kürt sorununun çözümü için yapılması gerekenler

  • devam ediyorum.

    (bkz: #53749830)

    "kürtler millet olmaya çalışıyorlar, meselenin özü bu."

    bu pek de anlamlı bir şeyler ifade etmiyor açıkçası. eee? diyelim ki öyle, so what? buradan ne çıkarmalıyız, ve bu bize ne gibi bir çözüm öneriyor? bir milliyetçi olarak, millet olmaya çalışmakta ne gibi bir kötülük var, önce bunu izah etmeniz lazım, tutarsızlığa düşmeden bunu yapmanız imkansız maalesef, ama yine de denemenizi görmek isterim.

    ve yine aynı şekilde, kürtlerin millet olmaya çalışması, devletin onları maruz bıraktıklarını meşrulaştırıyor mu? hangi ahlaki çerçeveye göre meşrulaştırıyor?

    "o bölgeye ayıracak zaten fazla para yoktu. yani ülkenin olanakları bu kadardı ancak, özellikle de fazla yatırımdan kaçınılırdı. ‘bunları uyandırmamalıyız, yol yaparak, okul yaparak milliyet hissi uyandırılmamalı’ yaklaşımı egemendi. fevzi çakmak, 'ne okulu bunların cahiliyle baş edemiyoruz, okumuşu ile nasıl baş edeceğiz' demişti." ihsan sabri çağlayangil

    cumhuriyetin başlarında, devletlularımız böyle bir halet içindeymiş mesela. belli ki çok da başarılı olamamış bu yaklaşım, o yüzden şu an bu tartışmayı yapıyoruz. bir çözümün yolu, bu tartışmayı aşmaya ve kimin ne yapmaya çalıştığı, kimin hangi amaç peşinde koştuğu, kimin kimi ne kadar temsil ettiği vs. gibi tali mevzuları bir kenara bırakıp, eşitlikçi, özgürlükçü bir toplumsal sözleşme yapmaktan geçiyor. kürtlerin ne yapmaya çalıştığını, kürt hareketinin neyi amaçladığını bir kenara bırakın, önce onların da en az sizin kadar bu ülkede söz sahibi olduğunu, sizin sahip olduğunuz bütün haklara sahip olmaları gerektiğini kabul edin. gerisini ondan sonra konuşuruz.

    "bu ülkeye avrupai hukuku senin faşist diye yaftaladığın insanlar getirdi"

    bu cümle maalesef tek kelimeyle fecaat. yani ilber ortaylı duysa sopayla kovalar, ona göre. hukukta batılılaşma arayışı, 19. yüzyılın başlarına kadar uzanıyor, tanzimatla hız kazanıyor, yüzyılın sonlarına doğru zirve yapıyor. bütün adli, idari teşkilat kanunu fransa'dan kopya ediliyor, hukuk eğitimi, mahkemeler hızla batılılaştırılıyor, gitgide avrupa'ya ayak uydurmaya çalışılıyor.

    kemalizmin kendisini meşrulaştırmak için öne sürdüğü masalları bir kenara bırakalım artık lütfen. bu ülkede batılılaşma, sekülerleşme kemalizmle başlamadı, hele demokrasi namına hiçbir şey kemalizmle başlamadı, çok partili sistemden tut kadın mücadelesine kadar her şey kemalizmden önce vardı, alfabe değişikliği dahil pek çok inkılap kemalizmden önce düşünülmüş, uğraşılmış projelerdi. yani "atatürk yoktu düşman çoktu, atatürk geldi düşmanı yendi, hain padişahları kovdu, yüzümüzü batıya döndürdü" masalını artık çöpe atmalısınız, zamanı geldi de geçiyor. hatta size bu yalanları zorla anlatanlardan, tarih diye bu masalları belletenlerden hesap sormanız gerekiyor, ben soruyorum mesela, gelin beraber soralım. devletin bize böyle yalan dolan tarih anlatmasını birlikte dert edinelim.

    ayrıca, avrupai hukuk = insan hakları hukuku değil maalesef, bu da bambaşka bir fecaat. faşizm de avrupai, kemalizmin ilham aldığı şey de faşizm nitekim.

    kemalizm ülkede zaten var olan çok partili sistemi, çok partili meclisi bitirip tek parti iktidarına döndü, yeni rejimin güvenliğini sağlama amacıyla 1926'da italya'dan gayet sert bir ceza kanunu ithal etti.

    "türk, bu ülkenin yegane efendisi, yegane sahibidir. saf türk soyundan olmayanların bu memlekette tek hakları, vardır; hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı. dost ve düşman, hatta dağlar bu hakikati böyle bilsinler." sözleriyle tanıdığımız, kemalizmin önde gelen teorisyeni, "adalet" bakanı, rejimin önder hukukçusu mahmut esat bozkurt'un, bu ceza kanunu kabul edildiği zamanki konuşması:

    "arkadaşlar, ceza kanunumuz çok serttir. çünkü inkılap çok kıskançtır. fakat şunu heyet-i celilenize temin edebilirim ki sertliği ile beraber ilmi bir eserdir. bundan korkacak olanlar ve korkması lazım gelenler türk milletinin menfaatlerine, türk milletinin hukukuna ve inkılabına karşı tekin olmayanlardır ve bunların korkması lazımdır."

    yetmedi, bunun üstüne 1936 yılında, faşist mussolini italya'sından birkaç madde daha ithal edildi, "devlete karşı işlenen suçlar" diye yepisyeni bir kategori oluştu, efsanevi 141 ve 142. maddeler geldi. 1991'e kadar yürürlükte kalan bu maddeler, yerini terörle mücadele kanunu denen pek sevgili kanuna bıraktı.

    insan hakları hukukunun özeti, insan haklarının meşruiyetini devletten almadığı, bilakis devletin meşruiyetini öncelediği ve varoluş zemini olduğudur. amaç, bireyi devlete karşı korumaktır. kemalizmin türkiye'ye getirdiği hukukun özü ise, devlete karşı bireyi korumak değil, bireye karşı devleti korumaktır. yani kemalizm batının teknolojisini değil, ahlaksızlığını aldı. faşist ceza hukukunu aldı, insan hakları hukukunu alamayacak bir hale döndürdü ülkeyi.

    bu yüzden aihm'de en çok ceza alan, en rezil durumda olan ülkeyiz. aihm yargıcı ayşe ışıl karakaş'ın şu röportajı önemli: http://www.hurriyet.com.tr/gundem/24412647.asp

    "-bir taraftan da türkiye’deki hâkimlerin çok ideolojik bir gözlükleri de yok mu?
    -var, kesinlikle var. zaten tesev’in yaptığı araştırma bunu ortaya koydu biliyorsunuz. büyük bir çoğunlukla hâkimler temel görevlerini devleti korumak olarak düşünüyor. hangi başka bir avrupa ülkesinde böyle bir şey var ben bilmiyorum. bir hâkimin görevi devleti korumak nasıl olabilir? kamu düzeninden fransız hâkimle türk hâkim anladığı farklı şeyler. bizimki, kamu düzeninden devleti alabildiğine korumayı anlıyor."

    işte kemalizmin 90 yıl önce bizlere hediye ettiği ve hala içinden çıkamadığımız rezillik budur. bütün kürt meselesinin kaynağı olan rezillik budur, çözüm de burada yatmaktadır. devlete tapmayı bırakıp, insan olmadan devletin hiçbir anlam ifade etmediğini idrak etmeliyiz her şeyden önce, bütün devlet örgütlenmesi, bütün eğitim müfredatı bu doğrultuda şekillendirilmeli. yoksa aynı rezil mekanizma, kendisini koruyup yeniden üretmeyi öncelikli vazife eden nesiller yetiştirmeye devam ediyor.

    hadi 1920'lerde, 1930'larda yapılanları "dönemin koşulları" vs. diyerek, tarihsel determinizme yaslanarak, "yeni kurulan bir rejimin kendini korumaya yönelik paranoyalarının ve önünde rol model olarak gördüğü batı'da da faşizm rüzgarlarının esiyor olmasının etkisi" şeklinde meşrulaştırdık diyelim, ama yıl olmuş 2015, hala bu çizgide olmanın savunulabilir hiçbir tarafı yok, hala kemalizmi meşrulaştırmanın, hala aynı devlet kafasını, güvenlik kafasını yüceltmenin hoş görülebilir hiçbir tarafı yok, kısacası milliyetçiliğin maalesef artık yatacak yeri yok. gelin burda yatın, beraber kahvaltı yaparız sabah.

  • "siddetin ne kadar kotu birsey oldugu ve bir ise yaramadigi neden sadece bize soyleniyor? eger taraflardan birisi "aman ha istediklerimizi yapmazsan (ki bunlar sadece hak hukuk olaylari degil) askerin olur" diyorsa diger tarafin savunma amacli onlemler almasi (askeri barajlar, yol yapimi) neden seytani olsun?"

    bunu karşı tarafın da söylediğini, ve söylemekte en az sizin kadar haklı olduğunu idrak edemiyorsunuz bir türlü, o devlet gözlüğünden bir türlü kurtulamıyorsunuz, mesele bu yüzden düğümleniyor.

    şu gözlükten bir anlığına kurtulup bakmaya çalışın: "şiddetin kötü bir şey olduğu ve bir işe yaramadığı", devlete mi daha çok söyleniyor yoksa pkk'ya mı? 77 milyonluk bir tartışma ortamını düşünün, şiddeti bırakma çağrısını devlete yapanlar mı daha fazla, pkk'ya mı? devlet mi daha çok eleştiriliyor, pkk mı? "aman ha istediklerimizi yapmazsan (en başta silah bırakmazsan) sana haklarını vermem, vermeyi müzakere etmeye bile başlamam" diyen devlet ağzını niçin sorun görmüyor ve bilakis paylaşıyorsunuz?

    hatta pkk'dan çok hdp eleştirisiyle dalıyorsunuz mevzuya. pek çoğunuzun "hdp pkk ile arasına mesafe koysun" demekten başka bir iş yaptığı yok, istediğiniz şeyin çözüm açısından ne kadar anlamsız ve zararlı olduğuna dair en ufak bir fikriniz yok.

    hdp'nin mesafe koyması değil, bilakis pkk ile arasında bir ilişkinin bulunması, pkk ile görüşebiliyor olması, çözüm için en büyük şans. hdp on yıllardır yapılan saçma çağrıya kulak verip, "nalet olsun pkk terör örgütüdür, silah bırakın lan şerefsizler" diye sizinle aynı safta bağırmaya başlarsa, hdp diye bir şey olmaz daha fazla, bütün temsiliyet ve arabuluculuk iddiasını yitirir, o zaman ne yaptığınızı anlarsınız. yeni bir parti çıkar hdp'nin yerine, adı zdp olur, onunla muhatap olmak zorunda kalırsınız, bu sefer de ona "pkk ile arana mesafe koy" diye ötmeye başlarsınız. 25 yıldır kurulan bütün partiler kapatılmış, hala aynı saçma ezberlerden vazgeçmiyorsunuz.

    hdp pkk'ya silah bıraktıramaz. hdp'nin de, demirtaş'ın da böyle bir gücü yok. bunu yalnızca öcalan yapabilir. çünkü demirtaş pkk lideri değil, hdp lideri. şu ortamda, en son eleştirilmesi gereken, üzerine en son gidilmesi gereken aktör hdp. en çok yüklenilmesi gereken, eleştirilmesi gereken taraf devlet, çünkü güçlü olan taraf o, çünkü ipler en çok onun elinde, çünkü sorunun kaynağı da devlette yatıyor, ve istese bu işi kesinlikle çözer, ama yıllardır herkesi oyalamaktan başka bir şey yapmıyor. pkk devleti savaşarak yenemeyeceğini uzun süre önce anladı, ama devlet maalesef hala savaşarak bu işi çözemeyeceğini tam olarak idrak edebilmiş değil. bu yüzden yüklenilmesi gereken, eleştirilmesi gereken, barışa zorlanması gereken taraf daha çok devlet. eğer böyle giderse, öcalan filan da bir şeyi durduramayacak, fazlasıyla politize olmuş, şiddetle fazlasıyla haşir neşir bir kürt gençliği var, eğer böyle giderse bir noktadan sonra ne öcalan, ne pkk, ne hdp olan biteni kontrol edebilir, nitekim şu anda da tam olarak edebildiği söylenemez.

    mevzu çok basit: hdp güçlendikçe, muhatap alındıkça, bir şeyleri değiştirebildikçe, pkk kaçınılmaz olarak küçülecek.

    siz hala devleti değil, hdp'yi hedef bellemeye devam ediyorsunuz. 90 yıllık kürt alerjisiyle yoğrulmuş devlet aklının, sırf kürtler özgür olamasın diye ışid'e bile destek olabilecek kadar çıldırabildiğini hepiniz görüyorsunuz, buna rağmen hala önceliklerinizi doğru belirlemekten acizsiniz.

    bakın geçen yıla ait bir anadolu ajansı haberi: http://www.aa.com.tr/…349858--aa-ekibi-musula-girdi

    "ışid, kontrol noktalarında halka eziyet etmiyor."

    "militanların muamelesi, sorulara verilen cevaplara göre değişiyor. sünni olanlara hiçbir zorluk çıkarmıyorlar. asker ya da polis olan sünnilere ise tövbe ettiriyorlar. şii olup da asker ve polis olanları tespit ettikleri zaman ise anında tutukluyorlar. bunları infaz ettikleri iddia edilse de bugüne kadar bu yönde çok fazla haber gelmedi."

    yine bir başka anadolu ajansı güzellemesi: http://www.aa.com.tr/…ul-merkezinde-sessizlik-hakim

    "musul'a, ikinci kez girip, 4 saat kalan aa muhabirlerinin izlenimlerine göre kentte, ışid militanlarının yasakladığı iddia edilen sigara ve nargile serbest. şehir merkezine doğru ilerlerken çok sayıda sigara satan büfe ve açık nargile kafeler dikkati çekiyor."

    "musul'da, konuştuğumuz insanlar, ışid'in kontrolü ele geçirmesinden sonra kent merkezinde silahlı ve bombalı saldırı olaylarının bıçak gibi kesildiğini dile getiriyorlar. ahmet said isimli musullu, kentin en güzel günlerini yaşadığını savunarak, şunları söyledi:
    "musul, 2003'ten beri en sakin günlerini yaşıyor diyebilirim. tek sıkıntımız benzin, elektrik, su ve maaşların dağıtılmamasıdır. eskide her 100 metrede bir kontrol noktası vardı. insanlar, şehirde boğuluyordu. şimdi kent trafiği rahatladı. artık kontrol noktasında geçmek için saatlerce beklemek gerekmiyor. musul, ışid'in kontrolüne geçtiği günden beri çok enteresandır patlamalar bıçak gibi kesildi."

    "ne durumdasınız?" diye sorduğumuz bir başka musullu, "medyada çıkan haberlere inanmayın. herkes kendi evinde. ışid'çiler, hristiyanlara bile karışmıyorlar" cevabını verdi."

    "ırak'ın, 2 milyon nüfuslu ikinci büyük kenti musul, ışid'in eline geçse de hayat bir şekilde devam ediyor. "

    daha karıştırılsa neler neler çıkacak. "pyd ışid'den daha tehlikeli" diye manşet atan gazetenin bu manşeti kendi kafasına göre attığını mı zannediyorsunuz? eskiden genelkurmay'dan gelecek manşetleri ve haberleri bekleyen gazeteler olurdu, şimdi başka devlet kurumlarından, istihbarattan, emniyetten gelen manşetleri servis edenler var.

    chp milletvekili umut oran adıyaman'a gidip rapor hazırlamış: http://m.radikal.com.tr/…sid_nobeti_tutuyor-1406912

    bütün bunların anlamı çok açık: pyd'nin güçlenmemesini, ışid'e yem olmasını, ya da en azından, birbirlerini dengelemelerini arzu eden, çıkarını bu yönde gören, politikasını da bu yönde belirleyen bir devlet aklı var. daha geçenlerde birgün'de bir ışid militanıyla yapılan röportaj yayınlandı, okuyun. dünya alem biliyor adamların ne kadar rahat, elini kolunu sallaya sallaya sınırı geçtiklerini, yaralandıkları zaman rahat rahat döndüklerini, tedavi olduktan sonra tekrar rahat rahat geri gittiklerini. tel abyad ışid'in elindeyken hiç sesini çıkarmayan, "kobani düştü düşecek" diyen, pyd tel abyad'ı ele geçirdiği zaman ise feryat etmeye başlayan bir devlet ağzı var. daha geçen ay yapılan mgk toplantısında ışid'i değil pyd'yi konuşan, daha çok da paralel yapıyı konuşan bir devlet aklı var. en büyük tehdit olarak paralel yapıyı gören bir güvenlik algısı var. aylardır paralele operasyon yapılıyor, yüzlerce binlerce polis hakim savcı bürokrat tutuklanıyor, sürülüyor, operasyon üstüne operasyon yapılıyor, suruç saldırısına kadar ışid'e yönelik tek bir doğru düzgün operasyon yok. ışid için insan kaynağı yaratan hücrelerin, mahallelerin haberleri dünya basınında yer alırken devlet bunları öfkeyle inkar etmekle meşguldü hep. seçim öncesi diyarbakır hdp mitinginde patlayan bomba da yeterli olmadı, suruç'ta gencecik 32 insan katledilene kadar hiçbir şey değişmedi. sonra iki gün içinde yüzlerce gözaltı yaptılar, nedense elleriyle koymuş gibi buldular ışidçileri. onda da asıl niyetlerinin ışid değil pkk olduğunu net bir şekilde ortaya koydular. 32 genci öldüren ışid değil, 2 polis öldüren pkk baş hedef oldu. neden? çünkü katledilen gençler sosyalist, hdp'li, devleti temsil etmiyor, ama polis demek devlet demek. yani burada umursanan şey polislerin hayatı da değil, mesele devletin itibarına saldırılmış olması. polislerin hayatı değil onları değerli kılan, üzerlerindeki üniforma. vatandaş ölebilir, sorun yok, ama devletin itibarına zeval veremezsin.

    sadece bu mantık bile çok açık görünüyor, devletin vatandaşlarının hayatını değil, kendisini amaç gördüğünü, öncelikli derdinin kendisi olduğunu çok net ortaya koyuyor.

    suruç'ta katledilen gençleri, sosyalistleri, emin olun polis ve istihbarat adım adım takip etmiştir, her birinin şeceresi çıkarılmış, güzergahları sonuna kadar kontrol altında tutulmuştur. bu patlamanın devlet içinde bir yerlerden yardım almadan, en iyi ihtimalle, devlet içinde birileri göz yummadan gerçekleştirilebileceğine inanıyorsanız, bu ülkenin yakın tarihi hakkında hiçbir şey bilmiyorsunuz demektir. hrant dink cinayetinden onlarca devlet görevlisinin, askerin, polisin aylar önce haberdar olmasına rağmen nasıl hiçbir şey yapmadıklarını, ve nasıl hiçbirinin 8 yıldır hala doğru düzgün yargılanmadığını, üstüne de pek çoğunun terfiler aldığını hala bilmiyorsanız size anlatılabilecek pek bir şey yok demektir. http://www.radikal.com.tr/…_herkes_yukseldi-1275145

    toparlayalım.

    bir savaşı bitirmenin iki yolu var: ya karşı tarafı yok edecek veya yeteri kadar ezerek diz çöktüreceksiniz, ya da oturup konuşacaksınız. barış için, müzakere için, her şeyden önce temel bir kural var: karşındakini muhatap kabul etmek. yani ya karşınızdakine diz çöktürürsünüz, ya da bir muhatap kabul ederek konuşmaya başlarsınız. "sen silahı bırak, çık git, yok ol, cehenneme kadar yolun var" şeklinde bir üslupla, barış istediğinizden bahsemezsiniz. karşınızdakini "terörist" diye tanımlamaya devam ederek, barış istediğinizden bahsedemezsiniz. bir yandan gizli gizli görüşüp, bir yandan da muhatap almıyormuş gibi görünmeye çalışarak, barış istediğinizden bahsedemezsiniz. terörist ise neyi niçin görüşüyorsun arkadaşım? muhatap alıyor musun almıyor musun, bu kadar basit. alıyorsan niye almıyormuş gibi görünüyorsun, yok almıyorsan neyin çözümünden bahsediyorsun? akp'nin bu işi tıkadığı temel nokta burası. barışacaksan, savaş dilini bırakacaksın her şeyden önce. hdp, barışa yönelik bir dil kullandığı, muhatabını şeytanlaştırmadığı, üslubuna özen gösterdiği için "akp ile ittifak yapıyor" diye saçmaladınız aylarca. görüyoruz şimdi ittifakı.

    barış dediğin şey iki taraf gerektirir. akp, ortada iki taraf yokmuş gibi, tek başına kendi kendine barış getirirmiş gibi bir algı yaratmaya çabaladı yıllardır, bunu başaramadığını, oya tahvil edemediğini görünce her şeyi bitirdi. mesele bu yüzden tıkanıyor. barış yapacaksan, karşındakini muhatap kabul edeceksin. kültürel hakları, anadilde eğitim vs. gibi mevzuları hdp ile görüşebilirsin, ama silah bırakma mevzusunu hdp ile görüşemezsin, çünkü silah hdp'nin elinde değil. pkk ile görüşeceksin, apo ile görüşeceksin bunun için. görüşeceksen de, gizli kapaklı, istihbaratçılar ile iş çevirmeye kalkmayacaksın, perdeler arkasında sözler verip sonra kamuoyunda inkar etmeyeceksin. görüşmeleri meclis insiyatifiyle yapacaksın, kamuoyu önünde tartışacaksın, şeffaf olacaksın. müzakere böyle yapılır, barış olacaksa böyle olur. hdp'nin "bu iş gizli kapaklı olmasın, bağımsız bir üçüncü taraf, bir izleme heyeti olsun en azından" şeklindeki önerisine bile 2 yıl ayak diredi akp, sonunda kabul eder gibi oldular ki rte duruma el koydu, her şeyi bitirdi.

    barış için bütün ipler devletin elinde. müzakerelerin usülü, yolu yordamı, her türlü seçeneğe karar verme hakkı devletin elinde. öcalan'la kimin görüşüp kimin görüşmeyeceğine, ne zaman görüşülebileceğine bile devlet karar veriyor. mesela 4 aydır kimseyle görüştürülmüyor, kimsenin öcalan'dan haberi yok, ne hdp ne pkk bir haber alamıyor. niye peki? düşünmek lazım, niye görüştürülmüyor? akp'liler apocu olmuş gibi açıklamalar yapıyor ne zamandır, akdoğan dünkü mihteşem itiraflarında "apo bunları sopayla kovalar" diyor, şaka gibi. öyleyse apo'yu konuştur arkadaşım, bakalım ne diyor, herkes görsün, neyin ne olduğunu bilsin.

    "siyasi çözüm diye bir şey konuşmayalım hiç, sen silah bırak." böyle müzakere olmaz arkadaşım. adam bunu yapacak olsa 30 yıldır niye dağda olsun? en son konuşulması gereken şeyi bütün müzakerenin özü haline getiriyorsan, senin barışmaya niyetin yok demektir. hiçbir şeye yasal güvence getirmiyorsun, geri çekilmeye yönelik bir düzenleme bile yapmıyorsun, sadece karşındakine "yok ol, gözümün önünden kaybol" diyorsun. bu barış değil. barışla karşındakine "yok ol" denmez. ya savaşırsın ve yok edersin, ya da oturup konuşursun.

    akp bu kadar saçma sapan ve ciddiyetsiz, samimiyetsiz bir süreç yürütüyor, bizim atama bekleyen stratejistlerimiz de devlete barış yönünde öneriler sunmak yerine savaş öğretiyor. sınıra duvar çekecekmiş. sanırsın uzaydan iniyor pkk, bu memleketin içinden çıkmıyor. bu kafayla nasıl hayatta kalabildiğiniz bile sorgulanmalı, bir de stratejistliğe soyunuyorsunuz. sorun senin kendi sınırlarının içinde, pkk senin sınırlarının içinden çıktı, hala da senin sınırlarının içinden katılım alıyor. kimi durduracaksın duvarla? şaka mısınız siz? devlet savaş için ne yapması gerektiğini biliyor ve yapıyor zaten, barış için uğraşmak yerine üç yıldır kalekol yapıyor, askeri amaçlı baraj yapıyor. devlet savaşı sizden öğrenecek değil. onu iyi bilir elhamdulillah.

    pkk'yı bitirmek istiyorsanız, önce "terör" demeyi bırakıp anlamaya çalışmalısınız. niçin ortaya çıktığını, nasıl hala bu kadar halk desteğine sahip olabildiğini, nasıl sürekli katılım alabildiğini anlamalısınız. pkk'yı bitirmenin yolu, onun "terör örgütü" diye kestirip atılabilecek bir şey olmadığını idrak etmekten geçiyor. "yeteri kadar törör dersek bitecek" kafasıyla bir yere varılamadığını anlamak için daha kaç on yıl gerekiyor? savaşla duvarla filan olmaz bu iş, ya soykırım yapacaksın, ya da oturup görüşeceksin. pkk savaşarak devleti yenemeyeceğini uzun süredir idrak etmiş durumda, masaya oturmak zorunda olduğunun farkında ve kaçınılmaz olarak buna dünden açık zaten. ama devlete hala bu işi çözmeye niyetli bir irade hakim olabilmiş değil, basit seçim hesapları sürecin önüne geçebiliyor. demirtaş'ın geçen günkü ezgi başaran röportajı çok önemliydi, nasıl ufak hesaplarla bu işin bozulabildiğini net bir şekilde, uzun uzun anlatıyor.

    müzakerenin kendisi, çözümün çok önemli bir parçasıdır. the medium is the message. müzakere için habermasçı düşünmekte yarar var: gerçek, müzakerenin sonucunda ortaya çıkacak bir şey değil, müzakere sürecinin ta kendisidir belki. isteklerin, taleplerin karşılıklı çatışmasıyla sürekli evrilen bir şeydir çözüm. sen iki adım gelirsin, karşındaki iki adım gelir, bir şekilde bir yerde buluşursunuz, tartışmayı bütün topluma mal edersiniz, bütün kamuoyu tartışır, ortaya çıkacak sonuç her ne olursa olsun, silahların konuşmasından çoğunlukla daha hayırlı olur. bu elbette içinde bir paradoks barındırıyor, böyle bir tartışma ve müzakere ortamını, böyle bir özgürlük ortamını yaratabilen bir devlet olsaydı, zaten böyle bir sorun da ortaya çıkmazdı, şu an bunları da konuşmuyor olurduk. ama devleti bu yöne itmeye yönelik tavır almaktan başka yol yok.

    önce devletle aranıza mesafe koyun. devlet aklıyla düşünmeyi, devlet gözüyle bakmayı, devlet ağzıyla konuşmayı bırakın. bu devletin sizin gibi çapsızlardan askeri strateji öğrenmeye ihtiyacı yok, bu devletin insan olmayı, insana saygı duymayı öğrenmeye ihtiyacı var, vatandaşlarına efendi değil, hizmetkar olması gerektiğini öğrenmeye ihtiyacı var, güç sergilemeyi değil, adalet tesis etmesi gerektiğini öğrenmeye ihtiyacı var. devlete askeri akıl vermeyi bırakın, devleti insanlığa davet edin.

    askeri çözümü son çare olarak görüyorsan, niye en çok askeri stratejiden bahsediyorsun? düpedüz zevk alıyorsunuz lan askeri hayaller kurarken. kafa kesecek ekip oluşturacakmış, paraşütlerle tepeden inecek özel birlikler kuracakmış, onlara gününü gösterecekmiş, şiddete başvurmaya kalktıkları takdirde başlarına ne geleceğini öğretecekmiş. bunları yazarken ağzınızdan klavyeye akan salyaları görmek zor değil. kime ne öğretiyorsunuz lan aklınız sıra? askerlik gönüllü olabilirmiş, iyi imkanlar sağladıktan sonra adam bulmaktan kolay ne varmış. gerçekten de çok kolay değil mi başkalarının hayatları üzerinden savaşçılık oynamak? sen gidecek misin iyi imkanlar sağlanırsa? amerika'da, akademinin güvenli kollarındaki yaşamını bırakıp gidecek misin? çok kolay değil mi klavye başından paraşütle askerler indirmek? birileri başka bir iş bulamadığı için, başka bir hayat tasavvur edemediği için askerliğe razı olacak, ölecek öldürecek, siz de bilgisayar başından call of duty oynar gibi gaza geleceksiniz, oh ne ala memleket. bir de utanmadan liberal diye satmaya çalışıyorsunuz kendinizi. böyle liberal mi olur? düpedüz, dibine kadar devletçi, kalkmış liberallikten bahsediyor.

    kaldı ki, yıllardır yapılıyor sözleşmeli er alımı, şu ülkenin halinde, şu işsizlik ortamında gayet iyi sayılabilecek imkanlar veriliyor, yine de doğru düzgün başvuran yok. http://www.radikal.com.tr/…erin_maasina_zam-1119821 60-70 bin kadro açılıyor, 2-3 bin kişi ancak başvuruyor.

    şimdi tsk iletişim savaşına girmiş, "vatandaş akın akın orduya katılmak için koşuyor" diye, kahkaha attım.

    http://www.ensonhaber.com/…n-itiraf-2013-12-14.html

    şakayı bırakmak, ciddi olmak lazım. kaldır zorunlu askerliği madem, gönüllüler bitirsin pkk filan bırakmasın. savaştan bahseden herkes, bir zahmet elindeki klavyeyi bıraksın, buyursun gitsin savaşsın. ha yok, klavye daha tatlı geliyorsa, oturduğunuz yerden savaştan bahsetmeyin. siz steril, güvenli hayatlarınızı olduğu gibi koruyacaksınız diye başka insanlar başka insanları öldürecek, siz de buradan paraşütle indirelim, kafalarını keselim diye öteceksiniz. yok öyle yağma.

    100 yıldır işlediği hiçbir cinayetin hesabını vermeyen, güya kendini tanımladığı yalan dolan hukuku bile her zaman çiğneme hakkından hiçbir zaman taviz vermeyen, 34 insanı savaş uçaklarıyla bombalayıp tek kişiyi yargılamayan bir devletin şiddet tekelini sorgusuz sualsiz benimseyeceksiniz, 12 yaşında çocuğu öldüren polislere "kimsenin tutuklanmayacağını düşünüyorduk" dedirtecek rahatlığı, pervasızlığı tanıyan devlete askeri strateji önereceksiniz, bir de karşınızdakileri terör destekçiliğiyle itham edeceksiniz. böylelikle siz vicdanlı, ahlaklı insanlar olacaksınız, karşınızdakiler katil destekçisi olacak. dediğim gibi, yok öyle yağma.

  • (bkz: atanamayan stratejistler kadro bekliyor)

    seçim öncesi aylar boyunca "akp hdp ittifakı" gibi bir saçmalıkla ortalığı bulandıran, ciddi ciddi hdp'nin barajı geçeceğini sanan mal gibi başlıklar açıp mallığını tescil eden, ve hala, zerre kadar utanmadan, arlanmadan değerli fikirlerini bizimle paylaşmaya devam eden stratejistlerimiz, "duvar öreceksin, sonra da gidip avrupa'daki kadrosunu keseceksin, bak bakalım bir daha yapıyorlar mı" gibi muhteşem projeleriyle atama bekliyor. bence şöyle bonba gibi bir şey atmadan bu iş çözülmez, taramalı füzeyle de arkadan desteklemeniz lazım. işin kötüsü, kendisini liberal zanneden, devletten daha çok devlet ağzıyla konuşan bu arkadaşlar chp'nin fazlasıyla gerisinde, mhp'de de kendilerinin yaptığı devlet ağzını çok daha iyi yapan adam bol, bu çapsızlara mhp'nin bile ihtiyacı yok. nasip kısmet tabi hep. bahçeli reyiz döktürmüş yine, okuyun feyz alın: http://www.radikal.com.tr/…smezse_cucelesir-1405540

    stratejistlerimizi atama beklentileriyle başbaşa bırakalım, gelelim çözüme. iki tane çözüm var, başka da bir çözüm yok.

    birinci çözüm soykırım. açalım.

    savaş için böğüre duran kesimin, "bu iş yalnızca silahla çözülür, pkk zaten bitmişti, akp palazlandırdı, yeteri kadar savaşırsak bitecek" şeklinde özetlenebilecek bir argümanı var, başka da bir fikirleri yok. bunun üzerinden gidelim.

    açık konuşmak lazım. bu saatten sonra, bu iş silahla çözülür mü çözülmez mi diye konuşuyorsak eğer, soykırımdan bahsediyoruz demektir. yüz bin askerle kandile doğru yola çıkıp orayı temizleyip bitireceksiniz gibi bir kurgu var kafanızda sanırım, bu iş bu saatten sonra hakkaten öyle bitmez, ciddi ciddi bir soykırımı göze almadığınız sürece kandili filan temizlemekle bir yere varamazsınız. bir soykırım yapılabilir mi yapılamaz mı, onu konuşalım. nereden baksan birkaç milyon insanı yok etmek zorundasınız, ki o insanlarla da kalmaz, o insanların pkk'lı, hdp'li olmayan kürt akrabalarının da, eşinin dostunun da, hemşehrisinin de eline silah almasına vesile olursunuz, hiç olmadı gelecek kuşakları böyle bir soykırım mirası üzerinden öfkeyle ve düşmanlıkla yetiştirmelerine vesile olursunuz, ileride yine başınıza bela olurlar, dolayısıyla mümkünse bütün politize kürtleri çoluk çocuklarıyla birlikte, ve onlara destek verecek türkleri de yok etmek üzere, bütün ülke çapında yaşanacak, istanbul'un izmir'in ankara'nın da göbeğinde yaşanacak bir iç savaşa dönüşecek şekilde, icabında türkiye nüfusunun beşte birinin filan yok olabileceği bir kutlu savaşı göze alıyorsanız, evet, rasyonel bir arayış olabilir silahla çözüm arayışı. kısacası, vurursunuz eyvallah da, bitmezlerse sıkıntı büyük diyorum.

    tabi, böyle bir iç savaşı haklı ve meşru bulacak, buna gönül rızasıyla katılacak milyonlarca insan bulmak zorundasınız, böyle bir savaşın tek çözüm olduğuna bu insanları ikna etmek zorundasınız. türkiye toplumunda bu kadar gerizekalı insan sayısının, umduğunuzdan epey az olduğunu düşünüyorum, o açıdan da işiniz zor görünüyor.

    kısacası, soykırım pek feasible gibi durmuyor açıkçası. olacak olan şeyi söyleyeyim, en fazla yapabileceğiniz şey şu olur: ciddi bir iç savaş yaşanır, birkaç yüz bin insan ölür, ardından ülke bölünür, bu kadar basit. yani o saatten sonra bölünmek dışında hiçbir şekilde toparlayamazsınız mevzuyu, tünelin ucu böyle bir yere çıkar kısacası. o da, dünya dengelerinin mevzuya nasıl müdahil olacağına göre farklı şekiller alabilir, ama tek kesin sonuç bölünme olur.

    son bir yılda, kobani'den türkiye'de 750 civarı cenaze gelmiş. yani kobani direnişinin başından beri, yüzlerce, binlerce kürt genci, türkiye'deki hayatlarını bırakıp savaşmaya gitmiş. bu durumu, kandırılmakla, tehditle vs. açıklamaya çalışarak yalnızca kendinizi kandırırsınız, siz gözünüzü kapattığınız için gerçek ortadan kalkmaz.

    ülkenin batısında ise, askerlikten kaçmak için binbir türlü yol deneyen, icabında hiç aklında yokken akademik kariyer yapan, bedelli hasretiyle prangalar eskiten yüzbinlerce genç var. ilber ortaylı gibi "biz asker milletiz" gibi boş laflar etmeyi bırakıp, mevzunun adını koymak lazım. kaldır bakalım zorunlu askerliği, gönüllü yap, bak bakalım asker millet miymişiz? bak bakalım kaç kişi gidiyor gönül rızasıyla ölmeye? bak bakalım sözlükte sabah akşam "savaş istiyoruz, kan istiyoruz hoorrrrrrospu çocukları" diye böğüren faşist sürüsünün kaç tanesi kuyruğunu kıstırıp klavyesinin arkasına saklanacak?

    can tatlıdır. yaşamak rasyonel midir, tartışılır, net bir cevabım yok. ama yaşam dürtüsü, sizin rasyonalitenizin üstündedir. eğer yaşamın değerli bir şey olduğunda hemfikir değilsek, konuştuklarımızın pek çoğu boştur. ve bana göre, ideal olan, istenmesi gereken, kürt gençlerinin tutumu değildir, türk gençlerinin tutumudur. ideal olan, istenmesi gereken, savunulması gereken; ölümü değil, yaşamı istemektir. bana göre, eğer hala nefes almaya devam ediyorsak, aldığımız nefesleri ister istemez meşrulaştırmak arayışında olmak zorundayız, dolayısıyla ölümü değil, yaşamayı yüceltmek zorundayız. eğer elimizde silah yoksa, ölüme değil, yaşama doğru argüman kurmalıyız.

    hakkari'de doğmuş olabilirdim, dağda ölmüş abimin hikayesini dinleyerek büyümüş olabilirdim, çocukluğum savaş alanına dönmüş bir şehirde sokaktaki mermi kovanlarını toplayıp oynamakla geçmiş olabilirdi, ve şu an suriye'de bir yerlerde, harabeye dönmüş bir şehirde, yıkık dökük bir binanın tepesinde, yorgun ve uykusuz, toz toprak içinde, elimde silahla gözcülük yapıyor olabilirdim. ama şu an güvenli evimde oturuyorum, önümde bir bilgisayar var, ve ben yazmak istiyorum, size bir şeyler anlatmak istiyorum, birilerinin zihnine dokunmak istiyorum. eğer şu halimi vicdanıma yedirmek istiyorsam, steinbeck'in "bitmeyen kavga"sındaki gibi, sonsuza kadar sürecek bir savaşı idealize etmemek zorundayım. çünkü aslında, ben ne yazsam hep kendime yazıyorum, ama siz okuyunca daha iyi anlıyorum.

    evet, benim için ideal olan, istenmesi gereken durum, bile isteye kobani'ye ölmeye gitmek değil, askerlikten kaçmaktır. ama ideallerimiz hayatı değil, hayat ideallerimizi şekillendirir daha çok. sadece pkk, ygp'ye değil, ışid'e katılım da kürt gençleri arasında epey ciddi oranda. yani bu ülkenin doğusu, ülke sınırları dışında yaşanan savaşlar için bile müthiş bir insan kaynağı durumunda. yaşamayı yeteri kadar rasyonel bulacak imkan zemininden mahrumsanız, intiharınızı anlamlı kılmaya çalışmaktan başka yolunuz yoktur.

    ve biz sormakla mükellefiz: 80'li, 90'lı yıllarda doğmuş kürt gençlerini, bir savaşın kucağına doğmuş, şiddetin, yokluğun, mahrumiyetin, işsizliğin, yoksulluğun, kimliksizliğin, onursuzluğun, aşağılamanın, her türlü belanın beşiğinde büyümüş çocukları, kendisine bu ülkede anlamlı bir gelecek hayal edemeyen, tek çıkışı onurlu bir ölümde gören, veya tez elden bu saçma dünyadan kurtulup cennete gitme hayaliyle canlı bomba olmakta gören insanları, yaşamanın rasyonel olduğuna, dünyanın güzel bir yer olduğuna, veya en azından, güzel olabileceğine, nasıl ikna edebiliriz? bunun için ne yapmamız gerekir, nasıl bir ülke, nasıl bir dünya inşa etmemiz gerekir, bunu sormak zorundayız.

    eğer soykırım aklınıza, veya vicdanınıza yatmıyorsa, siz de bu soruyu sormak zorundasınız. ve bu mevzu için ikinci, daha doğrusu tek çözüm yolunu savunmak zorundayız: oturup konuşmayı, müzakere etmeyi, iletişim kurmayı. habermas'ın tezleri bizim dünyamıza pek de tekabül etmiyor maalesef, ancak her şeye rağmen eğer elimize silah almak yerine, klavye alarak iletişim kurmaya çalışıyorsak, o tezleri mümkün ve anlamlı kılacak bir ideali, elimizden geldiğince, mümkün olduğu yere kadar düşünmeye ve tartışmaya çalışmak zorundayız.

    nitekim eninde sonunda tekrar bu noktaya geleceğiz, eninde sonunda tekrar oturup konuşmak zorunda kalacağız. eninde sonunda devlet ve pkk tekrar masaya oturmak zorunda kalacak. o zamana kadar ölen herkese yazık olacak, hem de çok yazık olacak. en azından, biz yaşayanlar, yaşamaya devam edenler, böyle düşüneceğiz, böyle düşünmek zorunda olacağız.

    işimizin kolay olmadığı burada uzun uzun anlatılmış, ama bir şekilde, çözüme yönelik tavır almak ve sonuna kadar ısrarcı olmak zorundayız. bu ülkede yaşamayı bizim için anlamlı ve rasyonel kılabilecek başka bir yol yok.