postmodernizm

  • şimdi hazır bu kadar saçmalanmış, malum ağanın eli tutulmaz, aslında başka bir yeri de tutulmaz, o yüzden bu cümlenin sonunu da doğru düzgün getirmeyerek hem sizin hevesinizi kursağınızda bırakma, hem de maluma ayak uydurma yolunda bir kapı kapatayım. tek parti döneminin ünlü valisi nevzat tandoğan'ın dediği gibi, ulan öküz alt-right, postmodernizm senin neyine? bu ülkede postmodernizm eleştirilecekse onu da biz eleştiririz elhamdüllillah.

    ha dersen ki savunan da saçmalıyor, işte orada zaten madalyonun iki yüzü var, ama madalyon sahte olduğu için ikisinin de bir anlamı yok. bu mesela konsepte çok uydu. bugün biraz system justification theory okudum, asabım bozuldu. bir de idari tarih okuyordum, çok efkarlandım. misal eski türk siyaset felsefesindeki kut kavramına gittim. yalnız bu arada derrida'nın anasına küfretmişsiniz, o olmamış, sizin ananıza bacınıza yapılsa hoşunuza gider mi?

    ne diyordum, kut diyordum. orta asya türklerinde de, hemen her yerde olduğu gibi, hükümranlığın kaynağı da, meşruiyeti de tanrıda bulunuyordu. kut, devletin tepesindeki hakana tanrı tarafından bahşedilen bir şeydi, bahşedilmiş olduğunun delili, hakanın hakan olmasıydı. kendisine tanrı tarafından kut bahşedilmişti ki hakan olmuştu, yoksa zaten olamazdı. ha diyelim ki iktidarı kaybetti, bu durumda cici kut uçmuş olurdu, mesela hakanın kardeşi onu öldürüp yerine geçtiyse, kut bu sefer ona bahşedilmiş demekti. her durumda, iktidarın sahibine çalışan bir meşruiyet membaı, öyle ki, bir aile eline geçirip uzun süre tutmayı başarırsa, tek tek kişilerden ziyade hanedanın ortak mülkü olarak kutsanıyor devlet, yeteri kadar efsaneleşirse başlı başına bir meşruiyet kaynağı haline geliyor hanedan, misal osmanoğulları da soylarını oğuz han'a dayandırmaya çalışıyorlar ısrarla, yine aynı şekilde timur'dan giraylara kadar pek çokları da şeceresini cengiz han'a dayandırmaya çalışıyor.

    başına devlet kutu konan hakan, bunu hak edecek bir şeyler yapmış olmalıdır tabi, yani kutun tesadüfi bir şey olduğu düşünülmez elbette, ancak bir şeyler yapmış olduğunun sağlaması da yine kut üzerinden yapılır, yani yapmış olmasaydı kut ona verilmezdi, verilmiş ki yapmış, yapmış ki verilmiş. bu sürekli kendine referans veren kısırdöngü üzerinden iktidara sonsuz bir meşruiyet zemini açılması, bunun mitleşerek asırlar boyu nesillerin zihnine hükmedebilmesi, hanedanın ortak malı olduğu için erkekler arasında paylaşılan ülke toprakları, derken dağılan ülkeler, sonra selçuklulardaki bitmez tükenmez kardeş kavgaları, derken osmanoğulları, sonra fetret devrinden ve bütün geçmişten ders çıkaran fatih'in kardeş katlini meşrulaştırması ve tahta çıkar çıkmaz altı aylık mı sekiz aylık mı olduğu üzerinde tartışma bulunan kardeşi ahmet'i boğdurması... tamam tamam sustum.

    hakana iktidarın tanrı tarafından bahşedildiğini nereden biliyoruz? çünkü öyle görünüyor. yani çünkü neden sen ben değil de o? tanrı bahşetmese nasıl olacak bu işler benim ağam babam? bahşedilmiş ki adam hakan olmuş, yoksa nasıl olacak? bu "öyle görünüyor" meselesi de çok ilginç aslında, dedim diye aklıma geldi bak, wittgenstein bir gün derste öğrencilerine sormuş, insanlar kopernik'e kadar neden güneşin dünya etrafında döndüğünü düşündüler? cevap gelmiş, çünkü öyle gibi görünüyor. bunun üzerine wittgenstein o öldürücü soruyu sormuş: peki dünya güneşin etrafında dönüyor "gibi" görünseydi nasıl görünürdü?

    elbette, cevap açık, exactly the same. hakan tanrı'nın lütfuyla değil de, kendi iradesiyle iktidarı elde etmiş olsaydı nasıl görünürdü? peki öyleyse niçin carl schmitt siyasal ilahiyat kitabında, modern devlet teorisinin bütün kavramlarının, dünyevileştirilmiş ilahiyat kavramları olduğunu söylüyor da; ilahiyatın tüm kavramları, uhrevileştirilmiş siyaset kavramlarıdır demiyor? bak bunu tartışmak güzel olurdu.

    her halükarda, iktidar hanedanın malıdır, bu öylesine benimsenmiştir ki, yıldırım timur'a esir düştükten sonra mesela, 10 sene kaos var, kardeşler birbirini yiyor, ama kimse kalkıp da osmanoğulları dışında taht için bir alternatif düşünemiyor. devlet bir ona, bir buna gülümsüyor, arsızca göz kırpıyor, cilveli cilveli bakarak, gerdan kırarak baştan çıkarıyor. kemal gözler, arapça "devle"den gelen devlet kelimesi ile latince "status" kökünden gelen state arasındaki farklara dair etimolojik bir tartışma yürütmüştü bir makalesinde; devle, tedavül ile aynı kökten, elden ele geçen şey anlamında, kuş misali bir ona bir buna konan, ele avuca sığmayan bir şey gibi. status ise bilakis, hal, durum anlamında, bir sabitliğe referans veriyor; sağlamca duran, hareketsiz duran bir şey. buralara gitmeyecektim aslında bak, ben system justification theory'den sonra da başka alakasız bir şeylerden bahsedecektim, çok metinlerarası olduysa affımı niyaz ederim. ama bu vesileyle, alakasız da olsa kafamda bir şeyler çakıştı, bir şeyler netlik kazandı, neden bahsettiğimi bir kez daha yazarak anladım, allah sizden razı olsun, başınıza kut sıçsın.

    iktidar, onu meşrulaştırmak için tanrıları bile istihdam ettirenlerin hikayesidir hep; böylelikle hakikati, o basit gündelik insan ilişkilerindeki en somut, en maddi pratikleri bile bir sis perdesinin hafifçe aralık kanallarından sızan güneş ışığına nazire yaparcasına, aşkın aşkın tüllerle sarıp sarmalar. sonra biri çıkar da hükümranlığınıza tükürmeye kalkarsa, oturup daha rasyonel bir ahlak üzerine düşünmek yerine, uçup giden kuşunuzun ardından gözü yaşlı bakakalırsınız. kuş ötüyor mu kuş? where are my dragons! ben ki, zillullahı fil arzeyn, akdeniz ve rumeli'nin, yedi krallığın hükümdarı, ejderhaların biricik annesi, sen ki kuzey vilayetinin kralı küçük jon. duydum ki benden yardım istemişsin. hele bir cigara ver.

    ben bir şeylere cevap verecektim sanki üşendim. uykum da geldi. ama çok orijinal saçmalayanlar var, onu da es geçmemek lazım. herif kadınları, eşcinselleri vs. rahat rahat aşağılama özgürlüğünün postmodernizm tarafından elinden alındığını düşünüyor, başımıza ne geldiyse bunlardan geldi diyor. yahu sen düz sığırsın, emin ol senin başına ne gelirse sığırlığından gelir, başka bir şeyden gelmez. ha yine de uçuruma mı bakacaksın, kırbacını unutma. ayrıcalığa yeteri kadar alıştıysanız, eşitlik zulüm gibi gelir. bir de, "ehli olmayana güzelliği göstermek zulümdür" diye bir laf vardı, o yüzden birileri güneşi tutarken çıplak gözle bakmayın. deleuze'ün dediği gibi, modernden post, sığırdan tost olmaz.

  • bazı düşünürlere göre 21. yüzyılın entelektüel vebası. yüzyılımızın düşünce sistemini ve eğitim kurumlarını ele geçirmiş bir salgın. neden böyle düşündüklerine dair, jordan peterson'ın söylediklerinden birkaç toparlama:

    postmodernizme göre hakikat özneldir. bu sebeple de bir değer sistemi yoktur. bir değer sistemi yoktur, çünkü ahlak sistemleri de hep görelidir. bu durumda nietzsche örneğin, insanın kendi içinden çıkan üstün bir ahlak anlayışını, üstinsan'ın ahlakını öngörmüştü. postmodernistler ise ahlakın varlığını temelden reddederler. her şey yorumlamadır (interpretation).

    marksizm'in daha önce ortaya attığı işçi sınıfı vs. burjuvazi kavgası, postmodernizm'de oppressed (ezilen) vs. oppressor (ezen) kavgasına genişletilmiştir. tabii ilk başta mantıklı gibi görünse de üzerine düşünülünce ezen vs. ezilen kavgasının bir dipsiz kuyu olduğu anlaşılır: herkes bir ya da birkaç yönüyle "diğerlerinden" geridedir. bu da o kişinin kendisini bir şekilde ezilen sınıfına sokabilmesini meşru kılar. örneğin, zeki olmayanlar, boyu kısa olanlar, ılımlı müslümanlar, lgbtq community'den olanlar vesaire vesaire. bu tasnifin sonu yok. bir kişi kendisini onlarca yönden ezilen ve başka onlarca yönden ezen sınıfına sokabilir. fakat gözümüze sokulan hep mağduriyetler olduğu için, böyle bir durumda herkes "ben de mağdurum ulan!" diye bağırır durur. evet birader, sen de mağdursun. dur iki dakka.

    nihayetinde postmodernizm bireyselliğe de inanmaz, çünkü her bir birey, ezilmiş bir komunitenin üyesi konumundadır onun için. "kimsin?" sorusunun cevabı, bir lgbtq sempatizanı olmak, bir siyahi olmak, bir kadın olmaktır. bir birey olmak değildir.

    postmodernizm entelektüel açıdan çekicidir, ama fikirsel olarak kuruluşunda payı olan mantık'ı da reddeder. ona göre mantık, güçlü olan sınıfın güçsüz olan sınıf üzerinde hegemonyasını güçlü kılmak üzere yarattığı bir oluşumdur. bizim alıştığımız üzere nesnel doğruya ulaştıran bir kavram değildir yani. zaten postmodernizm'de nesnel doğru yoktur demiştik, di mi? başka ne yok peki? diyalog da yok. diyalog kelimesi logos köküne sahip olup (mantık, yani logic de aynı kökten gelir) iki kişinin birbiriyle konuşup fikir alışverişinde bulunarak doğruyu bulabileceğini öngörür. postmodernizm bunu da reddeder!

    bir de, topluma "you cannot refer to me with that pronoun" yahut "did you just assume my gender?" gibi kanser kalıpların girişinin sorumlusu da postmodernist ideolojidir. postmodernizme göre gender identity(cinsiyet kimliği) özneldir. haydaaa, bu da mı? öyle. nitekim, karşınızdaki bir kadına her ve she kullanarak hitap etmek, batıda marjinalize olmuş bir kesim tarafından linç edilme sebebi olma yolunda emin adımlarla gidiyor. ısrarla "bana ze ile yahut xe ile hitap edeceksin" diyen bir güruh türedi. hatta sadece türemekle kalmadı, kanada'da bill c16 sayesinde artık eğer bir kişi size "bana şu pronoun ile hitap edeceksin" derse, o pronoun'u kullanmazsanız hukuken suç işliyorsunuz. daha önce, insanın konuşmasına figürsel bir zorunluluk getiren buna benzer bir yasa gelmemişti. jordan peterson bu yasanın ifade özgürlüğünü kısıtladığını düşünüyor. ona göre, böyle bir yasanın varlığı, önleyici ('bana şöyle hitap edemezsin') olacaksa mümkündür ama zorlayıcı ("bana şöyle hitap etmek zorundasın") olacaksa mümkün olmamalıdır. hele hele, bu türetilmiş (neologism) saçma sapan kelimelerin bu ideolojiye sahip olmayan birisine söyletilmesinin zorunlu kılınması hiç mümkün olmamalıdır!

    #70338017'de de söylendiği gibi, feministler ve social justice warrior'lar bu ideolojinin eseridir. bunu başımıza saldıkları için jacques derrida, jacques lacan, michel foucault ve gilles deleuze'e teşekkürü borç biliriz*