kötülük problemi

  • "ismini vermeyeceğim bazı filozoflar yüzünden 2500 senedir taze"

    orjinalini 2 parça halinde bloga ve mediuma yazmıştım. resimler mühim değil, içerik aynen aşağıda. ınternet çok kısıtlı olduğu için eleştirilere zamanında cevap veremeyebilirim ama ekleyeceğim. yalnız eleştiri yapmadan önce bu uzun yazıyı dikkatle okuyun çünkü adım adım gidip, farklı konulardan bahsettim

    ---

    kutsal sığır ve kötülük problemi: 1. bölüm
    özgür irade, adalet, greater good ve orwell

    daha önce ölümle pençeleşen bir sığır görmemiştim. tipik bir şehirli olarak, o ana kadar hayatıma giren sığırların %90'ı süpermarkette dilimlenmiş, %5'i siyasette kaşarlanmış, kalanı da çiftliklerde evcilleştirilmiş haldeydiler. sığır dediğin ya mutlu ya da lezzetliydi, “mücadele” maddenin olası hallerinden biri değildi.

    önümdeki bu dev bufalo ise, tepeye doğru kıvrılan dar bir köy yolunun kenarında, uzaktaki sakin şehir manzarasına karşı, kırık bacaklarının üstüne yıkılmış ağır ağır soluyordu. her yeri yara bere içindeydi. nasıl o hale geldiğini öğrenemedim ama o halden çıkamayacağı belliydi.

    bu ülkede sığır öldürmek yasak. onlara taptıkları için değil, din-adet-konformizm karışımı sebepler yüzünden.

    (bu “ineğe tapma” meselesi de tam bir oryantalizm örneği. “süper-oryantalizm” hatta: doğulunun, daha da doğuluya yaptığı oryantalizm. normalde zararsız ve naif bir cehalet olarak görülebilir. ama ölü bir adamın 3 gün sonra dirildiğine, bir balina içinde yaşanabileceğine, 900 yaşındaki gemi mühendislerine, konuşan çalılara yılanlara inananların, bu yalanı birbirlerine tekrarlamasının kökünde bir çeşit “yansıtma” yoksa, ben de psikoloji hakkında bir şey bilmiyorum. not: psikoloji hakkında bir şey bilmiyorum. ama balinalardan biraz anlarım. ıs anybody here a marine biologist?)

    hayvana su ve yemek verdiler ama gösterdikleri şefkat, acıyı arttırmaktan başka bir işe yaramadı. üç gün boyunca gidip geldim o yoldan, her seferinde o belli belirsiz inip kalkan ciğerin etrafındaki sinek vızıltıları daha da yükseliyordu.
    sonunda dayanamayıp, gece etrafta kimse yokken bir kürek kapıp gittim. boyun tarafı çamur dolu bir kanala düşmüş olduğu için, yaklaşıp kesmeme imkan yoktu. hoş, imkan olsa da yapamazdım zaten. kürekle uzaktan vurarak öldürürüm diye planlamıştım ama yanına gidince o koca kafayı tek vuruşta kıramayacağımı, hayvana daha da büyük eziyet çektireceğimi anladım, geri döndüm. ertesi sabah hala inliyordu.

    descartes zamanında benzer bir tabloya bakıp, nasıl da “hayvanlar aslında bizim gibi mutluluk veya acı hissetmiyorlar, acı çekermiş gibi tepki veren automatonlar onlar” diyebilmiş, hayret ediyorum.

    ---

    kötülük problemi

    bu, felsefe tarihinin en temel sorunlarından biri. kökü taa epiküre kadar gidiyor ve ismini vermeyeceğim bazı filozoflar yüzünden 2500 senedir taze. bana kalsa m.s. 800–900'de halletmiştim.

    hemen bir tanım yapayım da bilmediğiniz belli olmasın: dünya’da varolan kötülük ile sonsuz kudret ve iyilik sahibi bir tanrı anlayışının uyuşmazlığı.
    epikür paradoksu versiyonu ise:

    ya tanrı kötülüğü bitirmek istiyor ama gücü yetmiyor,
    ya gücü yetiyor ama kötülüğü bitirmek istemiyor,
    ya da ne kötülüğü bitirmek istiyor, ne de gücü yetiyor….o zaman ona niye tanrı diyelim?

    (tabii burada epikür’ün bahsettiği “tanrı” kavramı, hristiyanlıktakiyle ve islamdakiyle aynı değil. ama zaten bu paradoksu da epikür’den değil, daha sonraları hristiyanlık bağlamında yazan ve epikür’e atıfta bulunanlardan duyuyoruz).
    “hey adamım, senin bunla problemin ne ha” dediğinizi duyar gibiyim. ya da tv’den geliyor ses, bilemedim şimdi. benim bu problem ile olan problemim, asıl problemin ufacık bir kısmına değiniyor olması. asıl problem, acı problemi. ama biraz ağırdan alalım ve geleneksel yolu takip edelim.

    augustine, thomas aquinas ve leibniz gibi, aralarında yüzyıllar olan filozoflar, kötülük problemi çözümüne hep aynı noktadan başlıyorlar: “merhametli ve iyi bir tanrı, kötülüğü yoketmek zorunda değil, ona izin vermek için geçerli sebepleri olabilir”.

    ---

    özgür irade

    bu sebeplerin en yaygını özgür irade: “kötülüğün kaynağı, insanın yanlış kararlarıdır ve tanrı bu kararlara karışamaz”.

    (bu sadece ibrahimi dinlerle sınırlı değil, karma inancıyla da alakalı. hatalarının bedelini sonraki hayatlarında ödüyorsun).

    özgür irade hakkında hiçbir şey bilmesek bile, daha bu noktada bir itiraz oluşmalı:

    “yargılama adına özgürlüğe, dolayısıyla kötülüğe izin vermek makul mu?”

    kötülük probleminin bence en az irdelenen kısmı burası. judeo-hrıstiyan geleneğe göre (ortamlarda “islama göre” demek yerine bu kalıbı kullanın, 10 entel puanı kazanın) adem’in hatası öncesinde kötülük yoktu. tüm tantana, yani o yılan hikayesinde anlatılan bilgiye ulaşmak, özgürlük, seçim, yargılama, vs bundan sonra başladı.

    augustine, tanrı ile mevcut kötülüğün arasına ne kadar mesafe koyarsa koysun, bu olaylar zincirinin başlangıcında tanrı’nın sorumlu olduğu bir nokta var (“prime mover” fikrine paralel). net bir kötülük artışına sebep olan bir şeye, “sonsuz iyilik ve merhamet sahibi” diyebilir miyiz?

    zira şöyle de bir alternatif hayal edilebilir: hiçbir sınav yok, yargılama yok, hak etmek diye bir şey yok, tüm ruhlar otomatikman ebedi bir huzur içindeler. tüm varoluş, kapısı herkese açık bir cennetten ibaret. ve tanrı hiçbir zaman bu düzenden sıkılıp, özgür ruhlar yaratmıyor. bu tanrı daha iyiliksever değil mi?

    (“kötülük olmazsa iyiliğin, acı olmazsa zevkin anlamı olmaz” denilebilir. ben bu zıtların gerekliliği fikrine katılmıyorum ama onu deşmek yerine, daha kestirmeden gideyim ve yukardaki itirazı modifiye edeyim: alternatif bir evrenin tanrı’sı, ne iyiliğe ne de kötülüğe izin veriyor. onun cenneti de cehennemi de, dingin bir varoluştan ibaret. böyle bir tanrı olabiliyorsa, aksiyon dolu bir cennet ve cehennemi olan bir tanrı’ya nasıl “sonsuz merhamet sahibi” diyebiliriz?)

    ---

    ilahi adalet

    ikinci sorun, özgürlüğümüzün bize yüklenen sorumlulukla orantılı olmaması.
    ceza hukukumuzu düşünün. suçlunun sadece eylemden sorumlu olduğunu kanıtlamak yetmiyor, sorumluluğunun bilincinde olması lazım. akli dengesi çok bozuk biri, adam öldürebilir ama cinayet işlemiş olmaz. cinayet, yargı içeren bir terim, bir sorumluluk iması var.

    bizim bu konudaki kıstasımız çok kesin olmak zorunda değil. mesela aptal insanlara ceza verebiliyoruz. oysa aptal birinin eylemlerinden sorumluluğu, deli birininki kadar düşük olabilir. nihayetinde “akli denge” bile siyah beyaz bir konu değilken, analitik zeka veya duygusal zeka gibi kıstasları işin içine katmak hukuk sistemini felç ederdi. o yüzden, biraz rastgele bir noktada kestirip atıyoruz: “sen 18 yaşında normal biri olarak yaptıklarından sorumlusun, o 17 yaşında anormal biri olarak sorumlu değil”.

    ilahi adaletin ise böyle bir rastgelelik lüksü yok. her kıstası değerlendirmek ve suçlu bulduğunun %100 sorumlu olduğunu kanıtlamak zorunda. çünkü verilen hüküm ebedi bir hüküm. bir yanlışın sorumluluğunun %99'u bizde, %1'i başka bir yerde bile olsa, ebedi bir hüküm giymememiz lazım.

    (bir başka yan soruya saparsak: “dünya’daki sınırlı kötülüğe ek olarak, ahirette sonsuz cezaya izin veren bir şeye, sonsuz iyilik sahibi denilebilir mi?”)
    halbuki doğumdan beri çevreyle etkileşimde olan sosyal yaratıklar, eylemlerinin bir tanesinden dahi %100 sorumlu olamazlar. herhangi bir kararım, binlerce başka insanın kararlarının ve rastgele olayın toplamı aslında. onlardan etkileniyor dahi değil, onların toplamı. bu yüzden “tanrı gereken içler dışlar çarpımını yapıp o dış etmenlerin hesabını düşer, kafana takma” demek mümkün değil.
    ama ben bir adım daha ileri gideceğim: biz o %99'un da çok uzağındayız. özgür irade bir illüzyon.

    bunu sadece, önceki paragrafın uzantısı olarak, “genetik + aile + kültürün kararlarımıza toplam etkisi çok fazla” manasında söylemiyorum. daha da derinde, insanın yapısında olan bir “sorumsuzluk” var. bir çok nörolog, bilincin asıl görevinin karar vermek değil, verilen kararları rasyonalize etmek olduğunu savunuyor. ve bu süreç bize kapalı. (“free will is an illusion” diye aratınca çıkan her haberi okuyun, hepsi ilginç. bu bir, bu da iki mesela)

    biz, aklımızın bize sürekli tekrarladığı o anlatıya inanıyoruz: patron biziz. george bush’un zamanında meşhur ettiği söz gibi: “ı am the decider”.

    bunların hepsini toplarsak, ortaya şöyle ilginç bir tablo çıkıyor: farkında olmadan verdiğimiz kararları, elimizde olmayan etkilerden (genetik, kültür) mürekkep bir farkındalıkla rasyonalize ediyoruz, ve bundan ebedi bir hüküm giyecek kadar sorumlu tutuluyoruz.

    hatta burada en başa dönüp, daha da ölümcül bir bağlantı kurabiliriz: tanrı, özgür irademize ve ona göre yargılanmamıza o kadar değer veriyor ki, doğacak onca kötülüğü göze alıyor. fakat bir yandan da, bizi tamamen bu amaca ters gelen, garip bir karar verme(me) mekanizmasıyla yaratıyor. bu, mevcut önkabuller ışığında (tanrı iyi ve güçlüdür) çözülecek bir çelişki değil.

    ---

    fallen angels

    tabii nörolojiye, psikolojiye, vs hiç bulaşmadan daha basit bir eleştiri mümkündü:

    “irade %100 özgür olsaydı bile, her kötülük bir irade gerektirmiyor”.

    zaten yüzyıllar önce de birileri “e peki doğal afetler, kazalar ne olacak hocam?” diye sormuşlar alimlere. burada bir klasik, bir de fantastik açıklamadan bahsedeceğim. fantastik olanı, augustine ile başlıyor yanılmıyorsam (hippo’lu augustine bu, hayatınızdaki diğer augustine’lerle karışmasın):

    “doğal kötülükler de özgür iradenin bir sonucudur ama insanın iradesinin değil, şeytan gibi işten kovulmuş meleklerin iradelerinin sonucu (fallen angels).”

    özgür irade kavramını baltalamadan ve tanrı’yı sorumluluktan uzak tutarak, rastgele olayları da açıklayan bir teori bu. öncelikle, bu tip giderek fantastikleşen açıklamalar, garajımdaki ejderha hikayesini hatırlatmalı herkese. ama bu hikayeyi bilmesek de iki bariz sorun var:

    ilkin, tanrı’nın insanın iradesine karışmaması, yargılama için gerekli olabilir ama etrafta deprem, kolera salgını, göktaşı düşmesi gibi terörist eylemler yapan eski hizmetkarların özgür iradelerine niye karışmıyor? onlar test edilmiyorlar ki. edilseler bile yan sınıfta sınava girmeleri lazım, niye bizim sınıfa girip ortalığı dağıtıyorlar?

    ikincisi, bu “doğal kötülüklerin” dağılımı sorunlu. japonlardan nefret eden deprem melekleri, afrikalılardan nefret eden kuraklık fetişisti melekler, tropik bölgeleri hastalığa boğan mikrobiyoloji uzmanı melekler var ama atıyorum, ankara’yla derdi olan melek yok. belki de gökçek’le muhattap olmak istemiyorlar, hak veriyorum.

    ---

    soul making

    doğal felaketler veya salgın hastalıklar gibi iradeden bağımsız acıları açıklamaya çalışan daha klasik fikir ise: “acı karakteri geliştirir, gerçek bir test için elzemdir.”

    bu tip acıların coğrafyaya bağlı değişmesi, bu “karakter gelişimi” teorisine bir engel. bu engel genelde “tanrı onun hesabını düşer” diye savuşturuluyor. fakat acıdaki değişimin bir de zaman boyutu var, bu daha önemli:

    eskiden grip salgınlarında milyonlar ölüyordu. avrupa’da birkaç veba salgını oldu ve bir tanesinde nüfusun üçte biri gitti. amerika kıtalarında yaşayan yerlilerin muhtemelen %90'ı, avrupalıların getirdiği mikroplardan öldüler.

    (ufak bir “intikam” olarak, birkaç yüzyıl sonra oradaki koloniler başkaldırınca, isyanları bastırmak için anakaradan gönderilen askerlerin de çoğu sıtmadan, sarı hummadan öldüler ve denizaşırı sömürge devri kapanmaya başladı).

    salgınlar veya %50'ye varan bebek ölümü oranları, geride kalanlar için çok büyük testlerdi. insanlık tarihinin büyük kısmında da bu testler sabitti (bebek ölümleri, onbinlerce yıl boyunca %50 civarındaydı mesela). son 100 yılda test metodları mı değişti?

    bazıları bilimsel gelişme yüzünden (bebek ölümleri, sıtma), bazılarıysa rastgele olarak (veba) azalmış bir çok kötülük var. biz, istatistiksel olarak epey “sıkıcı” devirlerdeyiz. düşünün ki gençler yıllar boyunca epey zor bir üniversite sınavına giriyor, sıra size gelince sorular ilkokul seviyesine düşüyor.

    (bu arada tüm azalan kötülükler insanlığın gelişimine bağlı olsaydı bile, bunun etkisini denklemden çıkaran bir alternatif evren mümkündü: mesela mühendislik gelişip 8.0 şiddetindeki depremlere dayanıklı binalar yaptıkça, tanrı da acıyı sabit tutmak için 9.0 depremleri arttırabilirdi. acının giderek azalması, burada açıklanan amacına ters düşüyor).

    buradaki sorun tanrı’nın bir şeyi becerip becerememesi değil. yani zaman-mekan boyutlarına yayılmış bu kadar farklı hayatı adil biçimde kıyaslayıp yargılamak tanrı için imkansız olmayabilir. ama amacı bu olan bir tanrı, böyle bir senaryo yaratmazdı.

    bireylerin karar verme mekanizmaları, coğrafi koşulların farklılığı, biyolojik zayıflıklar, bilimsel ilerleme kavramının kendisi… bunların hepsi kötülüğün varlığının amacına ters.

    buradan ateizme veya agnostisizme atlayış yapmak mümkün değil. ama şuna atlayabiliriz: bizi ve acılarımızı umursamayan veya herhangi bir farkındalığı dahi olmayan bir tanrı hipotezi, sonsuz iyilik ve merhamet sahibi olan ve insanın hayatına karışan bir tanrı hipotezine kıyasla, gözlemlerimizle daha uyumlu.

    ---

    kırmızı çizgiler

    bir vites daha arttırarak, tanrı’nın kapasitesini de işin içine katacağım. tanrı’nın, sihirli bir içler dışlar çarpımıyla, insan hayatındaki her türlü değişkeni ortak bir paydada yargılayabileceğine olan inancın (kötülük probleminin açıklamaları için elzem bir inanç bu) teorik bir sınırı var. nedir bu? bir dinin kesinlikle hoş göremeyeceği bazı kırmızı çizgiler.

    mesela judeo-hrıstiyanlıkta (10 puan daha) tanrı’nın tek olması böyle bir çizgi. bu inanca sahip olmayanların eşitlenebilecekleri bir ortak payda yok. tanrı, 1000 sene önce doğmuş animist bir apaçi’yi, sanki 2000 yılındaki bir suudi’yi sınarmış gibi acıyla sınayamaz. onun “hesabını göremez”. apaçi hayatında ne kararlar vermiş olursa olsun, o toplumda doğduğu için, atalarının işlediği “suçtan” (yani bal gibi monoteizm dururken çiçeğe böceğe tapmaya devam etmekten) sorumlu tutulacak.

    aynı soruna, islam’ın temel açıklamalarından biri olan “biz her kavme peygamber gönderdik”te de rastlıyoruz: ınternet ve düşünce özgürlüğü öncesinde peygamber gönderirsen, onların çoğu mesajını yayamadan ölecekler, bu belli (bu da ayrı bir adaletsizlik gerçi). bunun hesabını dönemin barbarlarına kesebilirsin ama onların torunları da ateist veya polyteist yetişince ne olacak? bizim hukukumuzda bile, babanın işlediği suçtan çocuk sorumlu tutulmuyor. (sins of the fathers)

    tüm bunları uzun uzun yazıyorum ki, şu çift katlı adaletsizlik belli olsun: kırmızı çizgileri geçmiş bu insanların başına gelen her türlü kötülük ve acı gereksiz (zaten sınıfta kaldılar). hem bu dünyada, herhangi bir amaca hizmet etmeyen acılar yaşıyorlar (doğal ve yapay), hem de ahirette atalarının suçu yüzünden sonsuza kadar hüküm giyecekler.

    ---

    kurban bayramı

    tüm bu sakatlıklar yetmezmiş gibi, bazı açıklamalar daha da ileri gidiyorlar ve asıl testin “acıya rağmen inanabilmek ve sadık kalabilmek” olduğunu ileri sürüyorlar. incil’deki job hikayesi bunun klasik örneği. bizzat tanrı tarafından haksızlığa uğramış, akılalmaz acılar yaşamış bir insan var ve bu insan hakkını arama yolunda isyan etmediği için övülüyor. bırak isyanı, kendine zulmedeni sevmeye devam ettiği için övülüyor.

    bizim kurban bayramı’nın kaynağı da böyle. haksızlığa karşı çıkmamanın kutlanması. totaliter distopyalarda olabilecek çocuk masallarını andırıyorlar
    deminki eleştirilerin hepsi, bu anlayış için de geçerli ama burada fazladan bir sorun var: “iyi ile kötüyü ayırmak için sadakat kavramını kullanan, acıyı da sadakati ölçmek için kullanan bir tanrı, iyi olabilir mi?”

    ---

    greater good

    benim yanlı görüşüme göre, yukarda birbirini takip edecek şekilde anlattığım ama mantıken birbirinden bağımsız duran karşı argümanların her biri, kötülük problemi savunmaları için ölümcül. fakat elbette kimse, inancına bir münazara konusuymuşçasına dışardan bakmıyor. inanç kimliğin bir parçası ve “emperyalistler” buna saldırırsa, hattı savunma yoktur, sathı savunma vardır. bu yeni savunma hatlarından en yaygın olanı şu:

    “tamam, ortada bazı gereksiz ve hakedilmemiş kötülükler olabilir, ama bunların hepsi, ilerde daha büyük kötülükleri önlemek için gerekli”.

    orjinal star trek filmlerinin birinde (1853), spock’un kendini feda ettiği bir sahne var. tüm filmin temasını, son sözlerinde tekrarlıyor: “the needs of the many, outweigh the need of the few” (çoğunluğun ihtiyaçları, azınlığın ihtiyaçlarına ağır basar).

    oradaki faydacılık (utilitarianism) fikrine paralel, bir nevi “ilahi faydacılık” bu.
    örneğin, 2.dünya savaşında gerçekleşen korkunç şeyler, ilerde olabilecek daha büyük felaketleri önlediler. verili parametreler ışığında (özgür irade, yargılanma), toplam acıyı minimumda tutmak için bazı acılara izin veren bir tanrı var karşımızda.

    bu görüşle tartışmak hem kolay, hem zor. kolay tarafı şu: “verili parametreler” dediğimiz şeyleri, yani oyunun kurallarını, halihazırda eleştirmiştik. zor tarafıysa, tartışırmış gibi yapıp aslında tartışmanın kendisini yoketmek istemesi, çünkü özünde dediği şey: “olası tüm gerçeklikleri göremeyiz ama tanrı görüyor, vardır bir bildiği, boşuna kafa yormayın”.

    -”holokost’ta 6 milyon yerine 5.99 milyon yahudi ölseydi, yetmez miydi?”
    -”vardır bir bildiği”

    fakat ben tabii ki pes etmeyeceğim, çünkü şarabım daha bitmedi (burada, yani nepalde, raksi diye garip bir şarap içiyoruz, tadı daha çok balkanlardaki rakija’ya benziyor, litresi 70 sent).

    tüm bu savunmanın dayanadığı bir varsayım var, o da insanların acılarından ders almaları. bu kabiliyet olmasa, acı yoluyla daha iyi bir geleceğe yönlendirme projesi anlamsız olurdu. fakat tanrı gerçekten merhametli olsaydı, bizi ders almaya yatkın yaratması gerekirdi. daha iyi bir bireysel ve toplumsal hafızaya sahip, daha az agresif, daha az psikolojik zayıflıklara (bias) sahip bir tür olabilirdik. tarihi tekerrürden ibaret olan ve doğadaki kurttan, gorilden çok da farklı olmayan bir tür yaratıp, “belki bu sefer öğrenirler de ilerde rahat ederler” umuduyla sürekli onları acıyla sınamak merhamet değil.

    bu savunmanın en uç noktasında, yani sathı müdafaanın sınırında, karşımıza aquinas çıkıyor. tanrı’nın faydaları ve zararları optimize etmesi fikrini bırakıyor ve diyor ki:

    “bu dünyada gördüğümüz kötülükler, göreceğimiz iyiliklerin (cennet) yanında bir hiç.”

    (işin ilginç tarafı, luther ve kalvinizm de bu yola çıkıyorlar. zira onlar tam kaderciler (özgür irade ve kaderciliği aynı potada eritmek çok zor, bunun hakkında daniel dennett ve sam harris’in tartışmalarına bakabilirsiniz). onlara göre kötülük adem ile başlıyor (“fall of man”), ama adem’in hatası da tanrı’nın planının bir parçası. bu paradoksun tek çözümü, tüm kötülük bakiyesinin, cennetteki iyilik ile katmer katmer karşılanacağına dair inanç.)

    ---

    aquinasın ve lutherin işini kolaylaştırayım ve diyeyim ki cehennem yok. çünkü olsaydı, önceki “ebedi hüküm”e bağlı eleştiriler geçerli olurdu. onları yok sayalım. peki sadece cennetin ve dünyadaki kısıtlı acının olduğu bir düzenin tanrısına, sonsuz derecede merhametli diyebilir miyiz?

    kısa ve sıkıcı cevabı önceden vermiştim: “hayır, çünkü bu tanrıya kıyasla, sadece cennetin olduğu bir düzenin tanrı’sı daha merhametlidir”

    daha ilginç cevap ise şu: aquinas burada ödenen bedel ile gerekçelendirmeyi karıştırıyor (compensation vs justification). yine bunu anlamanın en kolay yolu, kendi hukukumuzla analoji kurmak:

    bir ebeveynsiniz. çocuklarınıza rastgele bir dizi kural koyuyorsunuz: şunu yemeyeceksin, buna dokunmayacaksın, yılda bir kere çatıya çıkıp antene taş atacaksın, vs… bazı çocuklarınızın, bazı kurallara uymaları yapıları itibariyle imkansız ama siz yine de ısrarcısınız. o çocuklara dayak atıyorsunuz. bu yetmezmiş gibi, kurallara uyan çocuklarınızı da dövüyorsunuz, hem de bazen diğerlerinden daha fazla. o çocuklar, “bu da sınavın bir parçası” diyerek bunu sineye çekiyor ama bu dayak hususu zamana göre değişiyor: sonra doğan çocuklar, ne yaparlarsa yapsınlar, daha az dayak yiyorlar. bu sefer “ilerde hepimizin daha az dayak yemesi için bu garip düzen gerekli” diyor çocuklar. ama siz yeni doğan bebeklerinize bile dayak atıyorsunuz. kardeşlerinin cansız bedenine bakıp, “vardır bir bildiği” diyor kalan çocuklar.

    sonra, komşulardan biri sizi ihbar ediyor. polis gelip çocukları elinizden alıyor. mahkemede kendinizi savunuyorsunuz: “boşverin size kime, niye, ne kadar dayak attığımı. biraz daha dayansalardı hepsine sonsuz nutella verecektim”. hiçbir mahkemede bu savunma geçerli olmaz. ya hapse, ya akıl hastanesine kapatılırsınız.

    ama analojimizin bir eksik kısmı var: tanrı bizden sadece “dayanmamızı” beklemiyor. kuralların manasızlığına, dayağın şiddetine ve adaletsizliğine katlanmak yetmiyor. işkencecimizi sevmemiz de gerekli. hem de nasıl sevmek! dünyadaki tüm ebeveynlerin, hatta olası tüm ebeveynlerin en merhametlisi, en adili olduğuna samimiyetle inanmamız gerekli. aklımızı ve kalbimizi, orwell’in çiftdüşünleriyle dizginlememiz gerekli:

    acı merhamettir.
    rastgele ceza adalettir.
    kader seçimdir.
    itaat sizi özgür kılar.

    ancak o zaman sonsuz nutella ırmaklarına ulaşabiliriz. ve nutella her şeye bedeldir.

    ***
    ***
    ***

    hayvan hakları

    yukarda özetlenen tartışmalar ilginçler ama acı probleminin ufak bir kısmını oluşturuyorlar. zira dünya’daki acının ezici çoğunluğu, hayvanların çektiği acılar ve klasik açıklamalar bunu es geçiyorlar.

    önceki bölüme benzer biçimde, argümanlarımızı genişleyen halkalar şeklinde düşünün. en içteki ufak halka olan hayvan hakları, hayvanlarla insanların ilişkileri hakkında olduğu için, özgür irade (hayvana eziyet etmeyi seçmek) ve acı ile sınanma (çocukken en sevdiğin arkadaşın olan çomar’ın kanserden ölmesi) ile alakalı.

    dolayısıyla çocukluğundan beri hayvanlara eziyet eden bir sosyopatın iradesinin özgürlüğünü, davranışlarının ilaç ve terapiyle düzelmesini sorgulayabiliriz. yahut masum bir bebeğin ölümü gibi, masum bir köpeğin acı içinde kıvranıp ölmesini gerektirmeyen, daha merhametli bir sınav hayal edebiliriz.

    fakat tekrar yapmamak için, konuya farklı yaklaşalım. hayvan hakları kavramının kendisi epey yeni bir “buluş” (keşif demiyorum çünkü hak kavramının doğanın özünde olan ve keşfedilmeyi bekleyen bir şey değil, sosyal hayvanların beraber barış içinde yaşayabilmesi için uydurulmuş bir şey). öncesinde de insanların çoğu psikopat gibi hayvanlara eziyet etmiyorlardı ama eden olunca da bu bir suç teşkil etmiyordu.

    titus oates’un tamamen kıçından uydurduğu bir katolik komplosunun (popish plot) tarihini dinliyordum geçenlerde, ingilteredeki protestanlar öyle gaza geliyorlar ki sokakta papa’nın figürünü gezdirip yakıyorlar. ama iğrenç tarafı, o figürün içine kedileri hapsediyorlar, böylece ateş yüzünden attıkları çığlıklar, papa’nın cehennemde atacağı çığlıkları andırdığından milleti daha da çoştıuruyor. şu canilik suç değildi mesela.

    hatta spor için, eğlence için öldürmeye devlet bile sponsor oluyordu. roma’nın gladyatörler ve aslanlarından, ispanyanın matadorları ve boğalarına kadar uzanan bir kan gölü bu. boğa güreşi yine iyi, pakistan’da köpeklerle ayıları dövüştürüyorlar.

    insanların hayvan haklarını bu kadar geç bulup, bu kadar gönülsüzce uygulamasında, tanrı’nın bir sorumluluğu yok mu? sadece hayvana eziyet eden o sosyopatı yaratmasından bahsetmiyorum, daha genel olarak kendi öğretisi, normal insanları dahi bu eziyete ortak edecek şekilde. nasıl mı? örneğin incilde hayvanların neden yaratıldıkları uzun uzun açıklanmaz, sadece insanların malı oldukları yazar, onlar üstünde tam kontrol (dominion) sahibi olduğumuz öğretilir.

    tanrı’nın güzel ahlakı, tıpkı eskiden dünya’yı evrenin ortasına koyması gibi, insanı da dünya’nın merkezine koyup, hayvanlar üzerinde mutlak üstünlüğünü meşrulaştırdıktan sonra, tam ters istikamette bir “ama onlara iyi davranın” tembihi.

    ---

    kölelik

    bu size kölelik konusundaki tutumu andırmıyor mu? “köleleri alıp satın ama bokunu çıkarmayın”, bir üçüncü dünya ülkesinin bile anayasasında kendine yer bulamazken, insan iradesini suçlayarak kötülük probleminden kendini sıyırmaya çalışan tanrı’nın yasalarında yer buluyor.

    büyük dinlerin bu konudaki evrimleri, çeşitli toplumların kölelik düzenlerinin evrimine paralel. mesela ilk akla gelen örneklerden olan ispanyollar, güney ve orta amerika’yı isa adına fethedip, altın ve gümüş madenlerini talan ederlerken, hem yerli kızılderilileri, hem de afrika’dan getirdikleri zencileri kullanıyorlardı. zavallı zenciler tam köleydiler ama kızılderililer, encomienda sistemiyle çalışıyorlardı. bu adı konmamış kölelik düzeni, bartolomé de las casas denen rahibin çabalarıyla reforme edildi ama ekonomik çıkarlar çok baskın olduklarından, reformlar yüzeysel kaldılar. sonuç: “köleleriniz tam olarak mal değildir, hakları vardır, sömürün ama iyi davranın” düzeni.

    islam’da kölelik konusunda yapılan en yaygın savunma da zaten eskiden beri süregelen kölelik sisteminin, ispanyollarınkine benzer ufak bir ilerleme kaydetmesi. sanki hem teoride, hem de zamanında pratikte olabilecek en iyi öğreti buymuş gibi sunuluyor.

    halbuki gayet bariz alternatifler var ve bunların farkının iyice anlaşılması için şu kısmı tekrarlamam lazım: tanrı’nın güzel mesajına rağmen, insanlar özgür iradeleriyle hayvanları ve başka insanları hükümleri altına alıp, onlara eziyet ediyor değiller. tanrı’nın kurduğu sistem bizzat buna teşvik ediyor.

    ---

    jainizm

    oysa çok ufak bir çabayla, bambaşka dini öğretiler hayal etmek mümkün:
    “hayvanların sahibi filan değiliz, aynı doğanın evlatlarıyız ve hakkımız olduğu için değil, ihtiyacımız olduğu için onları kullanıyoruz”

    e bu öğretinin hazır yapılmış var: animizm. hayvanları boyunduruk altına almayı tembihleyen tanrı’nın ispanyolları tarafından hayvan gibi görüp köleleştirilen kızılderililer arasında yaygın bir inanıştı bu (muhtemelen de bu inançları yüzünden etraflarındaki kaynakları sonuna kadar kullanıp, gelişip, büyük gemilerle ve toplarla avrupa’yı istila ederek ispanyolları köleleştiremediler. inançların arasında da bir “doğal seçilim” mekanizması var ve en çok yayılmacılığa izin veren kazanıyor).

    daha da pasifist bir alternatif dahi var: jainizm. hindistan’da doğan dinlerden biri ve hiçbir hayvanı bilerek incitmemeyi öğütlüyor. rahipleri, bir koltuğa otururken, taşıdıkları ufak süpürgeyle orayı süpürürler ki ufak böcekleri ezmesinler.
    “hangi inanç daha iyi” tartışmasına dalmayayım, o başka bir yazının konusu olsun ama jainizm, kötülük problemini açıklarken diğerleri kadar çelişkiye düşmeyecektir.

    ---

    ahlaki abaküs

    hayvan hakları, yaygın dinler yüzünden değil, dine rağmen gelişmiş bir kavram. aydınlanma çağının bir ürünü olan jeremy bentham gibileri, ahlakımızın, toplam acıyı azaltmaya yönelik olması gerektiğini söyleyerek (ve kendilerince bunun bir getiri götürü hesabını yaparak), hayvanlar üstünde yapılan deneyleri kısıtlamaya kadar getirdiler işi ve 19.yy’da konuyla ilgili ilk kanunlar devreye girdi. kanundan da önemlisi, insanlar bunu konuşmaya, düşünmeye başladılar.

    (bu sürecin ilginç bir yanetkisi olarak, ilk defa insanlar evcil hayvan sahibi oluyorlar. şehirleşme yüzünden zaten tarladan kopan insanlar, bu hayvan hakları meselesiyle paralel olarak, bazı hayvanları evlerine hapsedip, bir çocuk gibi onları şımartıp, aynı yatakta yatmaya başlıyorlar. bir yandan da endüstriyel et kesimi ile birlikte, diğer hayvanları hayvan olarak değil et olarak görüyoruz: bonfile, antrikot, but diyoruz inek veya tavuk yerine. ingilizce daha da beter: et isimlerinin hiçbirinde hayvanın ismi geçmiyor, kavramsal olarak ayrışıyorlar insanın kafasında bunlar. sentetik et yaygınlaştığı zaman veya insanlar biyolojik vücutlarından kurtuldukları zaman, geriye dönüp bizim çağımıza baktıklarında, vahşetten başka bir şey görecekler mi acaba? her yıl milyarlarca hayvanı yemek için, milyonlarcasını giysi ve spor için öldüren atalarından utanacaklardır diye tahmin ediyorum. not: adanakebapsporluyum)

    ---

    soykırım

    tüm bunlar, insan-hayvan ilişkisi çerçevesinde olup bitenler. halkayı biraz daha genişletirsek, bireylerin değil ama insan türünün hayvanlarla ilişkisine bakabiliriz. burada, gezegene olan etkimiz sonucu, tek tek hayvanların değil, türlerin topyekün yokolmasından bahsediyorum.

    bazı örnekler kolay: aşırı avlanma yüzünden bir türün yokolmasından, avcılar ve onlara izin veren hükümet yetkilileri sorumlu tutulabilir. ama daha dolaylı yoldan olan ilişkilerde suçluyu bulmak zor. bu sistemin içinde doğmuş her birey gibi, biz de kullandığımız mobilyalarla, plastik ürünlerle, yaktığımız benzinle, ısınmak için açtığımız doğalgazla ve tabii ki süpermarketlerden aldığımız plastik ambalajlı hayvanlar ile gezegenin talanına, türlerin yokolmasına katkıda bulunuyoruz. ve bunu seçmiyoruz. bunu seçmeme şansımız bile yok. en über çevreci vegan bile bu sistemden tamamen kaçamaz. öyleyse, insanlığın gelişmesi ve büyümesi sonucu acı çeken onca hayvanın hesabı, herhangi belli bir insandan veya gruptan sorulamayacaksa, bu hesabı tanrı mı vermeli?

    ---

    hobbes haklıydı

    halkayı biraz daha genişletin: insan ile ilişkisi olmayan hayvanların çektikleri acıları düşünün. yanardağ patlaması sonucu yokolan bir ormanın küllerinde saklı o çığlıkların ne rolü olabilir, merhameti bir tanrı’nın sahnesinde?

    insan faktörünü denklemden çıkarmak için sadece coğrafi boyutları esnetmekle kalmayalım, zaman boyutunu düşünelim önceki bölümde yaptığımız gibi. nihayetinde insanoğlu 2.5 milyon yıldır buralarda, hayat ise 2500 milyar yıldır (kaynak: nasa’da çalışan amcam).

    bu gezegende dinazorlar vardı. insan türünden katbekat uzun yaşamış ve sayısız alt-türe sahip bu koca aile yokoldu. ne uğruna? daha biz ilk fabrikamızı kurmadan, ilk balıkçı ağımızı denize atmadan, ilk plastiğimizi üretmeden önce, dünya’ya gelmiş türlerin %99'undan fazlası yokolmuştu zaten. her biri bir soykırım. ne uğruna?

    sadece yokoluşlardan ibaret değil acı, geride kalanları da içine alıyor. hobbes’un gözlüklerinden bakarsak, acı sadece ölümün habercisi değli, hayatın da gölgesi.

    600 senedir doğa belgeselleri çeken david attenborough şöyle demişti bir ara:
    “when creationists talk about god creating every individual species, they always instance hummingbirds, or orchids, sunflowers and beautiful things. but ı tend to think instead of a parasitic worm that is boring through the eye of a boy sitting on the bank of a river in west africa, [a worm] that’s going to make him blind.” (türkçesi: immanuel ne derse doğrudur)

    korku, onu hissedebilecek kadar karmaşık her canlının -süpermarketlerde şişmanlayan insanoğlu dışındaki her canlının- doğal hali. hiçbir hayvan yaşlılığında tembel tembel uyurken sessizce ölmüyor, ya birinin dişleri arasında can veriyor, ya da ufak canilerin. bir yaban arısının (wasp) önce felç ettiği, sonra karnına kendi yavrularını yerleştirdiği hayvan, birkaç gün içinde acılar içinde kıvranacak ve korku filmindeymişçesine vücudunu yararak içinden çıkan larvalar tarafından canlı canlı yenecek. bu 100 milyon yıl önce de böyleydi, bugün de böyle.

    dahası doğadaki vahşetin çok büyük kısmı, bizim belgesellerde izleyeceğimiz boyutlarda değil. doğanın her karışı, havanın her metreküpü, hatta kendi vücudumuz bile bir savaş alanı: her gün trilyonlarca yabancı bakteri (her biri birer yaşam formu) savaşıp ölüyor. virüsler hücrelerimizi ele geçirip, onları kendi kopyalarını üreten fabrikalara dönüştürüyorlar. gözle görülemeyen binlerce parazit, derimizin iki tarafında da yaşıyorlar. bu boyutta elbette bizim anladığımız gibi bir acı yok ama ölüm, mücadele ve ilkel bir korku var. tüm bunlar ne uğruna?

    bilinci ve amacı olan bir tanrı’ya inananlar, bu “ne uğruna” sorusunu sormak zorundalar. “bakıp ibret alsınlar diye” zaten her halükarda merhamete zıt bir açıklama, ama bırak duygusal olarak kavramasını, matematiksel hesabını dahi yapamayacağımız kadar büyük yokoluşların “ibretlik” olması demek, tanrı’nın sadece “umursamaz” değil “sadist” olması demek olurdu.

    bu noktada halkayı tüm gücünüzle esnetin. artık gezegenimizle sınırlı değiliz, patlayan süpernovalara, kara delikler tarafından yutulan yıldız sistemlerine bakıyoruz. bunların her birindeki sayısız olası yaşam alanında, büyük ihtimalle sayısız başka mücadeleler yaşanıyor ve her bir acının sonu, aynı tekdüze ve topyekün yokoluş. tüm virüslerin, tüm zehirlerin, tüm ısırışların, tüm toslamaların, tüm mızrakların ve atom bombalarının sonunda, galaksinin geridönüşüm kutularında moleküllerine ayrılıp ve yeni yıldızlara yakıt olmak var.

    ---

    cenaze

    nepal’in bir köy yolunun kenarındaki o bufalo, işkencesinin 4. gününde nihayet öldü. cesedi güzel değildi, daha hayattayken kırılmış, çürümüş ve tüketilmeye başlanmıştı. sinekler, larvalarını çokatn açık yaralara bırakmışlardı. bizim ölüme yaklaşımımız hep sessiz, ciddi, saygın ve ağırdır ama doğanın böyle aristokratlıklara ayıracak zamanı yok. bufalo inleyerek, kokarak, kendi pisliği içinde debelenerek öldü ve şimdi aynı iğrençlikle tüketilecek.

    ertesi sabah tarlaya giderken, üstünün toprakla örtüldüğünü gördüm. ölü bedeninin üstünde savaş hala devam ediyordu ve biz bunu görmemek için, pisliği “halının altına” itmiştik. tabii o koca gövdenin kabartısı belli oluyordu. 1–2 güne kalmadı, o da yok oldu. yanına gidip baktığımda, toprağın üstünde ufak bir iş makinesinin paletlerini gördüm. ezmişlerdi toprağı. zamanında ölmesini bilememiş bu münasebetsiz hayvanın acısını sadece toprağın altına değil, hafızalarımızın da dibine gömdük. ve haftaya gelecek olan hindu bayramına hazırlığımıza başladık.

    ---

    [not: bu tip entellikleri, daha erken ve doğrudan emaille almak için fularsız entellik direnişine katılın. hepsi reklamsız, hep reklamsız]