nepal

  • nepal'de dağ başından ilk izlenimlerim, hayalkırıklıklarım ve tabii ki leoparlar...

    (orjinalini dün bloga yazdım yorgun argın. demin de medium'a koydum. ikisi de resimli ve reklamsız)

    ***

    son 4 gündür durmadan yollardaydım. gerçi genel olarak hep yollardayım ama bu son günler biraz ağırdı. 96 saatin 70'i otobüste, kalanı da yol kenarındaki tuvaletlerde geçmiştir. yol dediysem, asfalt hak getire; her yer delik deşik olduğundan roller coaster gibi inip çıkarak gittik. o yüzden pazar için planladığım gibi otobüste birşeyler yazamadım (ama "bvvvvv illoolll reeewwee" gibi planlamadığım şeyler yazdım bolca, bir ara postmodern şiir kitabı olarak çıkaracağım).

    cilalı bir yazı için gereken enerjiyi beklemeden, son günleri aklıma geldiği gibi yazayım yatağa yıkılmadan önce. (şu aralar lüks standardım: bir, yatak var mı? iki, yılanlar genelde evin dışında mı takılıyorlar?)

    ***

    geçen gün katmandudaydım. bazen gideceğim yerler hakkında bilerek önceden hiç araştırma yapmıyorum, googledan fotoğraflara dahi bakmıyorum ki sürpriz olsun. katmandu'nun çocukluğumdan beri kafamdaki imajı alplerdeki köylere yakındı nedense: havadar, her yerden himalayalar gözüküyor, mistik, rahat...

    o güzel hayaller, şehre varır varmaz beni bırakıp gittiler. sıcak, nemli, aşırı kalabalık, alt alta üst üste, gürültülü, tozlu bir yer. bangladeşe gitmedim ama orayı da böyle hayal ediyorum, dandik bir hint şehri gibi (dandik hint şehri = aşırı dandik türk şehri + 3000 ekstra inek ve 25 milyon ekstra insan).

    katmandu'da turizm trekking üstüne olduğundan, iki dükkandan birinin adı everest. everest trekking, everest restaurant filan neyse de, everest home decor, everest supermarket, everest motor... yahu size ne oluyor?

    everestten sonraki en popüler isim olan annapurnayla ilgili garip bir şey geldi başıma: daha yeni gelmişim, konuştuğum ilk yerli "annapurna bilmemne tours" yazan bir kart verdi, ben de standart cevabımı verdim ("ben zaten her şeyi ayarladım, parasını da 5 sene öncesinden yatırdım evimi ipotekleyip, beş kuruşum kalmadı") ve eleman beni biraz süzüp gitti. iki dakka geçmedi, başka bir nepalliyi sürükleyip önüme attı. "herhalde kurban olarak bunu seçtiler, adetleri böyle, ayıp olmasın diye yiyecez artık napalım" diye adama çatalı batırmak üzereydim ki bana aynen "abi sana çok güzel bir kıyak yapıcam" dedi. aynen diyorum çünkü bunu türkçe dedi. ben o şaşkınlıkla bir haftalık turun kaça olacağını sorunca adam resmen fatality yaptı: "aaabi senin hatırın için 80 bine olur, o da zararına yani".

    dünyanın öteki ucunda, turan taktiğinden sonra türklerin en bilinen taktiği olan kapalıçarşı manevrasıyla karşı karşıya kalmıştım. zaten eleman aksaray'da öğrenmiş türkçe'yi. bizim de kültür emperyalizmimiz böyle oluyor demek ki. almadım tabii turunu, 80 bin demek 800 dolar demek, nepal'de o paraya 10 tane öküz alırsın (ben almadım ama düşünüyorum)

    ***

    katmandu'nun backpacker mahallesi, bir yandan diğer tüm backpacker ortamları gibi bir klişe: uyduruk yoga yerleri, rastalı olmayanı kapıdan almayan barlar, birbirinin aynısı 500 tane hediyelik eşya dükkanı. ama sadece bir sokak ötesi başka bir dünya oluveriyor. köy yolu gibi yollarda pat pat giden motorlar, at arabalarını sollayıp daracık sokağa girmeye çalışan bir kamyon, onun yolunu tıkayan toplanmamış çöp yığınını koruyan köpekler, önüne keçi bağlanmış berber dükkanında muhabbet eden yaşlılar, iki adımda bir cep telefonu dükkanı.

    cep telefonu dükkanlarının toplam işyerine oranı, bir yerine gelişmemişliğinin en kestirme ölçütlerinden biri olsa gerek. ayranı yok içmeye, iphonela gider sıçmaya hesabı (gerçi artık helaya gitmeye de gerek yok, onun da app'i vardır)

    bu sokaklarda dolanırken aylar önce java'nın bromo yanardağında tanıştığım çifte rastladım (oraları ayrıca yazacağım). onların ısrarı sayesinde herkes gibi manzara noktasına değil de, 5 dakkada bir gürleyen yanardağın ağzına tırmanıp gündoğumunu tek başımıza izlemiştik, o yüzden kafamda not almıştım: "yıldız tarihi 2016.44a, kral tipler, ilerde görürsen çay ısmarla".

    ısmarladım. onlar da bana bir hikaye ısmarladılar: kız, avusturya’da düzgün bir işte çalışıyormuş, bir fabrikada müdür. fabrikanın deposunda hamallık yapan bu çam yarmasına aşık oluyor, beraber işlerini bırakıp sonu belli olmayan bir seyahata çıkıyorlar. paraları az, gelecekleri belirsiz ama sürekli kakara kikiri. kızın ailesi önce çok bozulmuş ama çocuğu sevince bunlar da katılmışlar seyahatin bir kısmına. nepal’de 3 ay boyunca yürüyecekler dağ tepe.

    yürüyecek yer bol ne de olsa. nepal everest’ten ibaret değil. 2 günlük rotalar da var, 2 aylık rotalar da. çoğu yer için rehbere gerek yok, kamp eşyası taşımaya da. yol üstündeki çay evlerinde kala kala gidiyorsun.

    ***

    çay bitince tesadüfler katlanıyor, meğer onların kaldıkları hostelde kalacakmışız. hostelin sahibi bunlarla bir haftadır haşır neşir olduğundan, bize özel muamele olarak kendi pişirdiği yemeği veriyor. o kadar acı ki, ne olduğu bile belli değil. acı kavramının vücuda gelmiş hali olabilir yediğimiz yemek. ayıp olmasın diye oscarlık bir performans sergileyip, tat hücrelerimin soyunu kırıyorum.

    herkes yorgun olduğundan vedalaşıp odalara çekildik. odanın geceliği 7 dolar ama 70 dolarlık sıcak su kullanmışızdır hatunla. önümüzdeki 1–2 ay boyunca sıcak su olmayacak, zevkini çıkarmalı. ama tam çıkmıyor. yan odadaki hintli grubun gürültüleri suyun huzurunu bastırıyor. hindistan anayasasına göre bir odada altıdan az hintlinin kalması yasak, o yüzden aksiyon bol. hepsi erkek olan grup, bir noktada koridora çıkıp dansetmeye başlıyorlar. saatlerce. benim 5 türk erkekle şu hareketi yapmam için ya kafamın acayip kıyak olması ya da doktordan “yarın öleceksin, koy götüne rahvan gitsin” raporu almış olmam gerek.

    bu tip durumlarda kendi kendine köpürmek veya kavga çıkarmak yerine donla çıkıp insanların ortasında dikilmek en etkili taktik. nedense o ana kadar insanları rahatsız ettiklerini umursamayanlar, bu manzara karşısında kendileriyle yüzleşmek zorunda kalıyorlar. donumla o hintlileri daha iyi birer insana dönüştürdüğüme inanıyorum.

    ***

    ertesi sabah 6'da otobüs durağındayız. yol kenarına sıralanmış 20-25 tane otobüs. hepsi aynı saatte kalkıyorlar, karavan gibi. ve bir deve kervanı kadar da yavaşlar. yemyeşil vadilerin arasından tıngır mıngır kıvrılıyoruz ama manzaranın arkaplanı bulutlar yüzünden gözükmüyor. yağmur mevsiminde manzara yakalamak zor iş.

    200 km'lik yolumuz, 5 mola ve 8 saat sonra bitiyor. sonra bir dolmuş. çantaları içeri koyup bir koltuk daha kaplamak ayıp olacağından tepeye atıyoruz, ip mip olmadan. her virajda arkaya bakıyorum, bu sefer düştü mü diye. 1 ay önce bir otobüstün bagaj kapısı kendi kendine açılmış, benim çanta düşmüştü. yoldan geçenler görüp almışlar. otobüsün yolunu kesen arabaya küfrederken, arka koltuktan benim çantamın çıkmasının yarattığı dumur hala taze. adamlara teşekkür bile edememiştim şaşkınlıktan.

    sonra otostop. bizi alan adam yol boyunca susmuyor, dilini anlamadığımızı umursamadan. bir noktada hmmm hmmm demeyi de bırakıyorum. yol kötüleşiyor, adamın arabasına acıyıp iniyoruz, kalanını yürümek için. anladı mı bilmiyorum, belki de muhabbetinden sıkıldığımızı sandı.

    ***

    bir saatlik bir yürüyüş ve taşıdığım 20 kiloya ettiğim yüzlerce küfür sonrası, nihayet kalacağımız çiftliğe vardık. ev sahibi dünyanın en sakin insanı olabilir. o kadar sakinki, yanına gelince dünyanın ikinci en sakin insanı oluyorsun. iki sene öncesine kadar üniversitede muhasebe dersleri veriyormuş. üniversiteden aldığı ayda 100 dolar, beslemesi gereken ağız sayısı da 8 olunca (sadece 2 çocuk var, kalanı akrabalar), babadan kalma çiftliğine dönmüş.

    iş çok, her güne saat 3'te başlıyor. bir saat meditasyon, sonra bufaloların sütünü sağmak, vs. bizim gibi tipleri ağırlamak epey yardımcı oluyor. hem biraz iş yapıyoruz, hem de yemek için günde 3 dolar veriyoruz. bu şekilde 4 gönüllüden aldığı para, eski üniversite maaşından katbekat fazla. bizim için de kazançlı: gidip katmandu’daki aksaray esnafından “otantik nepal köy tecrübesi” satın alacak halimiz yok.

    ***

    bufaloların üst katındaki fare boku dolu odaya çantaları koyar koymaz, ot kesmeye koyulduk. burası tropikal olduğu için, otlar da, içinde yaşayan hayvanlar da biraz büyük. sülükler, yılanlar, dev kertenkeleler, rengarenk böcekler ve leopar. leopar? meğer önceki gün komşunun köpeğini yemiş. diğer gönüllü çift, geceleri sürekli havlayan o köpekten illallah demişler ve sonunda köpeğin ölmesi için yarı-şakasına dua etmişler. ertesi sabah uyandıklarında hayvan sizlere ömür. ya bunlar vudu büyücüsü ya da köpeği harcayıp suçu leopara attılar.

    ortamda leopar var ama, orası kesin. geçen sene bir bebeği öldürünce askerleri çağırmışlar. bence leoparlar bunlara pusu kurup silahlarını çaldılar. marksist-feminist-çevreci bir gerilla hareketi oluşturmuş olabilirler.

    her halükarda, daha düne kadar sivrisinekten dengue fever kapmaktan ibaret olan hayati endişemiz bir anda the revenant seviyesine çıktı, kendi boğazımı dikişlemeyi öğrenmem lazım.

    ***

    bu orman-tarlada 600-700 tane kahve bitkisi var. aralarında muz, mango, papaya ağaçları, kayısı, domates ve türlü türlü baharatlar serpiştirilmiş. muz ağacı dışında hepsi aynı gözüküyor bana. bu çiçek böcek konularında mal geldim mal gideceğim resmen.

    bir yandan star talk dinliyorum, neil degrasse tyson ve nasa'dan bir bilimkadını, komedyenlerle beraber plutonun gezegen olup olmamasını tartışıyorlar. bu ormanda nesiller boyunca ot kesmiş, tohum ekmiş insanlar içinde, şu konuları dinleyerek iş yapan ilk kişi olabilirim. bir çiftçiyle nasa'yı buluşturan bu inanılmaz "erişim demokratikleşmesinin" hakkını çoğumuz vermiyoruz.

    yağmur başlayınca eve döndük. bizle beraber çalışan köylü kadın benim kestiğimin 3 katı ot kesmiş. dalgasını geçmek için tiyatral bir hareketle önümüze yığdı hepsini. "ben de senden hızlı kod yazarım" dedim içimden ama tatmin etmedi. zaten yazamam da artık, o önceki bir hayattaydı.

    bu sırada bufalolar şarıl şarıl işiyor diye mi bilmem, ziyarete gelmiş komşunun küçük çocuğu da ortalık yere işemeye başladı. köpekler zaten her yere işemişler. işte tam hayalimdeki sidikfest.

    o iştahla terasta bizi bekleyen pilav dağına, don kişot misali elimdeki mızrak-kaşıkla daldım. ve don kişot’un aksine galip geldim. şimdi bebekler gibi uyuyacağım.