oğuz atay

  • "yatağımın karşısında bir pencere var. odanın duvarları bomboş. nasıl yaşadım on yıl bu evde? bir gün duvara bir resim asmak gelmedi mi içimden? ben ne yaptım? kimse de uyarmadı beni. işte sonunda anlamsız biri oldum. işte sonum geldi. kötü bir resim asarım korkusuyla hiç resim asmadım; kötü yaşarım korkusuyla hiç yaşamadım. "

  • mükemmeli en kısa sürede yapabilmiş, büyük ve aydın bir beyinin nüfus kağıdında yazan karşılığıdır.

    43 yıl, 2 ay, 1 gün, yani toplamda 15768 gün.

    bunun ilk on sekiz senesini çıkalım, geriye kalan 25 yıl, 2 ay ve 1 gün.

    bu süre zarfında neler yapabilirsiniz, düşünün biraz, daha 10 senelik bir cumhuriyete doğmuşsunuz. sonra üniversite okumuşsunuz, hem de o zamanlar inşaat mühendisliği okumuşsunuz, peşine çalışmışsınız, akademiye girmişsiniz, master ve doktora yani...

    derken zor bir şeyi becermişsiniz, çok güzel bir eser yazmışsınız, 1972 yılında;tutunamayanlar
    peşi sıra bir eser daha, bu sefer eser de değil, şaheser yazmışsınız, 1973 yılında; tehlikeli oyunlar
    durmamışsınız, peş peşe üç kitap daha, biri hikaye, birisi de tiyatro oyunu ve biri de biyografi; korkuyu beklerken, oyunlarla yaşayanlar ve bir bilim adamının romanı

    bu sırada hazırladığınız; eylembilim ve her ne kadar basılmak için yazmasanız da sizden sonra basılan bir kitabınız; günlüksiz öldükten sonra basılmış.

    tüm bunlar arada 1961 yılında evleneceksiniz, bir şirket kurup onu batıracaksınız, bir kızınız olacak, 1967 yılında boşanacaksınız, peşi sıra bir daha hayatınıza bir kadın alacaksınız, sonra ondan ayrılacaksınız ve 1974 yılında bir daha evleneceksiniz. bu arada bir de mesleğinizde doçent oluvermişsiniz, sanki eve geçerken yoğurt alır gibi, ya da çarşıya inmişken bir paket sigara alır gibi...

    üstelik tüm bunları beyninizde bir tümör varken yapacaksınız ve sizi dünyadan nohut kadar bir ur henüz 43 yaşında alıp götürecek.

    bir otuz sene daha yaşasaydı kim bilir bu topraklarda edebiyat hangi seviyede olacaktı.

  • lise hayatım boktan geçti. bir seksen boyunda elli beş kilo, sivilceli, koca burunlu olmam yetmezmiş gibi okulun en güzel kızına aşıktım. çilekeş, dorian, manga, vega, kargo vb. guruplar dinler küçük karadeniz şehrinin sahilinde ellerim ceplerimde dolanıp dururdum. çok çok iyi bir okula çok çok kötü bir okuldan babamın tayini sebebiyle nakil gelmiştim ve hoca anlamayan var mı dediğinde parmağımı kaldırmaya hep çekinmiştim. çünkü sınıfta tek anlamayan olmak utanç vericiydi. sonra bu anlamama durumu sınıfın sınırlarını aştı tabi. girdiğim her ortamda tek anlamayan oldum. anlamak için en çok uğraşan bendim ama anlar gibi bakanlar, anlayanlar hep başkalarıydı. geri zekalı değildim oysa.(kompoziyonum iyiydi ve bence kompozisyonu iyi olanlar geri zekalı olamazlardı). sonra anadolunun ortalarında kötü bir üniversitenin daha da kötü bir bölümünü okumaya gittiğimde sanki dinlediğim bir kaseti başa sarmıştım. bu sefer daha acımasızdı hayat. anlamamak artık başıma bela olmaya başlamıştı. güzel kadınlar, yakışıklı adamlar, kurlar, ders notları, vizeler... bu sefer anlamadığım dersler değildi, daha büyük bir şeyi anlamadığımı fark ettim. yıldızlardan alçak, ağaçlardan yüksek bir şeydi kafamı kurcalayan.

    sonra soğuk bir yurt odasında elimde kırmızı bir kitap anladığımı sanmaya başladım. üstelik kimse bunu oku dememişti. kütüphanede dolaşırken niye o kitabı elime almıştım, o güne dek roman okumak nedir bilmeyen zihnim o koca kitabı niye raftan tutup çıkarmıştı, neyine güvenmişti bilmiyorum. sadece ranzanın üst katında kahkahalarla güldüğümü ve lapa lapa kar yağarken dolaştığım denizsiz olduğu kadar soğuk bozkırda gözlerimin dolduğunu hatırlıyorum.

    sonra diğer kitaplarını, sonra oğuz atay hakkındaki her şeyi toplamaya başladım. onun açtığı yolda gösterdiği hedefe durmadan yürüyeceğime and içtim. açtığı yol, ahmet hamdilere, herman hesselere, borgeslere, kafkalara, vüsat benerlere, dostoyevskilere çıktı. oradan girdiğim patikalar barış bıçakçı'ya kadar getirdi beni.

    kabul başlardaki heyecanım bir rock yıldızına duyulan hayranlığa benziyordu. ama bir şeydi işte, anlayın. hayatın başladığı yerde durmuş ve yaşamın ne kadar boktan olduğunu görmeye başlamışken, üstelik zaman hızla akarken ve ben bir bok anlamazken tutunacak bir şeye ihtiyacım vardı. değil mi ki "herkesin inandığı bir şey vardı bu amına koduğumun hayatında". benim ki de buydu işte.

    bugün kadehlerimiz oğuz atay'a kaldıralım, mendilci çocuklardan aldığımız mendillerle silelim gözyaşlarımızı.