osmanlı imparatorluğu'ndaki filozof sayısı

  • bu dünyaya dair bir takım idealleri olan insanlarla tartışırken "en nihayetinde hepimiz yıldız tozuyuz ve ölüp gideceğiz, düşünmeye ne gerek var, salla gitsin" diyen eblehlerden öyle böyle tiksinmiyorum.

    osmanlı'daki rockçı ya da suşici sayısı ile filozof sayısının kıymetini kıyaslayanlar ağır beyin özürlü olsa gerek. suşiciler bir ülkeyi ülke yapmaz. rockçılar da bir devleti devlet yapmaz. mesela filozof ile suşiciyi bir tutarsan eğer gözünün önünde anan baban en basit hastalıklardan geberip gider; elinden ne kadar geri zekalı olduğunu düşünmekten başka hiç bir şey gelmez. çünkü modern tıp da felsefenin ürünüdür. çünkü modern tıp eğitimi de felsefe sonucu ortaya çıkmıştır. çünkü lise eğitimi felsefenin üretimidir. çünkü genel eğitim de felsefe sonucu ortaya çıkmıştır. çünkü felsefe moderniteyi yaratmıştır; modernite genel eğitimi, genel eğitim lise eğitimini, o da tıp eğitimini. böylece anan, baban, bacın hastalıktan geberip gideceği vakit felsefenin yarattığı modern tıp onları bir tek penisilin ile kurtarır. sen duanı kime tapıyorsan ona edersin o ayrı konu. felsefe ve modernite olmasın anam babam geberip gitsin dersen de o senin bir ahmak olduğunu gösterir. biz makul insanlar böyle şeyler söylemiyoruz.

    evet filozoflar dünyayı kurtarmışlar. topu topu 150 yıl öncesine kadar insanların ortalam ömrü 35-40 yıldı. bugün 70-80 yıl. hamam böceği beynine sahip bir takım gerizekalılar ilk entry ile özet tarihini sunduğum filozofların yarattığı dünya sayesinde iki kat ömür yaşıyorlar. çünkü felsefe/sanat/bilim iç içe kavramlar ve topu birden taassuba karşı. taassup da moderniteye ayak bağı olan dogma demek bu arada. çünkü modernite farklı dogmalara, farklı inançlara, farklı bok püsürlere sahip insanların bir arada yaşayabilmelerinin tek yolu. içinde pozitivizm ve sekülerizm var. felsefe senin götünün 35 sene yerine 70 senede toprağın içindeki kurtlar ve solucanlar tarafından yenmesini sağlıyor. 35 sene daha götün rahatta yaşıyorsun. çünkü bu insanlar düşündüler ve her biri bilime ilham oldular. bilimin önünü açtılar. nasıl biliyor musun? kiliseyi alt ederek. rönesans ve reform felsefenin ürünüdür. yığınları ikna etmiştir ve reform sonucu almanyada ve yine felsefenin ürünü olan fransız ihtilali sonucu fransa ve ingiliterede açılan kilise dışı okullar bugün senin içinde yaşadığın dünyayı yaratmıştır.

    o dünyada ne var biliyor musun?

    sabah kalktın ya hani? üzerinden kalktığın yatağı almanyadan alınmış makineleri olan bir fabrika yapıyor. almanya o makineleri nasıl yapıyor? martin luther'in reformu sayesinde.. başka? mesela karl marx sayesinde. lavaboya gittin diyelim apartman dairende. apartman dairen yapılırken kullanılan inşaat teknik şartnamesi fransa, ingiltere ve abd inşaat teknik şartnamelerinden çevrilme bu arada. neden osmanlıda yok? evet bildin onları yazacak adam yoktu osmanlıda. mesela betonarmeyi icat edecek adam yok çünkü onun selefi olan bilim türlerinin eğitimi verilmiyor: matematik, fizik, statik, dinamik, diferansiyal, mukavemet. neden? çünkü kimse gerek duymuyor bu eğitimi vermeye. o neden biliyor musun? çünkü osmanlı ne geçmişi yorumlayabiliyor ne de geleceği görebiliyor. peki o neden? çünkü felsefe haram. ehli sünnet fıkhının temel prensiplerinden biridir felsefenin haram olduğu. bizzat imam-ı hanbel ve imam-ı şafii'nin içtihatı var. imam-ı azam onlardan önce yaşadı. onun zamanında felsefe diye bir şey olsa o da haram ilan ederdi muhtemelen ki imam-ı azamın halefleri de haram ilan ettiler felsefeyi. evet uyandın ve konforlu, sıcacık evinde terliğini giyerek lavaboya yüzünü yıkmaya gittin. bastığın halıyı dokuyan fabrika ingilizin icadı. gittiğin lavabonun fayanslarını kesen makine amerikan icadı. musluğu açtın ya hani... akan su bize bernoulli'nin sunduğu bir nimet. newton katıların dinamiğini bulmuştu bernoulli de sıvıların.. yoksa o suyu o borudan 15. kata çıkarmaya çalış bakalım boruya mı üflersin artık ne yaparsın bilemem. newton ve bernoulli kim biliyor musun? ikisi de felsefenin yetiştirdiği çocuklar. yüzünü yıkayıp tuvalete sıçmaya mı gittin? düşün ki istanbul'da hala kanalizasyon sistemi yok ve tıpkı osmanlı dönemindeki gibi boklar foseptiklere birikiyor. 15 milyon insandan bahsediyoruz değil mi? kim başa çıkacak o kadar bokla? diyelim senin ufacık bir kızın var ve o boklu sokaklardan hastalık kaptı.. ister misin bunu? sen mi temizleyeceksin o bok dolu sokakları? hiç zahmet etme.. akışanlar mekaniği/hidromekanik kitaplarını açıyorsun ve senin o ufacık çocuğunun hastalanmaması için gerekli kanalizasyonun matematiksel formülünün yüz yıllar önce kafir avrupa'da bernoulli, euler, stokes gibi adamlar tarafından bulunduğunu görüyorsun.. ben şimdi euler'e secde etmeyeyim mi? euler'den başka kim daha fazla hak ediyor ulan kendine secde edilmeyi? benim boncuk gözlü kızımın bok uğruna ölmesini engelliyor adam. hem de 300 yıl önceki aklı ile. bu adamdan yüce kim var bu dünyada? afedersin büyük abdestini yaptın ve ellerini yıkayıp gardrobunu açtın değil mi? kim dikti o elbiseleri? 80 milyon insana elbiseyi dik dik biter mi? demek ki bir makinede seri üretim yapılıyor. o halde kim buldu o makineyi? ebu suud efendi mi buldu? küffar ve emperyalist ingiliz buldu. emperyalist olunca bilime yaptığı katkıları da siktir et gitsin değil mi? çıktığı ülke emperyalistse bugün yaşadığım dünyayı yaratan newton'un da amına koyayım.. bu mu mantığın? hem islamofobik olup hem de moderniteden tiksinen mantığını s*keyim bu arada.

    o pembe götün konfor arar şimdi senin. işe gitmeden kanepeye oturup bir tv izleyeyim dedin ya hani. o tv de senin karşısında ezim ezim ezildiğin rasyonalitenin ve felsefenin ürünü. iletişime yarıyor. aynı zamanda propaganda aracı ve zararlı yönleri de var. ancak bunu da ilk kez sen bulmadın. adorno söyledi bunu ve horkheimer. kültür endüstrisi dediler adına da. sen 60 yıl sonra haberdar oldun. pembe göt demiştik evet onu üzerine koyduğun kanepe de felsefenin ürünü olan makinelerce üretiliyor. çünkü felsefe sanayi devrimini başlattı. sanayi devrimi de keresteyi oyan, biçen, kesen makinelerin icadına giden yolu. çelik kapını iyi kapat evden çıkarken o da felsefenin ürünü çünkü. aşağıya indin ve felsefenin ürünü olan fransız teknolojisi arabana bindin ya hani hiç utanmadan. hatta az yaksın diye 1.2 motor falan almıştın arabayı. o motor hangi dilden gelme senin diline? peki o arabanın hangi parçası senin filozof yüzü görmemiş topraklarında üretiliyor? eşek gibi, köle gibi, hayvan gibi çalışıp bütün paranı fransıza, almana, güney koreliye yedirmiyor musun araba alırken? güney kore doğu mu? siktir git öğren güney kore, japonya, çin bat mıymış doğu muymuş. tarih okuyun ulan biraz.. almanın bulduğu sosyalizmle onca yıl idare olmuş çin nereden doğu oluyor? hukuk sistemleri ne peki bu devletlerin? roma hukuku.. güney kore germanic law denilen tee romadan gelme hukuk sistemini almış. türkiye de öyle. japonya da aynı. iran bile şeriatçı hali ile roma hukukunun napoleonic law denilen dalını kısmen uyguluyor. moğolistan nordik/germanik kırması. daha başka kim ne alacak oğlum bu batılı kafirlerden? arabasını almışsın, hukukunu almışsın, devlet teşkilatını almışsın, götünü koyduğun kanepe onlardan, dilini almışsın "ofis"te çalışıyorum diyorsun mesela, ingilizin futboluna ölüyorsun, amerikalının filmlerine dibin düşüyor, amerikalının kotu her daim götünde. haşamayı bırakıp boxer giyiyorsun. ulan tüketilecek her şeyi almışsın zaten almadığın tek bir şey var: felsefe. halbuki bir tek onu alsan geri kalan hiç bir şeyi almana gerek yoktu. kendin üretecektin hepsinin orijinalini/alternatifini.

    ister kabul et ister etme sen zaten bu adamların yarattığı dünyada yaşıyorsun. rızkını bu adamlardan alıyorsun. 35 değil de 70 yaşına kadar yaşayabiliyor oluşunu bu adamlara borçlusun. sonuç ne?

    e bunlar emperyalist biz ahlaklıyız.

    hassiktir ordan. o güç sende olsa en az onlar kadar emperyalist ve kan emici olacaksın sen de. en az onlar kadar katliamcı olacaksın. en az onlar kadar bebek öldüreceksin (zaten senin "doğu medeniyetin" dünyada en fazla katliamı yapıyor ya hadi onu konuşmayalım). en az onlar kadar böbrek çalıp kendi burjuvana yedireceksin. ne yani "bu dünyanın batısında yaşayanlarda bir tür emperyalistlik geni var ve onlar biyolojik olarak emperyalist doğar. doğusu ise bu gene sahip olmadığı için emperyalizm yapmaz ve sömürülür mü?" kabul et işte amk sen inancından/kültüründen dolayı geri kaldın. varoluşundan geri değilsin özün seni geri bıraktı. ötekiler inançlarını/kültürlerini/dogmalarını zaptederek ve kontrol altına alarak geliştiler. gelişen gelişemeyene hükmeder. ben burada emperyalizm ile, batının yüceliği ile veya batının ahlaksızlığı ile ilgilenmiyorum. ben etten ve kemikten bir insan olarak atalarımın beni bu hale getiren, aldığı her nefeste başka coğrafyadan insanlara muhtaç bıraktıran tarihini sorguluyorum. neden biz geri kaldık da onlar ilerlediler? neden hala daha geriyiz? neden ilerleyemiyoruz? neden güney kore'nin bir kaç on yılda yapabildiğini 100 yılda dahi yapamıyoruz? neden fakirlikte denk bile olsak bütün güney amerika ülkelerinden, sovyet bloğu ülkelerinden daha mutsuz hayatlar yaşıyoruz? türk dindarları mutlu mu? hele bir şu edirneyi geçin bu beylik lafları etmeden. bir yurt dışı görün de konuşun ulan! neden ben bu kadar berbat bir ülkede yaşamak zorundayım? berbat değil mi bu ülke? her gün bin tane ahlaksızlığa, hukuksuzluğa denk geliyorum, maruz kalıyorum. sen memnun musun? adam allahsızmış bir de. bana ne senin allahından? istersen maymuna tap. benim derdim akıl meselesi. hem allahlı hem akıllı olunabiliyor, hem allahsız hem akıllı da olunabiliyor. bunun farkına da akılla varılıyor. gerisinden bana ne ulan? allahlarınızla ilgilenmiyorum.

    islamın altın çağının ne olduğunu hala daha anlayamamış mankafalar gelip gelip aynı teraneyi öne sürüyorlar. bakın özet geçiyorum: sizin islamınızın altın çağı diye bir şey yok! sizin islamınız o altın çağı bitiren şey hatta. mutezililerin (ve yunan felsefesini devam ettiren orta doğulu filozofların) islam devletinde saygı görmesi diye bir şey var! islam dünyasından çıkan filozoflar o kadar sizdendi ki namaz bile kılmıyorlardı. bugünkü islamı bilen müslümanlar ibn-i sina ve farabi'yi sahiplenemezler. çünkü bugünkü müslümanlar ile farabi'nin dini aynı din değil. bugünkü müslümanlar gazalinin ürünüdür: farabi'yi kafir ilan eden adamın. on kere yazdım bunu. benden önce de yüzbinkere yazıldı. bunları okuyun artık amk! ne yapıyor muşsunuz? bugünkü müslümanlar/gazalici nihilist tayfa olarak bundan sonra ibn-i sina ve farabi ile hele hele onca zulmettikleri el kindi ile övünmüyormuşsunuz. ibn-i rüşd ile övünmüyormuşsunuz anlaşıldı mı? bunlar sizin dininize göre kafir ulan. neden hem kafir ilan edip hem de övünüyorsunuz? bunlar aristocu.. bunlar sizden değil! ve felsefe ile akıl kadim yunanın öncesinde sözlü sonrasında yazılı bir şekilde tek çizgi halinde ilerliyor. nereden mi biliyorum? çünkü bugün hint/arap/çin/japon/moğol hepsi artık bu çizgiden besleniyorlar. çünkü kendi lokal düşünce kavanozları hiç bir sike yaramadı. çünkü kendi lokal düşünce kavanozları bunlar götten sakatlanıp da ameliyat sırası beklerken beş kuruş fayda sağlamıyor. bunların hepsi karınları biraz ağrıdığı vakit aristoya, descartes'a muhtaç. sen "o muazzam özünden dolayı" muhtaç değilsen eğer odanın köşesinde halıya yüz üstü yat ve karın ağrısından geber o zaman.

    yok efendim bugün batı öndeymiş de önceden doğu öndeymiş. ben önceden doğsam bu sefer doğucu olurmuşum gelecekte de belki doğu tekrar öne geçecekmiş. o zaman ben çelişki içindeymişim tespitim yanlışmış ve geçici bir süre için gereksiz heyecan yaparak batı yalakalığı yapıyor, yoktan yere kendi tarihimi aşağılıyormuşum. göte göt demek ne zamandır kendi kendine küfretmek, kendi tarihini aşağılamak oldu? osmanlıda yüzlerce filozof olsun istemez miydim ben? neden olmadığını merak etmek suç mu? ve sebebi bu islam türüdür gelin bunu tartışın demek? bunu demek neden kendi tarihine küfretmekle eşdeğer oluyor ulan? bir de eğer felsefe tarihini takip ederseniz islamın şaha kalktığı yıllar ya kadim felsefeden beslendiği yıllar ya da rakiplerinin çok ciddi zillette olduğu yıllardır. islamın altın çağının yunan felsefesinin ürünü olduğunu ben söylemiyorum. muhammedin soyundan gelen ürdün kralı da söylüyor, suudi meclisinden vekiller de söylüyor. hatta islamın 9-12 yy arası filozofları kendileri söylüyor. hatta o dönemin abbasi halifeleri rüyalarında aristo ile tartıştıklarını kendileri söylüyor. akıl çizgisi yazının tarihinden beri tek bir çizgi. 13. yüzyıla kadar bir süre müslümanlar almış bunu sonra hıristiyanlar. ben şimdi hıristiyan savuncusu mu oluyorum bunu diyince? nasıl mankafalarsınız oğlum siz? git sen de al amk! sana alma diyen mi var? batının ya da doğunun tapulu malı mı akıl? felsefe hiç bir işe yaramadı ise bu sorunu çözdü: aklı kendine almak için sadece elindeki dogmaları bırakıyorsun kenara. dinini ve imanını akla uygun hale getiriyorsun. bugün akla uygun değil mesela: kadınlarınızı dövün diyor bir de deve sidiği için diyor ehli sünnet fıkhı. bunları terk etmem ben diyorsun illa. buna götün yemiyor diye ben neden emperyalist yalayıcısı oluyorum ulan?

    gazali ve tasavvufçular için müslümanın tarifi hani teneşirdeki ölü gibi teslim olmaktır ya... hiç bir müslüman da öyle teslim olmaz ha çoğunluğu yurt dışına çıktı mı anında karı kız avlamaya gider, yolsuzluk yapar, torpille akrabasını devlet kurumuna aldırır. ama her müslüman kıl dönmesi yaşadığında, felsefenin ürünü olan modern tıpla onun götünü iyileştirecek doktoruna domalarak teneşirdeki bir ölüden daha beter şekilde teslim olur. çünkü felsefeyi inkar edip de son ürünü tüketen insan parazittir, acizdir, asalak bir bittir, korkakça kenardan iğnesini batırıp da günlük ihtiyacını gidermeye çalışan iğrenç bir sivrisinektir. hamam böceğidir. parazitlikten kurtulun artık. bundan kurtulmanın yolu her gün en az bir kaç dogmayı çöpe atmaktır, mal mal nihilist yazılar yazmak değil.

    bugünkü dünya çok mu süper? modernite insanları aç, sefil, katledilmiş yapmıyor mu?

    bu soruyu da ilk siz sormadınız.. 19. yüzyılın sorusudur bu ve marx'tan habermas2a kadar hepsi bu soruya da cevap aramış. siz ancak bu soruyu sorup geri 13 yaşındaki kız çocuklarının evlendirilmesini yani pedofiliyi salık veren kendi islam mezhebinize dönersiniz.

    modernite ve bugünkü dünya da sefalete ve katledilmeye neden oluyormuş o zaman en iyisi 9. yüzyılda yazılmış el yazmalarına uygun yaşamak!!!?

    bu nasıl bir kafa lan? marx demiş modern dünya insanları köleleştiriyor.. dinleyen kim? allahsız bir ateist o değil mi? nietzsche demiş dini ahlakın yerine gelecek ahlakı tartışalım dinleyen kim? anca zaten 100-200 yıl önce sorulmuş soruları sorup götün götün kaçarsınız kendi buhranlarınıza. kendi dogmalarınıza. kendi orta çağınıza. nevrozlu puştlar. tartışılan cevapları yüreğiniz kaldırmaz. maazallah 1000 yıllık bir zincir var geçmişinizde ve o zincirin son halkası sizsiniz. işte gelenekçilik böyle mahkum eder sizi allahsız bile olsanız demokrasinin bu topraklara yerleşmesine en büyük engel teşkil eden dogmaları, ananız babanız öksürükten geberip giderken batıya el açıp tıp ve bilim dilenmenize rağmen o lanet dogmaları sizi insanlıktan çıkaran dogmaları "ne zararı var" yavşaklığı ile geçiştirirsiniz. içinizden kimileri var halvet olduğu 16 tane karısı 19 tane çocuğu olan 2. abdulhamid'in o çirkin sakallarında kutsallık ve maneviyat arar. kiminiz var pakistan ve yemen'deki çocuk gelin vakalarını umursamaz. kiminiz var kendine bir kez bile sormamıştır "ulan aynı ırktan olan bosnak-hırvat-sırp insanların kurdukları devletler arasında bosna hersek bile yugoslavyadan ayrılan devletlerin en faikiri ise bu islam acaba geri kalmışlığa neden oluyor mu?" neden kaçıyorsunuz oğlum bu sorudan? ben sizler gibi nihilist değilim, umursamaz değilim benim çevresi dogmalarla nasırlaşmış bir vicdanım yok pakistan'daki çocuk gelinleri dert edinirim ben. ülkemin geri kalmışlığını sorgularım ben. benim etrafı örümcek ağları ile 3000 kat sarılmış bir aklım yok. ben özümü sorgularım. özünü sorgulamayan, kendi tarihine eleştirel bakmayan 16 tane karısı olan adamları sırf padişah diye kutsal gören/evliya gören ahmaklardan değilim ben.

  • sıfırdır.

    düşüncenin kökenini öğrenme konusunda yazının tarihine mahkum olduğumuz gerçeği ile düşünürsek eğer 2600 yıl önce aydın milet'te thales, izmir efes'te heraklit, italya elea'da zenon öncülüğünde başlayan düşünsel süreç ve para karşılığı felsefe öğreten gezgin felsefeciler olan sofistler mö. 4. yüzyılda sokrat, platon ve aristo'yu ortaya çıkarmıştır.

    her şeyin başında bulunan ilk neden, ilk madde, ilk şey nedir? thales buna "su" dedi. cevabı saçmaydı ancak sorusu/merakı kıymetliydi. thales sonrası felsefe 2600 yıl boyunca bu soru ile epeyce uğraştı.

    sokrat, atinalıların devletini ve tanrılarını eleştiriyor diye 501 yurttaşın oylaması sonucu baldıran zehri ile idama mahkum edildi. mahkemedeki savunmasında "atinalıların yanlış yaptığını kendisine ömür boyu bedava yemek vermek yerine idama mahkum edilmiş olmasını bir türlü anlamadığını" söyledi. sokrat kendi ifadesi ile sorduğu sorularla herkesi rahatsız eden bir at sineğiydi. öğrencisi platon idealar kuramı'nı oluşturdu: gerçek bilgi sadece idealar dünyasından edinilebilir; yani gözlem ve deney yerine düşünerek hakikate ulaşabiliriz. aristo buna karşı çıktı: duyularımız ve algılarımızla gerçek bilgiye ulaşabiliriz. çok sonra rönesans dönemi ressamlarından raffaelo bu fikirsel çatışmayı resmedecektir: solda platon yukarıdaki idealar dünyasını işaret ederken sağda aristo bu dünyayı gösteriyor. aristo, rönesans dönemi avrupasında öyle tesirliydi ki söyledikleri ve yazdıkları tartışmasız doğru kabul edilirdi. hatta galileo pisa kulesinden aşağı ahşap bir topu ve savaş güllesini aynı anda bırakarak ikisinin de aynı anda yere düştüğünü gösterene kadar herkes aristo'ya inanıp daha ağır şeylerin daha hızlı düştüğünü sanıyordu.

    "bu önerme dahil hiç bir önerme kesin değildir" diyen pyrrhon mö. 3. yüzyılda herkese her şeyden şüphe etmelerini öğütlüyordu. çağdaşı epikür ise felsefeye "daha iyi bir hayata kavuşmak ve mutlu olmak" gibi bir misyon yüklemiş ölüm üzerine çokça düşünmüştü. "akıl doğru bir hayat yaşayabilmek için gerekli bilgiyi üretir; doğru bilginin kaynağı duyular ve "haz ve acı" duygularıdır." diyerek bilgi ve ahlak felsefelerine katkı sağlamıştır. şu binaya stoa derler ve stoacılık ismini bu sokak şeklindeki binadan alır. stoacılara göre de insanın bu dünyadaki temel amacı mutluluk olmalıdır. kıbrıslı zenon ile başlayan stoacılık daha sonra roma imparatorluğuna da geçmiş ve mö. 1. yüzyılda sezar döneminde yaşamış çiçero gibi ve m.s. 2. yüzyıla kadar gelmiş diğer romalı filozofları da etkilemiştir. m.s 391 yılında imparator ı. theodosius iznik hıristiyanlığını roma'nın resmi dini ilan eder. bu dönemin ilk hıristiyan filozoflarından kabul edilen augustinus (ms. 354-430) gibiler hala antik felsefeden beslenebiliyorlardı. ancak işin içine hıristiyanlığın dahil olması artık felsefeyi çok dar alanlara hapsetmişti. augustinus'un bütün hayatı nasıl bir hayat yaşaması gerektiğini düşünerek geçmiş ve eğer yanlış bir hayatı seçerse sonsuza dek cehennemde yanacağına inanmıştır. felsefe tarihinde cehennem tehdidi ilk kez bu denli güçlü şekilde ortaya çıkmıştır. ms. 476 yılında hunlar, vizigotlar, frenkler, vandallar ve burguntlar batı romayı parçaladıktan sonra italya bir krallığa dönüştü. boethius (ms. 480-524) felsefenin tesellisini yazdı ve mutlak iyiliği emreden bir tanrının platonun tanrısı olabileceğini söyledi. artık felsefe insan hayatının nasıl olması gerektiği, devletin tanımı, ahlakın içeriği gibi konular yerine sadece isa'nın inancına cevap vermekle meşguldü. bir süre sonra avrupa ve bizans thales'i, zenon'u, platonu, aristo'yu unutacak onların yerine papaları ve azizleri koyacaktı. anselmus (1033-1109) tanrının varlığını akıl yoluyla bulma konusunda bir çaba içine girecekti. isanın inancının mutlak hakim ideoloji olduğu 600 yıllık süreçte antik filozoflar bilhassa aristo önce iran, ırak ve suriyeye uğrayacak orada el kindi, ibn-i sina, farabi gibi arap, fars ve türk filozoflarla kuzey afrikayı geçecek cebelitarık boğazından kayıklarla ispanya'ya gelecek oradan da ibn-i rüşd aracılığı ile 1260'lı yıllarda avrupa'ya ve özellikle italya'ya thomas aquinas ile geri dönecekti. buna felsefe terminolojisinde "recovery/rediscovery of aristotle" diyorlar.

    aristo ile tekrar buluşmak akıl ile tekrar buluşmak anlamına geliyordu. avrupa 600 yıllık karanlık bir orta çağ yaşamış din, devlet, insanlık, ahlak ve düşünce gibi ne kadar kavram varsa hepsi bir grup papazdan oluşan kilisenin tekelinde olmuştu. kilise de doğru bilginin mutlak kaynağı olarak incili görmüş bu yüzden adalete, tekniğe, sanata, bilime, hümanizmaya, insanlığa, mutluluğa dair düşünceler kendilerine gelişebilecek alanlar bulamamışlardı. aynı zamanda bir papaz olan thomas aquinas aracılığı ile tekrar serbest kalan akıl rönesansın doğmasında ciddi etki sahibidir. mö. 6. yüzyılda thales ile başlayıp ms. 2. yüzyılda stoacılara kadar olan 800 yılda içine akıl/bilgi/fikir/diyalektik biriken bir kavanoz vardı. bu kavanozun kapağı ms 6. yüzyılda kapatıldı ve 12. yüzyılda tekrar açıldı. 21. yüzyıl itibari ile hala açık ve içi epeyce dolu. rönesansın özü hümanizm/insancılık idi ve özellikle kuzey avrupa açısından en önemli filozoflarından biri germen desiderius erasmus (1466-1536) idi. ona göre papalık gerçek hıristiyanlığı temsil etmiyordu sonradan değişmiş ve bozulmuştu gerçek din ve tanrı asıl antik çağdaydı; aristo zamanındaydı. antik çağ felsefesinin avrupa'da özellikle germen halklar arasında yayılmasında emeği çoktur. bu dönem aynı zamanda felsefenin din dışı işlerle de tekrar haşır neşir olmaya başladığı dönemdi. niccolò machiavelli (1469-1527) "prens" isimli kitabını yazacak ve monarşilerde idarenin nasıl olması gerektiğine dair fikirlerini beyan edecekti. makyavelist diye bir küfür ortaya çıkacaktı. michel de montaigne (1533-1592) rönesansın yüz akı, kilisenin aklı nasıl sınırlandırdığını epeyce anlatacaktı. thomas hobbes (1588-1679) "leviathan" isimli kitabı ile ilk kez etraflıca devlet-birey ilişkisi üzerinde duracak, egemenlerin olmadığı bir düzenin kaosa neden olacağını söyleyecek ve bireylerin haklarından ve özgürlüklerinden feragat etmek pahasına sırf daha fazla yaşayabilmek/ en azından hayatta kalabilmek için egemenlerin otoritesi altında kalması gerektiğini söyleyecekti. francis bacon (1561-1626) bilimin kılavuzu olarak felsefeyi gösterecek, insanın doğayı anlamasının gerekliliği ile bilimsel keşiflerin insanı doğadan üstün kılacağını, bu şekilde insanın doğaya hükmedeceğini ön görecekti. iki yüzyıl sonra hegel'in "ilk alman filozof" diye tanımlayacağı jakob böhme (1575-1624), martin luther reformu ile yetişmiş bir luteryandı ve dünyayı ve evreni tanrının zıtlıklar çerçevesinde kendini gerçekleştirme platformu olarak görürdü.

    şu anda acaba rüyada mıyım yoksa gerçek hayatta mı? var oluşumu/ var olduğumu nasıl tanımlayabilirim diye düşünüyorken tüm bu süreçleri var olmayan ya da rüyada olan birinin "düşünebilmesinin" mümkün olmadığını fark eden rene descartes (1596-1650) düşünce varlığa delildir "düşünüyorum o halde varım" diyerek modern felsefe dönemini başlatacaktı. bu keşif rasyonalizmi yani düşünerek ve akıl ile hakikate ulaşmanın temellerini atmıştır. onun çağdaşı olan ve ünlü "ben tanrıya inanıyorsam ve tanrı yoksa ikimiz de sonsuz bir ceza almayacağız ancak sen inanmazsan ve tanrı varsa sonsuz bir azap göreceksin ben ödüllendirileceğim, diğer ihtimallerde de sana göre bir kaybım yok" şeklindeki tanrıya inanmanın olasılıksal açıklamasını yapan blaise pascal (1623-1662) "“descartes’i affedemem, bütün o felsefesinde, tanrıyı dağıtmak için elinden geleni yaptı." demiştir. baruch spinoza (1632-1677) hıristiyanlığın ve yahudiliğin tanrı fikrini derinden sarsan bir tez ortaya atar: "tanrı sonsuz ise sonsuz her şeyi kapsayacağına göre ben de o sonsuzun bir parçasıyım". evet hallac-ı mansurun enel hak ve ibn-i arabi'nin vahdet-i vücut fikrine benzer bir düşünce aşağı yukarı. ancak spinoza bunları musa'dan beri süregelen dini yazıtlardan ayrı şekilde yapıyordu ve içinde bulunan her şeyle birlikte doğanın kendisini tanrı olarak tanımlıyordu. john locke (1632-1704) isaac newton ve robert boyle'un arkadaşıdır. amerika birleşik devletlerinin kurucu babaları john locke'un "yaşam, özgürlük, mutluluk ve mülkiyet hakları insanlara tanrı tarafından verilmiştir, dolayısıyla dinin bunları kısıtlaması düşünülemez, eğer kısıtlanıyorsa bu dinin değil dini temsil ettiklerini iddia edenlerin suçudur, herkes inancında özgürdür" görüşünden etkilenerek ilk abd anayasasını yazarlar. george berkeley (1685-1753) "var olmak algılanmaktır" diyecek ve algılanabilir olmayan şeylerin varlığını kabul etmeyecekti. gottfried leibniz (1646-1716) bu dünyanın var olabilecek dünyalar içinde en mükemmeli olduğunu çünkü tanrının kendisinin bizzat mükemmel olduğunu iddia ettiğinde voltaire (1694-1778) ona öncelikle bir "söylediklerinizden tiksiniyorum ancak ifade özgürlüğünüzü ölümüne savunurum" çekti sonra "candide" isimli romanı ile leibnizin felsefesini karikatürize etti. romandaki pangloss isimli felsefe hocası başına ne gelirse gelsin: tecavüz, savaş, afet vs. tıpkı polyanna gibi tümünü mümkün olan en iyi dünyada yaşadıklarının kanıtı sayar. montesquieu (1689-1755) iktidar ve siyaset meselesine odaklanmıştır. genelde her devlet düzeninde zorunlu olarak kendi kendine oluşan yasama, yürütme ve yargı erklerinin birbirinden bağımsız olması gerektiği fikrini ilk kez montesquieu savunmuştur. david hume'un (1711-1776) islam dünyasının aksine tersten kullandığı şüphecilikle bugün hala pilavlı sohbetlerin tartışma konusu olan "hadi evrimi anladık da insan gözü gibi muhteşem bir varlık nasıl tesadüfler sonucu oluşmuştur hadi onu açıkla" sorusuna cevap aradı. yaptığı şey gazali'nin 600 yıl önce yaptıkları ile aynı sadece gazali allahçı tarafta idi hume ise karşı tarafta: bir ağaç, bir göz, bir canlı görürüz evet bunlar tasarlanmış gibi durabilir ancak olası bir tasarımcı hakkında bu ihtimalin dışında başka ne söyleyebiliriz? söyleyebileceğimiz tek şey "bunların tasarlanmış gibi göründüğü"dür. bunlar tasarımcının varlığına delil değildir.

    aklın yeniden keşfedilmesinden epeyce bir süre sonra rasyonalizmin icat olmasının etkisi ile aydınlanma çağı başlamıştır artık, david hume'un arkadaşı jean-jacques rousseau (1712-1778) krallar alaşağı edildikten sonra devletlerin nasıl olabileceğine kafa yorar. "toplum sözleşmesi" isimli kitabını yazar. rousseau'ya göre "insan özgür doğar oysa her yerde zincire vurulmuştur." daha önce devlete dair fikirler öne süren hobbes ve locke da geniş bir topluluk içinde yaşarken yasaların sınırlamasına rağmen nasıl hala özgür olunabileceğini sorgulamışlardı ancak rousseau buna çözüm bulduğunu düşünüyordu: toplumsal bir sözleşme ile herkes birbirini özgür ilan edecek, toplumsal sözleşme ile genel bir irade tesis edilecek, genel iradenin faydasına olan şey savunulacak, genel iradeye itaat edilecek. bugün türkiye de dahil olmak üzere dünya genelinde ekseri devlet sistemleri aşağı yukarı bu şekildedir: russocudur. reddettiği hıristiyanlığı kilisenin para kazanma aracı olarak gören denis diderot (1713-1784) romantizm akımının öncülerindendi. immanuel kant (1724-1804) bugün onu rehber edinen toplumlara öncelikle bir sınanmaya ihtiyacı olmayan bilgiyi sundu. mesela 2+2=4 sınanmaya ihtiyacı olmayan ve yeni oluşturulmuş (sentetik a priori) bilgidir. en nihayetinde amaç hakikati aramaksa insanı hakikate götüren yol doğru bilgidir ve bilginin tasnifinin yapılması lazım gelir. işte kant bu tasnifi analitik ve sentetik şeklinde iki kısma ayırdı. analitik yani tanımın kendisinden gelen bilgidir: "tüm memeliler yavrularını emzirir" gibi. kant'tan önce sadece deney ve gözlem yoluyla elde edilen bilginin doğru olduğu tanımlanmıştı. doğru bilginin dolayısıyla da doğru olanın tanımını yaptıktan sonra ahlaka odaklanan kant, modern insan hakları teorisinin özünü bulmuştur: "ya herkes böyle yapsaydı." ona göre ahlaklı olma yolunda "koşullu buyruk" ve "koşulsuz buyruk" ayrımı vardır. koşulsuz buyruklar: çalma!, öldürme!, yalan söyleme!, zarar verme!... koşullu buyruklar: "eğer şöyle istiyorsan böyle yap".. koşulsuz buyruklar hiç bir şart altında değişmez.. sonucu iyi bir şey bile olacaktı ise yalan söylemek ya da bir şey çalmak her daim kötüdür. jeremy bentham (1748-1832) kant ile aynı fikirde değildi, faydacıydı. bir eylem ne kadar çok haz getirirse o kadar iyidir, ahlakidir. mutluluk acının minimize hazzın da maksimize edilmesidir. olaylar verdiği hazza göre "mutluluk puanları" şeklinde tanımlanabilir ve her şey hesaba katıldığında herkes için en fazla mutluluk nasıl elde edilebiliyorsa o şekilde davranmak lazım gelir.

    1789 yılında fransa'da çanlar çalar, toplar patlar ve tarihte ilk kez yığınlar ayaklanarak kralı tahtından eder. fransa tarihinin en talihsiz kralı 16. louis 1793 yılında giyotinle idam edilir. yeni çağ son bulur.. peki ne olmuştu? bilinen tarihin ilk kralı sümerli alulim'den beri nasıl olmuştu da yığınlar bir kralı indirip monarşiye son verebilmişlerdi? din ve siyasal iktidarın, rahiplerle kralların 6000 yıllık ittifakı paris'te ilk kez mağlup olmuştu. geri planda descartes, montesquieu, voltaire, rousseau, diderot ve john locke bu ittifakı yıkan yığınları yönlendiren kişilerdi. aslında 6000 yıllık iktidar felsefe sayesinde tuz buz olmuştu. charles dickens ve victor hugo'ya da olup biteni anlatmak kalmıştı. işte fransız ihtilalinin olduğu dönemde yaşadı georg wilhelm friedrich hegel (1770-1831). devrimi anmak için ağaç bile dikmişti. ona göre "felsefe düşüncede yakalanmış zamandır." "tarih tekerrürden ibarettir" diyenlerin aksine hegel tarihin bir yöne doğru gittiğini görmüştü. "tin=bütün insanlığa ait toplam tek zihin, ruh, insanlığa ait ve maddesel olmayan bir tür öz " tanımını yaptı. ve tin ilerliyordu, insanlığın toplam zihni gelişiyordu. medeniyet yükseliyordu. benim deyişimle kavanoz doluyordu. çünkü sürekli yeni düşünceler ortaya çıkıyordu ve bunlar sürekli çatışarak daha iyi düşünceler doğuruyordu. bu çatışmaya ve yeni düşüncenin doğması sürecine diyalektik deniyordu. ta aristo'dan beri süregelen hakikate ve doğru bilgiye ulaşmanın daha doğrusu en azından yaklaşmanın anahtarı, fikirleri çatıştırarak daha iyi fikirler doğurtmaktı, yani diyalektikti. tez ve antitez sentezi oluşturur, oluşan sentez yeni bir tezdir, ona tekrar bir antitez bulunur ve daha yeni bir sentez oluşur. böyle böyle devam eder; bu sayede tin denilen metafizik şey (ya da özdeş olan düşünce ve maddenin evreni) sürekli devinir ve gelişir. hegel ile aynı tarihlerde ve hatta aynı saatlerde aynı üniversitede dersler veren arthur schopenhauer (1788-1860) hegel'in felsefesini saçmalık olarak nitelemiş hegel de ona yazılarının mide bulandırıcı ve cahilce olduğunu söyleyerek cevap vermiştir. şopenaur insanın isteklerinin asla bitmeyeceğini, bunun sürekli bir mutsuzluğa neden olacağını ve bu durumun sonsuza dek artarak devam edeceğini söylemiştir. tarihin gördüğü en pesimist insanlardan biridir. dünyayı sonu gelmez acılar ve sefaletlerden mürekkep gördüğünden hiç doğmamış olmayı yeğlemiştir. tanrıya değil ama bir güce; daha doğrusu iradeye inanıyordu şopenaur. zihinlerimizde dünyayı algılayışımıza "tasarım" diyordu ve aslında dünyanın özünün iradeden yani kör bir güçten oluştuğunu söylüyordu. "hepimiz tek bir gücün fragmentiyiz bir bütünün parçalarıyız dolayısıyla başka bir insana zarar vermek esasına kendine zarar vermektir" şeklinde tanımlıyordu ahlakı. varoluşla başa çıkmanın yolunu fakir ama ahlaklı bir hayat sürerek çileyi kabullenmede görmüştü.

    işçi sınıfı ve endüstriyalizm terimlerinin mucidi olan saint-simon'un (1760-1825) öğrencisi auguste comte (1798-1857) pozitivizmin kurucusu, sosyolojinin babası. tarihi dinin ve rahiplerin iktidar gücüne göre çağlara bölmüş: teoloji evresi, metafizik evre, pozitif evre. pozitif evre'nin yani poztivizimin başlatıcısı da kendisi; kendisinden sonra başka bir nebi gelmeyecek bir tür peygamber adeta. pozitif evre salt akıl ile şekilleniyor: görünen, bilinen ve duyularla algılanan dünyanın dışında metafizik olarak müdahil olabilecek başka bir parametreden söz edemeyiz. fen ve teknik akılla sorgulanıyordu artık sosyal bilimler de salt akılla sorgulanacak. john stuart mill (1806-1873) on dokuzuncu yüzyılın belki de en berrak en duru beyni. özgürlük kelimesi kendisi ile apayrı bir anlam kazanmış. babası faydacı filozof jeremy bentham'ın yakın arkadaşı ve john locke'dan etkilenerek oğlunu bir deney yapar gibi diğer çocuklardan izole ve sokratik tarzda sürekli bir eğitimle yetiştirmiş. öyle ki 7 yaşında platonun diyaloglarını orijinal dilinde okuyabiliyordu ve 20 li yaşlarında dünyaca ünlü bir düşünürdü john stuart mill. zarar ilkesi olarak bilinen "her yetişkin kendisini memnun eden şekilde yaşama özgürlüğüne sahip olmalıdır ancak bu süreçte başkaları zarar görmemelidir" mill'in mesajının özeti. basit göründüğüne bakmayın fransız ihtilalinden tırsan viktorya dönemi dünyası için epeyce büyük bir laf. devletin/muktedirlerin ya da birilerinin yaşam tarzı dayatmalarının yanında "çoğunluğun tiranlığı" dediği sosyal baskı, mahalle baskısı ile de mücadele içindeydi. kimsenin kimse için mutluluk planı hazırlama yetkisi olmadığını söyledi. belki de en önemli tespiti: "aydınlar/dahiler toplumun geri kalanından daha fazla özgürlüğe muhtaçtır. eğer bir toplum aydınlarının gelişimine/özgürlüğüne ket vurursa aslında en büyük kötülüğü kendilerine yapmış olurlar." mill aynı zamanda feminist hareketin/ kadın haklarının daha doğrusu kadın erkek eşitliğinin döneminde pek rastlanmaz şekilde, radikallik yaftasını göze alarak savunuculuğunu yapmıştır.

    belki de her düşünür hayatında en az bir kez "yoksa max stirner (1806-1856) haklı mıydı lan?" demiştir. stirner genç hegelcilerden, hegelin öğrencilerinden biri. anarşizmi, birey olgusunu ve egoizmi stirner kadar net anlatabileni görmedim:
    "biricik olduğumu bildiğim andan itibaren kendimin sahibiyim. tanrı'nın işi, insanlığın işi, gerçeğin işi, iyinin işi, doğrunun işi, özgürlüğün işi ve daha niceleri. bunların hiçbiri benim işim değildir, benim işim sadece benim olandır ve o genel değil, biriciktir, benim gibi. hiçbir şey benden üstün değildir!"
    22. yüzyılın nietzsche'si stirner olacaktır belki de. gelecek yüzyılda hayatta kalan olursa haber etsin, yeşillendirsin. ludwig andreas feuerbach (1804-1872) hegel'in bir diğer öğrencisidir. iyi bir tanrı/din eleştirmenidir. dine inanmak tanrı ile hemfikir olmayı gerektirir bu da sosyal çevrelerde dinsel bir dizayn oluşturur. insan kendi duygusal eylemlerini tanrıya atfeder: cezalandırmak, ödüllendirmek, sevmek, kızmak, affetmek, merhamet etmek vs. bunlar tanrının insan icadı olduğuna delildir ona göre. hegel'in diyalektiği idealara ilişkindi, tin ile ilgiliydi. feuerbach içinde din yerine aşk olan bir tür light materyalizmi savundu. bu ikisinin sentezini yapmak marx'a nasip olacaktı. felsefe tarihi bence charles darwin'i (1809-1882) okumuş filozoflar ve onu okumamış olanlar/eskiler şeklinde ikiye ayrılmalı. bir azınlık dışında evrim teorisi kimseyi dinden çıkarmamıştır ancak evrim teorisinden sonra tanrının olmadığı fikrine ikna olmak hiç olmadığı kadar kolaylaşmıştır. david hume tanrıya inanıyor muydu? muhtemelen hayır.. ancak inanmıyorum dediği zaman da "madem kendi kendine oldu bu çiçek nasıl bu kadar güzel o halde" gibi sorularla karşılaşacaktı. oysa sadece en güzel çiçekler ilgi çeker ve polenleri döllenme şansı yakalar, sadece sivri gagalı ispinozlar daha fazla üreme şansına sahiptir, eğer erkek bir cennet kuşu iseniz dansınız ve şarkınız en az micheal jackson'ınki kadar güzel olmalı ki dişinin ilgisini çekip de çoğalabilesiniz yeni nesiller daha güzel danslar daha güzel şarkılar bulsun, evrimsel olarak avantajı olan ürer ve çoğalır her zaman. hume, spinoza, kant tümü evrimin varlığından habersizdi ve varoluşu açıklamakta metafiziğe muhtaçtılar. ve diğer onlarca büyük filozof da doğal seçilim denilen doğanın bir numaralı kanunundan habersizdi. doğal seçilim kör bir mekanizma ve bunun ne olduğunu açıklayabilmek için tanrıya ihtiyaç yok. bugün itibariyle eğer hawking'in negatif enerji kuramı sizi ikna etmiyorsa tanrıya sadece big bang'in öncesini açıklayabilmek için ihtiyaç var. richard dawkins darwin'den önce yaşasaydı ateist olabilmeye ikna olamayacağını söylemiştir. darwin bir filozof değildir ancak türlerin kökenini yayımladığı 1859 yılı felsefe tarihinin dönüm noktalarındandır. soren kierkegaard (1813-1855) varoluşçuluğun babası, fikirleri heidegger ve sartre sayesinde 100 yıl sonra gündeme geldi. felsefesi bireyi merkeze alan, dini bireye endeksleyen, varoluşun somutluğunu diğer her şeyden daha yüce addeden, hıristiyanlığı ve hatta protestan hıristiyanlığı yozlaşmış olarak gören ve dinde yeni bir reform talep eden türdeydi.

    karl marx (1818-1883) ingiltere'deki madenlerde ve fabrikalarda bizim soma faciası gibi faciaların rutin olduğu bir dönemde yaşadı. insanlar ve hatta ufacık çocuklar 14 saat çalışıyor ve anca karınlarını doyurabiliyorlardı. gördüğü manzarayı matematikleştirmişti: ham madde fabrikaya geliyor, işçiler emekleri ile ham maddeye bir artı değer katıyor, çıkan ürün ham maddenin 3 katı değerde oluyor, aradaki karın neredeyse tümünü sadece fabrika sahibi alıyordu. yani artı değer burjuvazinin cebine gidiyordu ve burjuvazi bu artı değerle kral gibi yaşıyor bir yandan da daha fazla insanı kendine köle yapabiliyordu. haksızlığa tahammülü yoktu. hegel'in diyalektiğinin metafizikten arındırılmış haline inanıyordu. madde ilerliyordu. eğer üretim araçları işçilerin eline geçerse artı değerin de işçilere yani bütün insanlara eşit dağılabileceğini görmüştü ve hatta bunu ekonomik bir dille formülüze dahi etmişti. bu sistemin gelecekte bir gün patlayacağını ön görüyordu. fransız devrimi yapılalı henüz yüz yıl dahi olmamıştı ve yığınların günün birinde tıpkı daha önce sezarları indirdiği gibi patronları da indireceğini düşünüyordu. ama bu gidişatı hızlandırmaya çabalamak da fena olmazdı, bu yüzden gelecekte olması kaçınılmaz işçi devrimi için devrimci sosyalizm örgütlenmeliydi. marx'ın en önemli tespiti "yabancılaşma" terimidir belki de. insan özünde ya da varoluşunda bugünkü halinde değildi. tarihin bütününün ya da son demleriyle kapitalizmin insanı insan olmaktan uzaklaştırdığına, komünizmin insanı tekrar insan yapacağına, hakiki özüne döndüreceğine inanıyordu. eylem adamıydı, devrimciydi, yorumlamak değil artık bir şeyleri değiştirmek istiyordu. boynuzsuz koyun boynuzlu koyundan hakkını öbür dünyada değil bu dünyada alsın diyordu. friedrich engels (1820-1895) ile beraber felsefi tanımı diyalektik materyalizm olan marksizmi ortaya çıkardılar. diyalektik materyalizmin tam olarak ne olduğunu anlayabilmiş değilim. stalin'in dediği gibi "doğa olaylarına yaklaşışı, onları inceleme ve anlama yöntemleri diyalektik, doğa olaylarını yorumlayışı, bu olayları kavrayışı ve teorisi materyalist olduğundan, bu dünya görüşü, diyalektik materyalizm adını almıştır." marx'ın kendi diyalektiğinin hegel'den farkını anlattığı yazı da şu: "benim diyalektik yöntemim, hegel'inkinden yalnızca temelde farklı değil, üstelik onun tam karşıtıdır. hegel'e göre 'ide' adı altında bağımsız bir konu (subject) haline bile dönüşen düşünme süreci, gerçeğin yaratıcısıdır ve gerçek, 'ide'nin fenomenal [dış-olaysal] biçimidir. bana göreyse, bunun tersine, düşünme süreci, insan kafasında yansıyan ve düşünce biçimlerine dönüşen madde dünyasından başka bir şey değildir." stalinin söylediği "ben hem materyalistim hem de diyalektik yaparım" ancak marx'ın söylediği bu değil, bunu söylemediğini anlayabiliyorum en azından. en nihayetinde marx'tan sonra aydın olmak marksist olmak ya da ömrünün bir döneminde marksist olmak ya da en azından birazcık marksist olmak diye tanımlanabilir. marx'tan sonra marksizm bilmeyen adam aydın falan değildir, marksizmi okuyan adam da marksist olmasa bile marksizmin bir çok tarafına karşı çıkamaz dolayısıyla ucundan da olsa biraz marxçı olur. bugün algılanan "sol" kavramı marx ile başlar. marx ve engels'in yazdıkları çin'den rusya'ya, avrupa'ya, latin amerika'dan balkanlara ve hatta arap dünyasına kadar bütün toplumlarda milyarlarca insanın hayatını etkilemiş dünya genelinde muazzam etki yapmıştır. kaddafi, esad ve saddam... bunlar bile kendi çapında sosyalist, marksist insanlar. marx'ın komünizm ütopyası aslında güzel bir ütopyadır ancak en nihayetinde farabi'ninki, moore'unki, bacon'ınkiler gibi sadece bir ütopyadır. william james (1842-1910) pragmatizmin en meşhur filozofudur muhtemelen; ona göre tanrıya inanmak her halükarda faydalı bir iştir bu yüzden inanılmalıdır. amerikan psikolojisinin babası olarak bilinir. psikolojinin prensiplerini yazmış ve psikolojiye yeni terimler kazandırmıştır.

    henüz 24 yaşında basel üniversitesinde profesör olan friedrich nietzsche (1844-1900) tarih sahnesindeki konumunu incil eleştirileri, materyalizm ve darwin'in evrim teorisine borçludur. incil ve tavratın modern eleştirisi hobbes ve spinoza ile başlar. 18. ve 19. yüzyılda zirve yapar. protestanlıkla isanın dinini parçalara bölen almanlar kadim germen atalarının pagan dinlerinin öldürülmüş olmasının intikamını alırlar kudüs'ün çocuklarından. eichhorn, de wette, wellhausen gibileri eski ve yeni ahiti kelime kelime, cümle cümle, ince ince eleştirirler. her lafları demirden leblebidir. ateizmin üç şartı:
    1-kutsal metin eleştirisi,
    2-materyalizm (bilgi sadece deney ve gözlemle elde edilir ve madde dışında başka bir varlık yoktur),
    3-evrim (ve evrim sonrası bir takım teoriler canlılığın varoluşunu açıklamaya yeter argümanlar sunmaktadır.)
    işte niçe tüm bunlara vakıftı ve insanoğlunun kendi aklıyla yaratıp da yaklaşık 9000 yıldır başına dert edindiği tanrının en nihayetinde yine insanın kendi aklıyla öldüğünü düşünüyordu. ingiliz evrimcileri, fransız pozitivistleri ve alman sosyalistleri tanrıyı öldürdükleri halde hala daha onun ahlakı ile yaşamakla ve bunu hiç sorgulamamakla eleştiriyordu. ve asıl soruyu soruyordu: e tanrı öldü şimdi ne yapacağız? niçe her ne kadar yığınlardan tiksinse de fikir babalarından olan şopenaur kadar karamsar değildi. öncelikle ahlakın tanımını yapmak gerekirdi ona göre. ahlakın soykütüğünü çıkardı ve ahlakın kadim yunanda başka bugün başka anlama geldiğini gelecekte de muhtemelen başka bir anlama geleceğini söyledi. ahlak, zaman ekseni olan bir grafikte değişken konumlar alan bir mefhumdu. iyinin ve kötünün ötesinde bir ahlakın varolabileceğini ve insanoğlunun bunu bulmaya muktedir olduğunu iddia etti. insanoğlunun bugünkü hisleri: merhamet, acıma vs. bunlar ibrahimi dinlerin ahlaki değerleriydi belki de. belki de asıl ahlak kadim yunandaki gibi savaşlarda en fazla adam öldüren kahramanların iyi olduğuydu, bismarck'ın yüceliğiydi mesela ya da bambaşkaydı. tıpkı comte, hegel ve marx gibi insanlığın tarihini o da kategorize etmiş ve tanrı öldükten sonraki sürecin übermensch olabileceğini söylemiştir. üstün bireyi yaratmak yerine toplumun genel mutluluğu gibi meselelerle uğraşmak boş iştir, üstün tipler çıkmazsa toplumlar varsın batsın daha iyidir. toplum, bireyin gücünün ve kişiliğinin artması için sadece bir amaçtır, ötesi değil. niçe'nin marx'ı hiç okumadığını oruç aruoba'dan öğrendim. okumuş olsa acaba dünya nasıl bir yer olurdu diye sorar kendisi.

    bir açıdan darwin nasıl ki nietzsche'nin manevi babası ise nietzsche de sigmund freud'un (1856-1939) manevi babasıdır diyebiliriz. nietzsche'ye tanrıyı öldürecek kılıcı darwin vermişti; freud da nietzche'nin omuzlarına çıkarak daha önce hiç açıp bakamadığımız bir pencereye ulaştı: insanın kendisi. belki de tarihte peygamber olmayı en fazla hakeden insan freud'dur. sonuna kadar araladığı bu yeni pencere bütün tarihi ve felsefe tarihini en baştan yorumlama ve anlama özgürlüğü getirdi bizlere. freud'dan önce psikoloji bir takım hurafelerden ibaretken freud sayesinde bilimsel bir temele oturmuştur. onun icadı olan psikanaliz psikolojiyi aşmıştır. onun türettiği bilinçdışı terimi başlı başına bir bilim dalına dönüşmüştür. onun deyimiyle insanlık tarihinde üç büyük devrim vardır: 1- kopernikin dünyanın güneş sisteminin merkezinde olmadığını keşfetmesi 2-darvinin doğal seçilim tanımı ve 3- freud'un bilinçdışı tanımı. bütün bir insanlığın aslında henüz keşfedilmemiş ve hiç farkında olmadıkları bir hastalığa yakalanmış olduğunu düşünün. bu tespit nietzsche'ye aittir ve übermensch olarak bu hastalıktan kurtulunabilinir. günlük klinik amaçtan öte felsefi açıdan bakarsak olaya işte bu hastalığın ismini freud "nevroz" diye tanımlamış ve tedavisini de kendisi ve kendisinden sonra gelen freudyenler bulmuştur: psikanaliz. nietzsche "sonsuza kadar bir bebek gibi kendi yarattığımız ve anne gördüğümüz tanrının memesini emmeye devam mı edeceğiz? artık kendi başımıza yürümenin vakti geldi" derken freud "tanrı, insanın babasıdır onu icat etmesindeki temel neden insanın kendini bu dünyada terk edilmiş ve yalnız hissetmesi ve bu terk edilmişliğin çocuksu hüznünü de ancak baba olarak gördüğü tanrı hayaline sarılarak atlatabilmesidir." demiştir.

    max weber (1864-1920) malumun ilanını ortaya koymuş: protestanlar mezheplerinin içeriği gereği katoliklerden daha çalışkandır, medeniyet olarak öndedir, dolayısıyla bugün en yüksek teknoloji protestan alman teknolojisidir. yani din ve hatta mezhep her şeye etki ediyor. hayatın kendisine ve insana bile. toplumlar dinlerine ve mezheplerine göre geri kalabiliyorlar ya da öne geçebiliyorlar. aynı durum türkiye'ye sünnilik/alevilik ekseninde uyarlanabilir. aleviliğin en azından sanatta ve moderniteye uyum sağlamada sünnilikten önde olduğu benim gözlemlediğim bir durum. bertrand russel (1872-1970) en sağlam 20. yüzyıl ateistlerinden biri. dini insanın mutsuzluğunun temel kaynağı olarak görüyor. dini insanın ölüm korkusunun bir tezahürü olarak görüyordu. diğer bir çok filozof gibi budizm dışındaki dinlerin insana bu dünyada fayda vermediği gibi en büyük zararları verdiğini düşünüyordu. j.s. mill'den çok etkilenmiştir kendisi hatta dinden çıkması da mill'in biyografisini okuduktan sonra olur. gazalinin reddettiği nedensellik üzerinden thomas aquinas "her şeyin bir nedeni vardır, ilk neden de tanrıdır" diyerek inancı kendine göre rasyonal bir zemine oturtmuştu. gazali ise buna "e o zaman ilk neden olan tanrının nedeni nedir?" diye sorulacağını ön görerek nedenselliği toptan inkar etmiş ve islam dünyasının bugününü yaratmıştı. işte gazali'nin o öngördüğü soru da 9 yüzyıl sonra j. s. mill'den gelmişti: "aquinas haklı değil, ilk neden olan tanrının nedeni nedir?" russell'ı ateist yapan bu düşünce idi. gazali öngörüsünde haklı çıkmıştı ancak bu haklılık islam toplumlarında doğru bilginin kaynağı olarak deney ve gözlem yerine "keşif ve keramet" gibi saçmalıkların yerleşmesine, her müslümanın "vardır bir hikmeti" felsefesi ile meraksız bir hayat sürmesine; bunun da müslümanların hissiz ve umursamaz, bu dünyadan umudunu kesmiş, gazalici nihilist zihniyete mensup olmasına neden olmuştu. russel, "felsefi önermeler apriori olmalıdır" diyecek kadar matematikseldi. ona göre "iyi bir yaşam ilhamını aşktan alır; yegane kılavuzu da bilgidir."

    martin heidegger (1889-1976) hitler'in nazi partisine üyeydi, hitlere yalakalık yapmışlığı vardır. insanın varoluşunun bu dünyaya öylece bırakıldığını düşünürdü. inancı konusunda netlik olmasa da tanrıyı aradığını ve onu beklediğini söylemiştir. teolojiyi pozitif bir bilim olarak tanımlamıştır. hıristiyanlığı kutsaldan arındırarak tanrısı olmayan seküler bir tür dinsel sistem kurmaya çabaladı. heidegger, felsefe ile teoloji arasındaki ilişkiye yoğunlaşmıştır. bunu yaparken geleneksel felsefeye de savaş açmış, bütün bir felsefe tarihini karşısına almıştır. bu yüzden heidegger bugün türkiye'de düşünür geçinen islamcıların 20. yüzyılda tutunabildiği nadir dallardan biridir. "heidegger büyük adam değildi" diyecek halim yok ancak bilinçdışıları antisemitist zırvalarla dolu olan islamcıların nazilere şuursuz bir muhabbet beslediği de malumdur keza lyotard ve derrida gibi postmodern düşüncenin temsilcileri de en çok heidegger'den beslenirler. jacques lacan (1901-1981) psikanalizi yeniden yorumlamaya çalışan kişi. yaptığı şey alfred adler ve carl jung'ın ötesinde. psikanalizi bilinçdışının bilimi olarak görüyor. "dil" dediğimiz şey dış dünyayı, varlığı ve düşünceyi simgeleştiren bir sistemdir ya hani; dilde eksik olması şeylerde de eksik olduğu anlamına gelmez. şeylerin tümü vardır ancak dil bunların belki sadece bir kısmını ifade edebiliyordur. işte lacan psikanalizi de tıpkı dil gibi zihni ve şuuru simgeleştiren bir sistem olarak görür ve hatta ona göre dil, kültürün de simgeleştirilmiş halidir. dil üzerinden kültüre girildiğinde bilinçdışını oluşturan alana girilmiş demektir. bilinçdışı; din, kültür ve tarih üzerinden aydınlatılabilir. theodor w. adorno (1903-1969) frankfurt okulunun kurucularından. marksist. max horkheimer (1895-1973) ile beraber marksizme yeni tanımlar ve içerikler sunarak onu kapitalizmin aldığı yeni forma göre yeniden yorumlamaya çalıştılar. bunlardan biri marx'ın ekonomi-politik eleştirisinden türettikleri eleştirel teori diğer bir deyişle "sosyolojik pozitivizmin eleştirisi". marx'ın politik iktisat kuramları ile freud'un psikanaliz kuramının sentezinden oluşan freudo-marxist teoriye de el attılar. adorno'nun orijinal tanımlarından biri negatif diyalektiktir. bir düşünce ile onun zıttı bir düşünce çatıştığında ortaya yeni bir düşünce çıkıyor hegel de bunu bir başarı olarak görüyordu ya işte adorno görmüyor ve diyalektiği sürekli bir özdeş olmama şeklinde tanımlıyor. varoluşçuluk tanımı tam olarak yapılabilmiş bir şey değil ama jean-paul sartre (1905-1980) bir varoluşçu filozoftur. bazıları "öz varoluştan önce gelir" derken kendisi varoluş özden önce gelir demiştir: klasik bir isviçre çakısının 33 tane işlevi vardır oysa insanın bir tane bile yoktur. isviçre çakısını isviçre çakısı yapan şey onun özüdür yani fonksiyonlarıdır. insan işlevsizdir, görevsizdir, fonksiyonsuzdur. öylece varolmuştur. özünün ne olduğu belli değildir. önemli olan varolmuş olmasıdır. islama göre insanın özü, tanrının dünyadaki sınavını geçme işinden gelir. islama göre öz vardır ve tanımı yapılmıştır. ahiret inancı olan ve dünyayı imtihan alanı olarak gören diğer inançlara göre de bu böyledir. ancak inancın olmadığı bir durumda insanın özünün tam olarak ne olduğunu söyleyemeyiz ama varoluşuna tanık oluruz, var olduğuna eminizdir. sartre'a göre insan özgür olmaya mahkumdur. en istemediğiniz bir durumdasınız diyelim.. o da sizin özgür tercihlerinizin sonucu. eğer içinde bulunduğunuz inanç türü hayatınıza dair belli kısıtlamalar getiriyorsa aslında hala daha özgürsünüz zira bu kısıtlamaları kabullenmek de sizin kendi özgür seçiminiz. özgürlükle başa çıkmak zor iştir ve insanlar genelde özgür olmaktan olabildiğince kaçarlar. halbuki kaçtıkları yerde de hala daha özgürdürler. özgürlüğe mahkumdurlar. varoluşçuluk psikanalize de bulaşmıştır. varoluşçu psikiyatri bilinçdışının içsel çekişmeleri ya da çatışmaları ile değil doğrudan varoluşun getirdikleri ile yüzleşmeyi esas alır. en nihayetinde insan varoluştan getirdikleri ve sonradan ekledikleri bir öz sahibi olur freud da zaten bilinçdışını aşağı yukarı bu şekilde tanımlıyordu. albert camus (1913-1960) "hayat hiç bir şey değildir onu itina ile yaşayınız" diyen adam. bu sözünün ince bir roman hali olan yabancı isimli kitabı edebiyatın şaheserlerinden biridir. jürgen habermas (1929-...) batı tarihini "varlığın unutuluşu ve salt metafizik" olarak tanımlayan heidegger'i batı rasyonelliğinin mezar kazıcısı olarak tanımlamıştır. habermas frankfurt okulunun yaşayan temsilcisi, neo marksist, alman idealizmi ile amerikan pragmatizmini sentezleme çabasında olanlardandır. uzmanlık alanı kamusal alan dizaynıdır. 1980'lerden sonra yükselen postmodernizmin karşısında aklın ve aydınlanmanın daha doğrusu modernitenin eleştirel savunusunu kendine görev edinmiştir. marx, nietzsche ve freud'un yarattığı modern dünya bugün insanoğluna yeterli gelmemektedir evet ancak bunun çözümü de postmodernizm değildir. adorno ve horkheimer, kültür endüstrisi üzerinden işçi sınıfının devrimci tavrının zayıflayacağını düşünmüşlerdi. oysa özellikle 60'lı yıllardaki öğrenci ayaklanmaları ile yığınların siyasette karar mercii olması ile eşitsizliğin ve devlet tahakkümünün kontrol edilebilir seviyeye gelmesi ve en nihayetinde avrupanın avrupa birliği şeklinde bütünleşmesi iç düşmanlıkları bitirmiş ve en azından insan haklarına hürmet edecek asgari seviyede bir refah ortamı yaratmıştır. bu da habermas'a göre mevcutun muhafazasını gerekli kılmıştır. habermas bu süreçte kamu ile de içli dışlı olmuştur ve bu nedenle sol liberalizmin en büyük temsilcisi denilebilir kendisi için.
    ..........

    osmanlının düşünsel ve felsefi yapısı bütünüyle dini temeller üzerine inşa edilmiş ve tanzimat dönemine kadar da böyle devam etmiştir. osmanlının entelektüel tabakası denilen ilmiye sınıfının yani kadılık eğitimi almış olanların birincil görevi sosyal düzeni dine/şeriata göre düzenlemek.
    kadılık/medrese eğitiminin içeriği: kuranı ezberi, arapça sarf ve nahiv, belagat, hadis, fıkıh, kelam, akaid, siyer, islam tarihi ve tefsir.

    okutulan kitaplar:
    sarf: emsile,bina,maksut, izzi, merah (arapçaya giriş, kelime yapısı/etimoloji kitapları)
    nahiv: bina, avamil, izhar, kafiye, mollacami, mugnillebib, kavaidül i'rab, elfiye (arapça cümle yapısı/ formoloji kitapları)
    belagat: şerh-i miftah, mısbah, mutavvel, muhtasar, telhis (hitabet, düzgün konuşma)
    tefsir ve usul: kadı beydavi, kadı tefsiri, keşşaf, burhan-i zerkeşi, suyuti
    kıraat ve tecvid: cezeriyye, şatıbiyye, karabaş tecvidi, dürr-i yetim
    hadis ve hadis usulü: buhari, mesabih, miskat, meşarık, ibn melek, kadı iyaz, şifa-ı şerif, ibn-i salah elfiyesi, nuhbe, siretünnebeviyye, şemaili şerif, siyer-i halebi.
    fıkıh ve fıkıh usulü: hidaye, ekmel, sadrüşşeria, vikaye, el muhtar, ibn abidin, dürer, mevkufat, kuduri, tenkih ve tavzih, menar, mirah, telvih, el mugni
    feraiz: feraizüs'secevandi, şerhi feraiz, şerhussiraciyye
    kelam ve akaid: tecridül kelam, haşiye-i tecrid, şerh-i mevakif, akaid-i nesefi, hayali, tevali-ül envar
    mantık: isagoci, fenari, şerhu metali, şerhuşşemsiye

    bu eğitimi tamamlama süresi 18 yıldır. ve bu eğitimin bütünü şeriatı uygulayacak insan yetiştirmekten başka hiç bir işe yaramamaktadır. en sondaki mantık dersleri fetva hazırlanırken uygulanacak mantık kuralları içindir. ve osmanlıda ben münevverim diyen herkesin alabileceği tek eğitim budur. hatta enderun mektebinde dahi bu kitaplara ek olarak coğrafya ve matematik gibi müspet bilimler okutulurdu devşirme gençlere. osmanlı ilk medresesi olan orhan gazi medresesini 1330 yılında iznik'te açmıştır. fatihe kadar 82 farklı medrese daha açılmıştır. fatih'ten kanuniye kadar olan medreselere fatih medreseleri (sahn-i senan medreseleri) denir ve bu medreselerde sistemli şekilde fizik, matematik, coğrafya, astronomi, tıp gibi pozitif bilimler de okutulurdu. kanuni sultan süleyman'dan sonraki medreselere süleymaniye medreseleri denir ve kanuni'den sonra medreselerden pozitif bilimler hemen hemen kaldırılmıştır ve abdülhamit devrilip de ittihatçıların 26 şubat 1910 tarihli medaris-i ilmiye nizamnamesi yayımlanana kadar pozitif bilimler medresenin kapısından içeri girememiştir. 3. selim ve 2. mahmut medreselerin karşısına bir de içinde pozitif bilimler olan mektep diye yeni okullar açar ancak bu sefer medrese-mektep çatışması başlar. osmanlıda içinde sıra ve masa olan ilk okul 1773 yılında açılan mühendishane-i bahri hümayun'dur. ilk kara harp okulu 1835 yılında açılmıştır. ilk tıbbiye 1827 yılında açılmıştır. 1824'te sadece istanbul'da ilköğretimin zorunlu kılınmasına dair yasa çıkarılmıştı. genel ve zorunlu ilköğretime (iptida-i mektepler) dair eğitimi düzenleyen ilk metin 1869 tarihli maarif-i umumiye nizamnamesidir ancak ilköğretim cumhuriyete kadar ve hatta 1940'lı yıllara kadar asla zorunlu ve umumi olamamıştır. sıbyan mekteplerinin eğitmenleri camii hocaları idi, müfredatları elifba, sure ezberi, dört işlem ve ilmihalden ibaretti ve mezuniyetin temel koşulu kuranı hatmekmekti. tanzimattan sonra sıbyan mekteplerinin içinde matematik/türkçe/tarih/coğrafya gibi dersler olan iptida-i mekteplere dönüştürülmesi kararlaştırıldı ancak 1908 yılındaki ikinci meşrutiyete kadar pek gelişme kaydedilemedi. sonrası da zaten savaş kıyamet. osmanlı'nın modern anlamda ilk üniversitesi dar-ül fünun'dur ve 4 başarısız teşebbüs sonucunda açılabildiği tarih 1900 yılıdır. bu topraklarda üniversitenin, ileri seviye fiziğin, kimyanın ve biyolojinin, felsefenin, atıflı makale yazımının, bilimsel çalışmanın tarihi topu topu 116 yıldır.

    osmanlı'da eğitim hiçbir zaman düzenli ve sistemli olamamıştır. iptida-i mekteplerin ücretsiz olması 1913 yılında ancak gerçekleşir. medreselerin bir standardı yoktur. müderrislerin kafasına göre şekillenir eğitim. yıkılmadan önceki bir kaç on yıl hariç okullara öğrenci seçimi diye bir şey yoktur. parası olan kişide zeka ve yetenek, liyakat gözetmeksizin okula kabul edilir, mezun edilir, devlet görevi verilir. işte böyle bir ortamda felsefe avrupa'ya gidip de dönüşte "diyar-ı küfrü gezdim beldeler kâşaneler gördüm dolaştım mülk-i islamı bütün viraneler gördüm" şeklinde şiirler yazan ziya paşa gibiler için merak edilen ve türkçeye tercümesi yapılan bir şeydir sadece . osmanlı'da modern anlamda ilk düşünsel hareketlenme 1839 yılında ilan edilen tanzimat fermanı sonrası ortaya çıkar. münif paşa (1830-1894), ali suavi (1839-1878), ahmet mithat (1842-1892) gibi münevverlerin felsefi çeviriler, sözlükler, felsefe tarihi kitapları ve ansiklopediler hazırladıklarını görüyoruz. 2. mahmut tarihte gavur padişah olarak bilinir. osmanlı'da avrupa'ya ilk kez öğrenci gönderen kişi aslında 2. mahmut'tan önce mısır valisi kavalalı mehmet ali paşadır. zaten osmanlıyı isyanında defalarca yenmiş kütahya'ya kadar gelmiş rusya'nın 15.000 askeri ile istanbul'un anadolu yakasına gelmesi ile geri çekilmiştir. daha sonra 2. mahmut da fransa'ya öğrenci gönderir. 1830-1839 yılları arasında sadece 37 osmanlı vatandaşı genç fransa'da okutulmuştur. 8 yıl aradan sonra 1847'den itibaren fransa'ya tekrar öğrenci gönderilir. 1850'lerde ve 1860'larda avrupa'ya gönderilen öğrencileirn masraflarının artması osmanlıyı zora sokar ve osmanlı parisi istanbula getirir. 1868'de bugün galatasaray lisesi olarak bilinen galatasaray mekteb-i sultanisi açılır. 1839-1875 yılları arasında 166 müslüman ve 78 gayrimüslüm toplamda 244 öğrenci avrupa'da okutulmuştur. osmanlı yüksek eğitimin yanında kalifiye işçiler yetiştirmek üzere torna, döküm, süsleme sanatı, gravür, modelcilik, marangozluk, saraçlık, makine, terzilik gibi eğitimleri için çıraklar da göndermiştir fransa'ya. 1880 yılından sonra fransa, belçika, avusturya, prusya (almanya) gibi ülkelere öğrenci gönderilmeye devam etmiştir. işte osmanlıya felsefe ekseriyetle bu öğrenciler aracılığı ile gelmiştir. bunların dışında felsefe ile uğraşanlar ilk türk materyalisti beşir fuad gibi halep/suriye civarında fransız eğitimi alanlardır. ingilizce, almanca ve fransızca bilen ve batı felsefesini bunca geniş bir yelpazeyle osmanlıya tanıtan ilk kişilerden biri olan beşir fuad (1852-1887) osmanlıdaki ilk denemeci, ilk biyografici, ilk eleştirmen gibi sıfatların da sahibidir.

    kendi içinde müspet* eğitim vermeyen ve müspet eğitim için 1830'lardan itibaren avrupa'ya muhtaç kalan osmanlı imparatorluğunun verdiği dini eğitim sonucu bütün felsefi ve düşünsel temeli tasavvuf denilen ilkel islam felsefesine mahkum kalmıştır. osmanlı'nın felsefi temelinde bir tehafüt geleneği vardır. tehafüt* tartışmalarının merkezindeki kitap gazali'nin tehafüt'ül felasife* isimli kitabıdır. tıpkı ibn-i rüşd gibi her yüzyılda birileri gazaliyi eleştirir daha sonra başka birileri çıkar ve gazaliyi göklere çıkarır. yüzlerce yıl süren bu kısır tartışma sadece ve sadece batının tek seferde vurup devirdiği david hume'un nedensellik eleştirisi ile onun reddinden ibarettir aslında. işin garip tarafı en sonunda hep kazanan gazali olur. kelam ilmi osmanlıda tartışılan değil ezberlenen bir şeydir. zaten kelamın tartışılması ehl-i sünnet itikadının hakikiliğinin tartışılması anlamına gelir. fatih sultan mehmet osmanlı'da tehafüt'ün başlatılmasını emreder. gazali ile ibn-i sina ve farabi gibi filozoflar/ gazali ile ibn-i rüşd arasında hangisinin haklı olduğunu merak etmektedir. bu görevi de ali tusi'ye verir. ali tusi kitabüz zuhr isimli eseri ile kendince gazaliyi haklı çıkarır, gazalinin söylediklerini biraz daha kibar söyler o kadar. fatih'in bir diğer tehafütçüsü de muslihiddin bursevi hocazade'dir. hocazade, gazali'ye daha fazla eleştiri getirmiş olsa da gazalicilikten de vazgeçmemiştir. tehafüt geleneği 16. yüzyılda şeyhülislâm ibn kemal (paşazade) (1535), muhyiddin karabağî'nin (1535-36) mestçizâde abdullah efendi (1735) ile devam etmiş yüzyıllar gazalinin haklı olup olmadığını anlamaya çalışmakla geçmiştir. keşif ve keramet gerçekten güvenilir bilgi kaynakları mıdır? din, doğruluğuna birilerinin karar verdiği mezheplere sorgusuz sualsiz iman etmek ve eskileri taklit etmek midir? bir şey kuranda öyle yazıldığı için mi yasaktır yoksa akla göre kötü olduğu için mi kuranda yasaklanmıştır? nedensellik var mıdır yok mudur? bir okun doğuya doğru atılmış olması okun doğuya doğru gideceğini ispatlamaz mı? sünnetullah, doğuya doğru atılmış oku bir anda batıya çevirebilir mi/çevirir mi? doğa kanunları kanun değil de genelde aynı şekilde gerçekleşen alışkanlıklar mıdır? bu sorular türkiye'de bugün hala aşılabilmiş değildir. bugünkü islamcılığın dayanak noktası da zayıf noktası da islamda ıslahın anahtarı da hala daha bu sorulardır.

    tehafüt geleneğinin dışında osmanlı'da düşünsel anlamda benliğin reddi olarak tanımlayabileceğimiz tasavvuf vardır sadece. net bir mistizm. "ben allah'ım" diyen hallac-ı mansur ve ardından mevlana, ibn-i arabi gibileri "allah sonsuzsa ben de sonsuzun bir parçası olduğuma göre allahın da bir parçasıyım" fikrinden tıpkı spinoza'nın yüzyıllar sonra ulaştığı sonuç gibi panteizme ulaşmışlardır. yunus emre'nin "ete kemiğe büründüm yunus diye göründüm" ifadesi benliği reddeder, allahın varlığının karşısında insanın varlığının olmadığını söyler. hallac-ı mansur ve ibn-i arabi ise "bizler de sonsuz olan allah'ın parçalarıyız" der. bu ikisi aynı şey değildir. bu ikisinin sentezi 16. yüzyılda hindistan'da (muhtemelen yunus'tan bihaber olan ancak 9. yüzyıda ortaya çıkan tasavvufun benliği inkar politikasından haberdar olan) imam-ı rabbani tarafından vahdet-i şühud görüşü şeklinde yapılır ve 19. yüzyıldan itibaren osmanlıdaki nakşibendi tarikatları üzerinde muazzam etki yapar: evet hem allah sonsuzdur ve onun parçalarıyız hem de biz benlik olarak yokuz allah'ın yansımasıyız, onun tecellisiyiz. platon'un idealar alemi gibi allahın idealar alemindeyiz, matrixdeyiz, gerçek alemde bir tek allah var, bizim matrix'de olmamız bizi allah'ın bir parçası olmaktan alıkoymaz. hallac-ı mansur, mevlana, yunus emre, ibn-i arabi, imam-ı rabbani gibiler aydınlanma çağına kadar olan batılı filozofların tümünden daha filozoftur belki ancak hiç biri osmanlı değildir. osmanlıda mutasavvıflar vardır ve bunlar vahdet-i vücud tartışmalarına falan dahil olmazlar. inançları gereği sadece destekçi olabilirler. çeviri yaparlar, yıkama yağlama yaparlar. tapınırlar. dolayısıyla osmanlı mutasavvıflarının filozof olma şansı yoktur. birigivi, merkez efendi, ismail maşuki, gül baba, kutbettin izniki gibi osmanlı mutasavvıfları bırakın felsefe'yi kelam bile yapmamışlardır, sadece eskileri taklit etmişlerdir, akıl yolu ile sorgulamaya cesaret edemedikleri inançlarının özü de taklit etmektir zaten. içtihat kapısının kapandığına mutlak iman etmişlerdir, şeyhe tapınmayı el etek öpmeyi islamın özü telakki etmiş; zamanın şartlarına göre dine yeni yorum getirmeyi düşünmemişlerdir bile. düşünenleri de anında tekfir etmişlerdir ve hatta bazen molla lütfi gibilerin kafasını kestirmişlerdir. osmanlıda tanzimata kadar olan süreçte benim bildiğim bir şeyler düşünen tek adam katip çelebidir, ona da filozoftan ziyade münevver ya da aydın diyebiliriz.

    türkiye cumhuriyeti kurulana kadar halk padişahın kulları idi. birey diye bir şey yoktu bu topraklarda. adalet, hukuk, felsefe, bilim, hümanizm hiç biri yoktu. eğitim sistemi rezaletti. felsefe maddeyi, insanı ve şuuru en önemlisi aklı inkara indirgenmişti. bilim şeyhlerin ve mollaların fetvaları ile yasaklanmıştı. adalet kadıların elindeydi, oturmuş bir hukuk sistemi yoktu: kimin kime gücü yeterse orman kanunları vardı. 1774 küçük kaynarca antlaşması ile eninde sonunda gelecek nihai bir yenilgiyi de kabul eden ve artık alelade güçsüz bir devlete dönüşen osmanlının 1922'de polatlı'ya kadar geri çekilmek zorunda kalan halkı kendilerini ölüme terkeden osmanlıyı bugün yaşadıkları ve onları birey yapan türkiye cumhuriyeti'nden daha fazla sevip sayıyor. bu bir travmadır. küçük kaynarca antlaşması ile elindeki her şeyi kaybeden osmanlı halkı 1773 yılında saplanıp kalmış halde 1774 yılına geçiş yapmak istemiyor oysa biz bugün 2016 yılındayız. makul insanlar 1774 yenilgisinin ne anlama geldiğini sorgularlar. bu yenilgi ile yüzleşirler. neden böyle olduğunu merak ederler. bizim bu travma ile yüzleşmemiz gerekiyor. necip fazıl, cemil meriç gibiler aslında en fazla bu travmanın varlığını inkar edenler. bu adamlar kendilerini kadırmaktan başka bir şey yapmıyorlar. küçük kaynarca antlaşmasının belki bir kaç yüz yıllık bir de arka planı var. felsefi geçmişi var. arkasında rusya'ya akıl denen şeyi getiren deli petro var. osmanlıyı mahfeden rus teknolojisinden dostoyevski ve tolstoy'a kadar tümünü yaratan rusya'daki fransız modernizasyonu var. bugün içinden filozof çıkmış topraklarda yaşayanlar filozofu olmayan toplumlara hükmediyor. içinde felsefe yapılmış ülkeler günlük güneşlik; diğerleri kan ağlıyor. içinde felsefe yapılmamış bizim gibi toplumlar da 1773 yılında saplanıp kalmış durumda. "1774 yılına nasıl geldik biz? o antlaşmaya imzayı nasıl attık?" bunları sorgulamak istemiyor. kaçıyor. 300 yıllık bir travmanın içinde yaşıyor hala. bütün bileşenleri ile felsefe ve düşünsel tarih bizim kimliğimize bir tehdit değilken bu travma bizi "bizi yok etmek isteyene" düşman olacağım diye düşüncenin kendisine de düşman olmaya itiyor. bu travma bizi yukarıda özetini sunduğum batı felsefesi tarihinin, benim deyimimle medeniyet kavanozunun bir alternatifinin olabileceğine ve bunun da tasavvuftan ibaret olan islam medeniyetinin olduğuna inandırıyor: bu bir nevrozdur. bizler artık medeniyet kavanozuna kenarından iğnesini batırıp da asalak beslenen bir takım sivrisinekler olmayı bırakmalıyız. "bana balık tutmayı öğretme balık ver" diyen sefil parazit bitler olmaktan kurtulmalıyız artık. bizler bindiğimiz uçağı icat eden zihinleri ve o zihinlerin hangi sosyal şartlar altında nasıl bir eğitimle eğitildiğini merak etmeliyiz. kullandığımız elektriği yaratan felsefeyi araştırmalıyız. kıçımıza giydiğimiz donu üreten makineyi kimin nasıl ürettiğini bilmeliyiz. ne zamana kadar kaçacağız bu sorulardan? ne zamana kadar kafamızı kuma gömeceğiz? bütün bir islam aleminde bir şeyler yanlış değil mi? nerede yanlış? tasavvufta mı? mezhepte mi? islamın kendisinde mi? nerede? bundan ne kadar daha kaçacağız? üç kıtaya hükmetmiş imparatorluğumuz var 600 yıllık tarihinde bir tek filozof bile yok! bu impartorluğun yıkılmış olmasının gerekçesini nerede arayacağız? bu küçük düşürülmüşlüğü, bu üzerine basılıp geçilmişliği, bu yenilmişlik travmasını nasıl atlatacağız? medeniyeti ve felsefeyi inkar ederek mi? kürt meselesini de, hukuk meselesini de, demokrasi meselesini de bu yüzden, bu geri kalmışlıktan dolayı çözemiyoruz biz. hala daha 2016 yılında insan aklı ile dalga geçen diyanet diye bir kurumumuz var. hala daha islamcılık diye, 1773 yılına dönmecilik diye, nakil peşinde koşmacılık, osmanlıcılık diye bir davamız var. türkiye'yi hala daha derinlerde bir tarikatlar oligarşisi yönetiyor. yığınlara lafım yok ama bunlar hep bir şeyler düşünebilen tarih ve tefekkür agısı olan adamların 1774 yenilgisini kabullenemeyişinin suçu. bu kabullenemeyişi 21. yüzyıl aklına hakaret olan bir mistizmle örtmeye çabalamalarının, tarih boyunca var olmuş en büyük konformizm olan din konformizmine sım sıkı sarılıp da bu dünyaya dair gerçek bir şeyler düşünebilmeye iman edemeyişlerinin kabahatidir.

    edit: osmanlı'da filozof olmadığını iddia etmek için önce bir filozofun ne olduğunu felsefe tarihini anlatırsınız. sonra osmanlıda ne var ne yok bakarsınız. hatta osmanlının neden bu kadar çorak olduğuna dair tezlerinizi sunmak opsiyoneldir. ben üçünü de yaptım bu yazıda. oysa osmanlı'da eğer filozof varsa yapmanız gereken bir tek şey vardır: isim verirsiniz. zor olan filozof olmadığını iddia etmektir. kolay olan var olduğunu. isim verirsiniz yahu. açarız bakarız filozof muymuş değil miymiş, düşüncesi kaç kişiyi etkilemiş, kim onun düşüncesinin üzerine başka bir tezle gitmiş vs. bu kadarcık. aşağıdaki arkada