ordu

  • ordu diyince insanın özellikle de sivil bir insanın aklında oluşturduğu imgeyi hep merak etmişimdir. tabii terminoloji ordu diyince türk ordusu ile türk ordusuna bağlı atıyorum birinci ordu'ya da aynı isim verildiği için karıştırmak kolay ancak benim bahsettiğim birinci ordu gibi bir şey. kolordudan kalabalık olan 4 yıldızlı askeri birlik. ordu diyince yanyana dizilmiş onbinlerce asker gibi mi düşünülüyor?

    tanımı zor değil ama açıklaması zor bir şey. ordu 80 bin ve üstü askerden oluşan operasyonel kabiliyeti ve selahiyeti olan askeri birliktir. en büyük müdür? türk ordusunda evet. ama bir ordu ve üstüne yancıları bazı askeri birimleri de ekleyip merdiveni daha da çıkabiliyorsunuz. iki ordu birleşip ordular grubu oluşturabiliyor. iki ordu ve üstüne bazı tümenler birleşip bizim literatürde kurtuluş savaşından bu yana çok kullanılmayan bir "cephe" oluşturabiliyor. (1. beyaz rus cephesi gibi). tanımı yapınca bir şey anladınız mı? hayır. gayet normal, görmeden aklın alacağı türden bir şey değil çünkü.

    bir ordu nasıl hareket eder, nasıl yaşar, nasıl intikal eder, nasıl beslenir? ordunun bir biçimi var mıdır? neye benzer bu ordu?

    gerçek olan örnekten gidelim. karargahı selimiye kışlasında bulunan 1. ordu. tam 120 bin kişilik bir birliktir. araçları ve silahları hariç eski ali sami yen stadını 5.5 kere doldurup boşaltacak bir kalabalıktan bahsediyoruz.

    1. ordu kendi içinde 2. kolordu, 3.kolordu ve 5. kolordu olarak üç ana başlığa bölünüyor. bu kolorduların her biri birbirini destekleyen ancak operasyonel olarak otonom ancak bağımsız olmayan birlikler.

    mesela 1. orduya bağlı 2.kolordu çanakkale gelibolu'da üslenmiş. bu kolordunun 4. mekanize piyade, 8. mekanize piyade (tekirdağ) ve 18. mekanize piyade (çanakkale) olmak üzere üç tugayı var. üstüne 95. zırhlı tugay (malkara) tanklarıyla 2. kolorduya bağlı. bu tugayların her biri aynı kolordunun orduya oranında olduğu gibi otonom. yani operasyonel anlamda otonomlar. kertenkelenin kuyruğu gibi kesseniz hareketi sürdürür bunlar. kendi topçu birlikleri kendi keşif birlikleri, kendi muhafız taburları, kendi bakım bölükleri, kendi karargah bölükleri var. bu tugayı kolordudan çıkartıp başsız olarak araziye atsanız ve şurayı tut deseniz çok büyük oranda sekteye uğramadan erzak ve mühimmatı ikmal ettiğiniz sürece organizasyonunda çok büyük değişiklik olmaz. bu da tugay kendi kendine yetebilen en küçük birlik olduğundan böyle. mesela bu tugayların bir piyade alayına aynı emri verseniz onu yerine getirmek için herşeyi yoktur. ya indirekt topçu desteğinden mahrum kalır ya antitank kabiliyeti zayıftır, ya da intikal edecekse araçlardan yoksundur. yürümeye başlarlar.

    1. ordunun 3. kolordusu bir nato rapid deployable corps. yani nrdc-t. içinde hala bir tümen olan az sayıda kolordudan biri. 52. taktik zırhlı tümen (hadımköy), 2. zırhlı tugay (kartal), 66. mekanize piyade (hasdal), 23. taktik motorize tugay (samandıra metris) olmak üzere 1. ordunun istanbul içindeki zırhlı rezervini bu kolordu sağlıyor.

    1. ordunun 5. kolordusu tekirdağ çorlu'da üslenmiş.bu kolorduda 1. zırhlı tugay (babaeski), 3. zırhlı tugay (çerkezköy), 54-55 ve 65. piyade tugayları (edirne çevresi ve lüleburgaz). kolordunun has zırhlı süvari taburu (süvari diyince at yok tabi zma var artık), 105 topçu alayı ve kolordunun has istihkam alayı var.

    bu kolordular harici 1. orduda 15. piyade tümeni (izmit köseköy) ve samandıra'da 4. kara havacılık alayı var.

    karışık mı? bunlar henüz orada duruyorlarken karışık. bir de bunlara bulgaristan'a yürü emri verilse ne olacak?

    benim hayalgücümde ordu voltran ile ahtapot arası bir şeye benziyor. voltran çünkü bütün o elektronik aksam voltranı oluşturan robot aslanları oluşturuyor. bütün o aslanlar da bir araya gelip yenilmez voltranı oluşturuyorlar. voltran da kılıcını çekip akıyor mu? hayır. çünkü voltran çok biçimli ve yakışıklı bir şey. oysa bölükler taburları, taburlar alayları, alaylar tugayları, tugaylar kolorduları (tümen oluşturamıyoruz pek) kolordular orduyu oluşturdukları zaman haritanın her yerine bir kolunu atmış yüzlerce kolu olan dev bir ahtapot ortaya çıkıyor. bazı kolları zayıf, bazıları zırhlı, bazıları havada, bazıları taş (top) atıyor, bazıları yol yapıp siper kazıp köprü inşa ederken bazıları da yemek bulup getiriyor. ordu böyle bir şey. biçimsiz ama orada. sıvı gibi.

    böyle bir canavar ne yer?

    lojistik bilimi zaten bu canavarı doyurmak için ortaya çıkmıştır. zira ordu denen yaratık dünyaları verseniz yese de doymaz. ordu beslemek kadar maliyetli ne olabilir diye düşününce hiç tek kalem bir şey bulamıyorum. açık ara dünyanın en doymaz şeyi ordudur. aça aça gidelim.

    120 bin askerin ihtiyacından bahsediyoruz. önce dayanıklı tüketimleri var. 120 bin adet yatak. 120 bin yatağı alacak tesis. 120 bin çelik dolap. 120 bin piyade tüfeği.

    120 bin askerin ısınması için gereken yakıt. 120 bin kişilik kaynayan bir yemek kazanı. 120 bin kişilik bir kantin sistemi, temizlenmek ve içmek için su. araçlarına koyacakları yakıt. araçlara ve tanklara ayrı hangar ve alet edevatları. 160 bin çift bot. 160 bin üniforma + kaban + şapka + palaska. terzi saraç baytar çamaşır için hammadde ve kimyasallar. barışta minimum istihkak her an hazır olmak üzere 9 milyon 600 bin 7.62x51mm mermi. milyonlarca 12.7mm, 14.5mm, 60mm, 81mm, 120mm mühimmat. 120 bin kişilik tıbbi malzeme. 120 bin kişilik şahsi temizlik malzemeleri, 120 bin askerin derdini ölenini kalanını suçunu cezasını terfisini çevirecek kırtasiye malzemesi, telefon ağı ve elektronik ekipman parçaları, oluşan çöpleri yokedecek bir sistem ve bu devasa makineyi çevirecek enerji.

    bir ordunun bir günde ihtiyacı olan ikmal barış anında böyle böyle tam 750 tona varıyor. ve bunun optimize edilebilmesi korkunç zor. yemek illa ki artıyor. ertesi gün illa ki birileri yiyemiyor. ilaçlardan bir tanesi illa ki eksik çıkıyor. bazı ilaçlar illa ki ihtiyaç fazlası oluyor. herşeyin bir raf ömrü var ve düzenli olarak değiştirilmeleri gerekiyor. dahası bu ordu daha yerinde duruyor vaziyetteyken karşılaştığımız durum. sefer anında 750 - 1000 ton malzemeyi orduya ulaştıracak bir de lojistik sistemi gerekiyor zira ordular şehirlerde konaklarken şehir altyapısını kullandıkları için bir de üstüne kendi enerjilerini üretmek falan zorunda değiller. üstüne üstlük 1000 ton malzemenin her gün nasıl taşınacağını geçtim "buyrun komtanım bugünlük istihkakınız 1000 ton buraya bırakıyorum" da diyemiyorsun. her kolordunun her alayın her taburun her bölüğün o 1000 ton ikmalin içinde farklı istekleri var. her birliğin s4 subaylarının kolorduların depolarından gidip alacakları günlük listeleri var. bu da tabii en iyi senaryo. ikmali vermişssiniz de s4'ler gidip ihtiyaçlarını alıyorlar. düşman arazisinden partizanından teröristinden sıyrılıp trenlerle günlük 1000 ton ikmali başardınız falan sonra bu olaylar.

    peki bir ordu nasıl hareket eder?

    "yavaş" ilk akla gelen kelime. bunun antitezi olan komutanlar askeri tarihte hep hatırlanır. yıldırım bayezid orduyu hızlı yürütebildiği için yıldırımdır. jan sobieski bütün polonyayı viyana kapısına 5-6 günde getirdiği için büyük generaldir. heinz guderian mayıs haziran 1940 arası alman panzerlerini öyle bir koşturmuştur ki hitler hayatında herhalde ilk kez bir generaline "lan oğlum yavaş git önünden alan mı var" tarzında bir şeyler demiştir. tabii bu işin parlak kısmı. normalde birinci ordu kafanızda canlandırdığınız gibi trakyaya çöreklenmiş her kolu edirnenin kırklarelinin istanbulun bir yerinde kafası da selimiye kışlasında olan dev bir ahtapot olunca kusursuz bir "all out" ilerleme iyimser bir şeydir. illa ki bir tugay geride kalır, illa ki bir tugay düşmana çatar, pusuya düşer, hatlarından sökülür, zırhlı birliklerden biri illa ki guderian gibi artçı birlikleri beklemeden dünyayı fethetmeye koşar. partizan illa ki demiryollarını patlatır, düşman hava gücü gündüz ilerlemeyi illa ki zorlaştırır. velhasılı ordu günde tüm unsurlarıyla 10 kilometre ilerleyebiliyorsa öpüp başınıza koyarsınız. 1945'te polonyadan zincirinden boşanmış gelen rus kızılordusu 600 kilometreyi 68 günde savaşarak geçmiştir. onlar da öyle bir değişik bir ordu kültürüdür. kızılordunun lojistik kabiliyetini alman general hasso von manteuffel hatıratında şöyle anlatır :

    ""kızılordunun ilerlemesi batılıların hayal edemeyecekleri birşeydir. tank öncülerinin arkasında, çoğunluğu atlı olan büyük bir sürü gelir. asker sırtında yürüyüş sırasında tarla ve köylerden topladığı kuru ekmek parçaları ve ham sebzelerle dolu bir torba taşır. atlar evlerin çatılarındaki samanı yerler ve bunun dışında çok az yem verilir. ruslar, ileri harekat yaparken üç haftaya varan sürelerde bu ilkel tarzı sürdürebilirler. onları, herhangi bir ordu gibi, ikmal hatlarını keserek durduramazsınız çünkü vuracak ikmal kollarını çok nadiren bulabilirsiniz.""

    bir ordunun ilerlerken böyle işgal ettiği toprağı soya soya ikmalinin en azından bir kısmını karşılaması askerlik mesleği ve teorisinin herhalde en eski opsiyonlarından biridir. romalılar devrinde bir lejyonun ikmalinin neredeyse tamamı lokal karşılanıyordu. demiryollarının icadına kadar da bu böyle sürmüştür. ancak ordu ikmalini sanat haline getiren de napoleon'un kendisidir. rusya ya 1812'de yürüyen grande armee örnek vermek gerekirse yiyecek konusunda lokal kaynaklara tamamen bağlıdır ancak bazı kurnaz metodlar da keşfetmişlerdir. bunların en bilineni çakıl taşı çorbası'dır.

    fransız ordusu yiyecek ikmalini alay seviyesinde karşılamaktadır. yani her alayın kazancısı geçtikleri 24 kilometrelik bir stripteki bir yerleşim yerine giderek yerel halktan yiyecek talep etmektedir. alamazsa satın almaya çalışmaktadır. satın da alamazsa bir sonraki yerleşim yerini denemekle zorla derdest arasında gidip gelmektedir. fransa belçika almanya avusturya polonya kolay geçilir çünkü yerleşim yerleri arası mesafe çok değildir ve yiyecek tedariki nispeten kolaydır. ancak polonyanın doğusunda düşman halk yüzünden yiyecek ikmali sekteye uğramaya başlayınca fransız kazancılar köy merkezlerine dev kazanlar kurarak gayet teatral boyutlarda gösterilerle çakıl taşı pişirmeye başlarlar. köylüler bakar ki askerler ciddi ciddi taş pişiriyor. "lan taş yenir miymiş?" diyerek yakından bakmaya başlarlar. sonra üniformalı kazancıbaşı kepçeyi pişen taşın suyuna daldırıp bir hürrp diye tadınca kafa sallayıp gülümseyerek: "oh şahane ama biraz da havuç olsa daha iyi olurmuş" der. hayırsever biri hemen havuçları getirir ve bunlar çorbaya eklenir. 5 dakika sonra kazancı bu sefer "mon dieu! efsane bir çorba ama şalgam da eklense fena olmaz" diyince bir başkası da sırf merakından onu tedarik eder. böyle böyle eklemelerle köy meydanında bir saat pişen çakıl taşı çorbası muazzam bir sebze çorbası halini alır. köylüler de nihayetinde gizli bir tarif aldık diye, fransızlar da doyduk diye sevinirler. ordu tok karınla yürümeye devam eder.

    ikmal neyse ki günümüzde daha dürüst bir hale gelmiştir.

    bir ordu nasıl savunur?

    bunu açıklamak çok güç. birinci dünya savaşı örneğinde bir cephe hattı vardır ve ordu komutanına 50 kilometrelik bir hattı 120 bin kişiyle tutması emri verilir. statik anlamda değerlendirildiğinde beton koruganlar siperler ve dikenli tel yardımıyla çok da zor bir iş değildir zira ww1 batı cephesi hareketli bir şey olmadığı için bunların istihkamcısı mutfağı karargahı hastanesi vesaire hep hattın hemen gerisindedir. ordu denen ahtapotun bir kolunu kesersiniz, acısının yerini hemen farkeder ve oraya 4 kol(ordu) yığar. 4 kolu kesemezsiniz. ordu kendini 1915'te böyle savunur.

    1944'te ikinci dünya savaşı örneği öncekine kıyasla korkunç bir disparitedir. barbarossa harekatında baltık denizinden karadenize kadar olan kuş uçuşu 1500 kilometrelik devasa bir cephe 3 ordu grubunda 188 alman tümeni tarafından tutulmaktadır. ordu artık zırhlı, mekanize ve motorize kabiliyetleri yüzünden 50 kilometrenin çok üzerinde bir nüfuz alanına sahiptir ama bu da artık siper kazıp dikenli tel dizip düşmanı bekleyemeyeceğiniz anlamına gelmektedir. artık mobil savaş dönemidir çünkü. ordu denen ahtapot bu yıllarda gözlerinin yetmediği uzaklıklara zayıf bacaklarını gönderip arazi ve düşman keşfi yaptırmakta, hava üstünlüğü ile görebilmekte, zırhlı karşı saldırıya karşı derinlemesine savunma falan yapmaktadır. savaşa savaşa çekilmenin ve düşmanı bu oynak savunmada yıpratmanın kitabı bu aralar yazılmıştır.

    1950'de kore'de bm ordusu denen ahtapotun her kolu farklı bir renkte ve hepsi farklı bir dil konuşmaktadır. kıyıya inchon'dan çıkan ordunun yalu nehrinde çin'den beklenmedik bir saldırı yiyip tepetaklak olması haricinde geri çekilip savunmasını sürdürebilmesi az buz bir başarı değildir. 1950 yılında ordu ahtapotun kaç kolu olduğuyla değil, kolları arasındaki koordinasyon ve organizasyonuyla güçlü addedilmektedir.

    1965-73 yıllarında vietnam'da ordu incelenmesi farz olan bir şeye dönüşmüştür. air cavalry ve helikopterin agresif kullanımı ile amerikan ordusu ve arvn kuzey vietnam ve vietkong ile hiç kesin sonuçlu bir karşılaşma yaşamasa da küçük ünite taktikleriyle korkunç sahneler yaşanmasına sebebiyet vermiştir. bu yıllarda ahtapot saigon'da oturmakta ve yüzbinlerce kolu (müfreze) ile vietnam'ın her yerini probe'lamaktadır. ancak bu da savaşın bir sonucunun olmamasına sebep olacaktır.

    günümüzde ordu kendini nasıl savunur? alan hakimiyeti olarak napoleon nasıl savunuyorsa öyle, sürat olarak von kleist don üzerindeki rostov'u nasıl terkediyorsa öyle, ikmal gücü olarak macarthur yalu'ya nasıl yığdıysa öyle. atıyorum bulgaristan üzerinde savaşılan teorik bir rus zırhlı işgali için düşünürsek 1. ordunun 5. kolordusu atıyorum ruslardan dayak yerse 1. ordunun tüm unsurları ona yardıma gitmiyor. cannae savaşından bu yana harekat sahası combat width denen bir mevzu var. birlikleri zayıflatma pahasına açmak gerekiyor. 3. kolordu zırhlı bir karşı saldırı ile sağ kanattan yarma başlatacak bir şok uygulayarak 5. kolordu üzerine baskıyı hafifletmeye çalışıyor. 2. kolordunun tugayları açılarak sol kanattan beşer kilometre aralıklarla probe saldırılara başlıyorlar ve boyutlarına kıyasla çok daha büyük bir birlik izlenimi vererek rusları bir çifte torbalamayla karşı karşıya kaldıkları gibi yanlış bir hava yaratıyorlar. 5 kolordu iki tugayıyla 2 kilometre geriye çekilerek savunma hattını tekrar tesis ediyor ve takip eden rus zırhlı kolunu kıskaca alıyor. sol kanat zırhlı yumruğu vurup sağa döndüğünde kıskaçtaki ruslar %65 kayıp oranlarını bulup alanı terkediyor ya da teslim oluyorlar. en azından plan bu. bir plan var.

    gibi gibi... ordu boyutundaki birliklerin operasyonel opsiyonları da bir o kadar büyük.

    von manteuffel'in hitler ile ilgili yazdıklarını alıntılayarak bitirelim:

    "hitler epey çok askeri literatür okumuştu. askeri açıklamaları dinlemekten de çok keyif alıyordu. birinci dünya savaşındaki onbaşı olarak şahsi deneyimi ile birleştirildiğinde alt kademe askerlik ile ilgili çok iyi bir bilgi birikimi edinmişti. bunlar daha çok farklı silahların özellikleri, arazinin ve hava şartlarını önemi ve askerin düşündükleri ve morali üzerine yoğunlaşıyordu. özellikle askerlerin nasıl hissettiklerini ölçme konusunda çok iyiydi. onunla bu konuları tartışırken fikir ayrılığında olduğumuzu hiç hatırlamıyorum. diğer taraftan stratejik ve taktik kombinasyonlarla ilgili hiçbir fikri yoktu. tek bir tümen seferde nasıl hareket eder ve savaşır iyi anlıyordu ama bir ordu nasıl harekat yapar hiç anlamadı."