. baya kavga ediyor gibi iki insan. çığlıklar, hırıltılar, nefesler. sonra büyük bir alev topunun sıcaklığını hissetmiş ve aydınlığını görmüş ablam. baya kuvvetli diye anlatıyor, öyle çakmak ateşi gibi değil, sanki bir tüp alev almış gibi. ondan sonra da çıkıp geldiler işte. hocayı evine götürdük, arabadan indi adama bir baktım, yüzü gözü, kolları lime lime ! her yeri çizik içinde kanıyor adam ! "hadi geçmiş olsun, artık tamamen bitti" dedi. ve bu sefer gerçekten bitmişti. bir daha görüşmedik, ablamla bir kaç kez telefonlaşmışlar, bir de bayramlarda kandillerde tebrik mesajı attı yıllarca.

    ben bu olayı annem,eşim ve bir kaç arkadaşım dışında kimseye anlatmadım.ama hep şüphe duyduğum, hala inanmakta güçlük çektiğim bir olay olarak hafızamda ilk günkü tazeliği ile duruyor. düşünmeden edemiyorum; olanlar gerçek miydi ?adamın amacı neydi ? bizden aldığı para ile yaptıklarını düşününce çok anlamsız, lafı bile edilmeyecek bir rakam. sonradan aramaması, bir şey talep etmemesi... her şeyden önemlisi o günden sonra işlerimizin,hayatlarımızın yoluna girmesi.bunlara sebep olan biz miydik, yoksa yaşadıklarımız mı bilmiyorum. yorumu da sizlere bırakıyorum...

  • askerdeydim. kışın ortası. tüccarlarıyla ünlü boktan bir iç anadolu şehrinin rakımı en yüksek kışlasında, eski bir ermeni ruhban okulunun taştan duvarlarının arasında göt donduruyordum. disiplin subaylığında yazıcıydım. sabah yedi civarı. şubeye yeni gelmiştim. daha komutan yok ortada. benle beraber şubede görev yapan diğer 2 asker de içtimada. tek başıma bilgisayar karşısında yorgun bir şekilde oturuyordum. yetiştirilmesi gereken bir sürü yazışma var. onları halletmem gerek. gece 1-3 nöbet tutmuştum, uyuduğum süre maksimum 2 saattir. içim geçmiş oturduğum yerde. normalde çok dikkat ederdim. çünkü komutan sağı solu belli olmayan, arada sinir krizleri geçiren bir ruh hastası.

    rüyalarını hatırlayamayanlardanım. ama o gün gördüğüm rüyayı hiç unutmam. küçücük ama çok güzel bir koydayız. ben de küçücüğüm. 6 yaşında filan. yanımda rahmetli dedem var. bana yüzmeyi öğretiyor. su sıcacık ve berrak. gözümü suyun içinde açıyorum ama yanmıyor. etrafımızda dolaşan renkli balıkları izliyorum. öğrendin yüzmeyi seni bırakıcam kendi başına çok güzel yüzeceksin diyor. ben biraz daha sen yüzdür diyorum. kırmıyor. sonra beni bırakıyor. arkamı dönüyorum, yok. ağlamaya başlıyorum.

    gözümü açtığımda hüngür hüngür ağlıyordum. kafamı çevirmemle ruh hastası komutanı yanımda görmem bir oldu. “oğlum nöbet tutup uykusuz kalıyorsunuz, üstüne al şunu üşüme” deyip parkasını üzerime örttü. ağlamamla ilgili hiçbir şey söylemeyip odasına geçti (o çapta bir saykodan beklenmeyecek bir davranış). çekmeceden bir peçete bulup yüzümü gözümü sildim. bilgisayar açıktı zaten, ekran koruyucusu devreye girmişti. fareyi oynattım. gözüm sağ alt köşeye ilişti. dedemin ölüm yıl dönümüydü. şu hayatta tanıdığım en güzel insandı dedem. gidişi çok koymuştu. siktiğimin askerliği tarih algısını da almış benden. ama dedem o kış günü dağın tepesindeyken beni sıcacık denizde yüzdürdü. toprağı bol olsun.

    not: biliyorum olay doğaüstü değil, bilinçaltıyla ilgili. yine de yazmak istedim.

  • bunu çok yakınlarım hariç kimseye anlatmadım. burada zaten kim olduğumuz belli olmadığı için yazmamda bir sorun yok.

    yıl 2010, amerika'nın alaska eyaletindeyim*

    orada yaşamaya başlayalı yaklaşık iki ay olmuştu. şehrin yaşam tarzına artık alışmıştık. mesela sokakta yürüyen bir tek insan yoktu. sadece biz türkler yaya idik, herkes arabayla geziyor.

    birgün marketten çıktım bisikletimi bağladığım yere doğru ağır ağır yürüyorum. arabanın birinde şoför koltuğunun yanında bi tane yaşlı adam oturuyordu, adam aynı dedem. ama bukadar benzer yani. kendimi ona bakmaktan alamadım çünkü aşırı benziyor. o da bana bakıyor. artık o kadar uzun bakıştık ki adam elini yavaş yavaş kaldırıp bana selam verdi. yavaş yavaş diyorum çünkü galiba adam felçliydi, felçli tanıdığı olanlar bilir, hani ilkokulda hoca parmak uçlarımıza cetvelle vururdu ya, parmaklarımızı birleştirirdik, hah işte eli öyleydi. o şekildeki elini yavaşça başına kaldırarak selam verdi ve gülümsedi.

    ben iyice heyecanlandım çünkü benim dedem de felçli. adamın yanına gitmek istedim ama hasta olduğu için birileri adama zarar vereceğimi düşünür diye çekindim ve gitmedim. arkama baka baka gittim ve adam da hiç gözünü benden çekmedi.

    türkiye ile aramızda 11 saat var. yani alaskada sabahken türkiyede akşam oluyor. ben ertesi gün sabah yani türkiyede akşamken bizimkileri türkiyeyi aradım, normal konuştuk ettik. dedemin öldüğünü söylediler. ne zaman dedim dün dediler. yani benim o markette dışarıda o adamla selamlaştığım an.

    dedem yaklaşık 25 sene felçli yattı, yatalaktı yani. çok zor yıllar geçirdi. ben dedemin normal halini hiç göremedim. bir kere bile sohbet edemedik yani adam zaten yatalak. ama hep sıcaklık hissederdim adamcağıza. severdim yani.

    lafın özü bu olay bana pek tesadüf gibi gelmedi. dedemin zaten hayatımızda bir yeri yoktu ki hatırladım özledim aklıma geldi ölümü de ona denk geldi desem. adamın öldüğü anda benim birini ona sanki oymuş gibi benzetmem, elin amerikalısıyla vedalaşır gibi selamlaşmamız bana gülümsemesi kaybolana kadar birbirimize bakmamız..

    dedemin kafamdaki görüntüsü hep o adamın görüntüsüdür, diğer hallerine dair gariptir ama hiç bir anı yok. hep o gülümseyip bana selam verdiği anı hatırlıyorum.

  • bizim aile o kadar çok badire atlattı ki bunun artık şans olmadığını, doğaüstü güçlerin müdahale ettiğini düşünmeye başladım.

    - 1995 senesi büyüm amcamın (büyükbabamın kardeşi) paris'te yaşadığı binada yangın çıkıyor. en üst katta olduğu için pakistanlı hapı komşusu kadını ve çocuklarını alıp tavana çıkıyor. tavandaki ufak yedek su deposunu patlatarak açık alanda kurtarılana kadar bekliyor ve hayatta kalıyorlar. apartmandan sadece giriş kattakiler ve tavandaki bizim güruh sağ çıkıyor.

    - 1999 depreminde dayımların kaldığı beş katlı bina yıkılıyor. evdekiler yazlıkta olduğu için evde yalnız olan dayım kolon zannederek sarıldığı halıyla birlikte balkondan düşerek burnu bile kanamadan kurtuluyor. diğer dört aileden sadece iki çocuk havalandırma boşluğuna düştükleri için kurtulabildiler.

    - 2001 yılında yukarıda bahsettiğim dayımın bir ufağı abd'de çalışıyordu. çalıştığı firmanın merkez ofisi dünya ticaret merkezinde ve tam da 11 eylül günü toplantı düzenleniyor. saat 9 civarı olacak toplantıdan önce gidip yakında bir kafeteryada kahvaltı yaparken toplantının iptal olduğunu öğreniyor. o yüzden acele etmeden yemeğini bitiriyor fakat hazır gelmişken merkez ofiste gözüne kestirdiği bir çıtıra selam etmek için sokağa çıktığında uçağın çarpışına kendi gözleriyle kanlı canlı şahit oluyor.

    - 2003 senesinde levent çarşıda bir firmada staj yapıyordum. hsbc binasının solunda tam çarşının girişindeki pastaneden börek alıp iki sokak ötedeki ofise gittim. ben daha ofis kapısına varamadan kamyon patladı ve o acı olay yaşandı. geri koşup olay yerine vardığımda gördüklerimi hala unutmadım. parçalanmış insanların görüntüsü yıllardır gözümün önünden gitmiyor.

    - 2015 paris saldırılarında yukarıda bahsettiğim büyük amcamın torunu saint denis civarında arkadaşlarıyla gezerken yakınlarındaki barda patlama yaşandı. kendilerinden önde giden bir grup arkadaşından yaralananlar var.

    - 2016 tbmm'de çalışan halam işten çıkıp eve giderken patlama yaşanıyor. patlama alanına bir kaç dakika uzaklıkta ve aracında olduğu için fiziki hasar görmüyor fakat o günden beri ağır paranoya içerisinde.

    - 2016 atatürk havalimanı saldırısı. kuzenlerimden birisi bir saat önce çıktığı için kurtuluyor ki normalde tam olay saatinde çıkması gerekiyordu. küçük kardeşi olan diğer kuzenim ise içeride mahsur kalıyor. mesai arkadaşı dışarı sigara içmeye çıktığı için hayatını kaybediyor. ikiside işi bırakıp antalya'daki evlerine geri dönme kararı aldılar.

    -2016 münih avm saldırısı. çocuklarıyla iki dakika önce parktan dönen kuzenim balkona çıkıp sigara içerken silah seslerini duyup içeri kaçıyor. şimdi hepsi evde korku içerisinde tehlikenin geçmesini bekliyorlar.

    nereye kadar sürer bu şans bilmiyorum fakat dünyanın neresinde olursak olalım çevremizde bir şeyler oluyor ve bir şekilde hayatta kalıyoruz sülalecek. çoğacayip.

  • kedilerin bazen duvara belirli bir noktaya manyak manyak dakikalarca bakmasına şahit olmuşsunuzdur herhalde. ben bu durumu kedilerin duyularının çılgın hassasiyetine verdim hep. minik bir sineğin sesi ve hareketini bile yakalayabilen psikopat canlılar ne de olsa. ancak bundan 2 yıl önce tecrübe ettiğim bir olay yüzünden hala duvara bakan bir kedi gördüğümde asabım bozuluyor.

    ankara'da abidinpaşa kurucu sokakta dedemin evinde dedem ve anneannemin vefatı sonrası teyzem yaşıyor. yalnız bir kadın ve bir kedisi var. bundan yaklaşık 2 yıl önce ankara'daki bir işim dolayısıyla kendisinde kaldım. şansıma o akşam da apartmandan bir komşu bebeği ile teyzeme laklaka gelmiş durumda. hoş geldin beş gittin sonrası misafirliğe gelen kadın bir ara "abla ya valla size gelince bizim emir dut yemiş bülbüle dönüyor ne ağlıyor ne de huysuzluk yapıyor senden hiç çıkmayalım biz hahahahia" şeklinde bir serzenişte bulundu. benim de dikkatimi çekti 1 yaşında sayılırdı heralde çocuk emekliyor filan ama bayaa biblo gibi acayip sakin, teyzemin kedisi de sakin bi canlı ve onun çevresinde dolanıyor filan... önemsemedim, göz ucuyla baktım hakkat dedim ve konudan koptum...

    neyse efendim uzatmayayım, kadın bir ara teyzeme yaptığı yeni örgülerden filan bahsetti göstercem sana filan dedi. tam getireyim ben abla da bir bak dedikten sonra, teyzem "yok getirmekle uğraşma birlikte gidip bir bakalım" dedi. yok olmaz molmaz derken bu ikisi kalktı arkadaşlar. emir veletini almadılar 2 dakikaya geleceğiz deyip.

    çocuklardan pek hazzetmeyen ben kaldım bir kedi ve çocukla yapayalnız. ben televizyona bakarken kediden çok sakin ve kısa miyav sesi gelmesiyle birlikte yerde oyuncakları ile oynayan velet ve kedi bir anda senkron bir şekilde hareket haline geçtiler. hareket hali dediysem velet emeklemeye başladı kedi de onun yanında ve bu ikisi salonun koridora açılan kapsının önüne gelip durdular. abi durdular diyorum ama ikisi de aynı anda durup aynı açı ile duvarın tavanla birleştiği yere bakmaya başladılar. bak hala asabım bozuluyor. noluyor lan diyerek yerimden kalktım ve ben de salak gibi aynı noktaya bakmaya başladım ama hiç bir şey yok... içten içe bir tırsma geldi bana hisediyorum ama bayaa durumla dalga geçiyorum... ben aldım çocuğu oyuncaklarının önüne bıraktım... bu neyse oynuyor filan... kedi tekrar geldi yanına veletin tekrar aynı sesi çıkardı ve bunlar yine senkron halde bu sefer teyzemin yatak odasına açılan kapıya hareketlendiler ve kapı girişinde durup içeride yatağın üst tarafına bakmaya başladılar.

    ben o esnada olanlara anlam vermeye çalışırken flashback etkisi nedir onu ciddi anlamda yaşadım. dedem kapı girişindeki holde kalp krizi geçirerek 1982 yılında vefat etti. anneannem de 1992'de o yatak odasında vefat etti. ben bu iki olayı ve az önce yaşadığım garip durumu birleştirip yok ya uyduruyorum ben mantık çerçevesinde düşün düşün derken, o suskun sakin velet yatak odasına bakarken bir anda gülmeye başladı. o an benim sıçtığım andır işte... çünkü anneannem son yıllarında yürüyemiyordu ve yattağından komik yüz hareketleri yaparak hep beni güldürürdü. nur içinde yatsın... tam telefonla teyzemi arayacakken teyzemle komşusu hahahihi dış kapıyı açıp içeri girdiler, onlar içeri giriş yaparken velet salonun ortasına gelmişti kedi de saçma salak yalanıyordu...

    tüm bu olaylar 5 dakika içinde oldu. ben ne teyzeme ne kadına yaşadıklarımı anlatabildim. o gece uyuyabildim mi? nah uyudum...

  • msn rüzgarının estiği yıllar. whatsapp portakalda vitamin, facebook var mı emin değilim..
    hatırlarsınız; kanka kız msn'si var mı? sorusunun sorulduğu yıllar.

    oyun_bozan@hotmail.com adresiyle fırtınalar estiriyorum..
    serpil'le tanıştık. fransa'da yaşayan gurbetçi bir ailenin en büyük kızı.
    zalimguzel@hotmail.fr

    bütün gün serpil'le konuşuyorum. yatıyorum serpil, kalkıyorum serpil. 1 ay sonra o malum şarkı patladı..

    "zaaalim, oyunbozaan. sen de, bu büyü de yalan."

    ''yok artık!! böyle tesadüf mü olur?'' dedik ve aşık olduk.
    o zalim, ben oyunbozan..
    o fransa'da, ben türkiye'de..
    ancak her aşk gibi kısa sürdü ve ayrıldık..
    ----------------------

    yıllar geçti. biz büyüdük, msn tarih oldu.. bir gün serpil ekledi facebook'tan ve yine konuşmaya başladık..

    - biliyor musun? türkiye'ye her gelişimde seni aramak istedim ama bir türlü cesaret edemedim. beni unutmuş olmandan korktum..

    + seni unutmak mı? deli misin sen?
    aylarca yazmanı bekledim. fotoğrafına bakıp içtiğim günlerin sayısını ben bile bilmiyorum.
    ne unutması serpil? anahtarlığımda bile senin resmin vardı. eve girerken seni görüyordum, evden çıkarken seni..
    ne unutması??

    bir hafta sonra malum şarkı patladı..
    " eve senle dönüyorsam, evden senle çıkıyorsam, yine de doyamıyorsam, aşksın.."

    birkez daha başladık, hiç ayrılmamak üzere.
    ama nerdee?
    2 hafta geçmeden, savrulduk gittik yine..
    ------------------------

    aylar, yıllar geçti.. sayısız kez sarhoş, sayısız kez aşık oldum. aldattım, aldatıldım. terkettim, terkedildim..
    unuttum, unutuldum..

    bir gece serpil aradı. türkiye'ye gelmiş, çok özlemiş..

    - gitmeden görüşelim, mesela çarşamba akşamı.
    + çarşambaya çok var. ben de çok özledim. yarın akşam görüşelim mi?
    -bugünkü gibi yağmurlu olmazsa olabilir. haberleşiriz..

    yarın, tıpkı dün gibi yağmurluydu.. yine de buluştuk..

    sarıldım, sımsıkı sarıldım.. ilk kez, rüya gibi, yıllar sonra..
    sarıldık, yağmur durdu, ağladık..

    - artık yağmur yağmaz, sarıldım sana..
    + bırakma beni.

    2 hafta sonra malum şarkı patladı..
    " sana sarıldığım an, yağmur duracaktı.. "

    gel de yeniden aşık olma! ömrümün en güzel iki haftasını geçirdim. güldüm, sevdim, sevildim.. bir daha hiç bırakmamak üzere tuttum ellerinden..

    ancak yalnızca 2 hafta sürdü. önce gitti, sonra bitti.. her zaman ki gibi..
    -----------------------

    dün yine aradı. haftaya türkiye'de olucakmış ve bu sefer beni almadan gitmeye hiç niyeti yokmuş..

    " gelir misin? " dedi, " hiç düşünmeden. " dedim..

    hazır olun. yeni albüm kapıda..

  • daha önce başlıkta okuduğum entry'lerin aynısını son zamanlarda yeni gibi görmem ve eski entry'lerin ortalıkta olmaması. ya ben zaman zaman gelecekten entry'ler görüyorum ya da yazılar hortluyor, bilemedim.