istanbul erkek lisesi öğrencisinin isyanı

  • başlığın aslı; `istanbul erkek lisesi'nde yatılı okumak isteyen öğrencinin isyanı ve mek`tubu olacaktı. aynen aşağıya aktarıyorum. biraz uzun bir yazı, ama sonuna kadar okunmayı hakediyor.

    ön edit: konuyla ilgili istanbul erkek liseliler derneği'den bazı bilgiler geldi. konu zaten dernek tarafından takip edilen bir husus. bu mektubun sosyal medyada da ses getirmesinden sonra bazı şeyler biraz daha hızlanmış durumda. en kesin çözüm yatakhanenin yeniden inşası. halihazırda eski mezunlardan ahmet davutoğlu konu ile ilgili bilgilendirilmiş, yine eski mezunlardan murat ülker maddi olarak yeniden inşaya yardımcı olacağını belirtmiş. geçmişteki yenileme çalışmalarında katkısı vardı zaten kendisinin. ancak kısa vadeli çözüm arayışları devam ediyor ve ciddi bir fon desteği gerekliymiş. bağış yapmak isteyenler www.ielder.org.tr adresinden güvenli ve yasal bir şekilde bağış yapabilirmiş. ayrıca hesap bilgileri de var havale icin. ancak hesap bilgilerini burada paylaşmam ne denli doğru bilmiyorum açıkcası. bu konu hakkında bilgi vermek isteyenler ve hesap numaralarını öğrenmek isteyenler mesaj atabilir.

    -----

    bugün 3 ocak 2017, istanbul erkek lisesi’nde 2016 mezunları okul müdürü konuşma yaparken sırtlarını döneli ve ülke gündemine oturalı 7 ay oldu; bense daha bu okulda okuyan ve olanların sonrasındaki tüm yaptırımlara maruz kalan bir öğrenciyim, geleceğimi belirleyecek bir sınava, etrafımda neler döndüğünü anlayamadan çalışıyorum. son yıldan bu yana neler mi değişti, gelin anlatayım.

    bundan 4 sene önce ailemi ve şehrimi geride bırakıp 14 yaşımda tek başıma yaşamaya başladığım, ikinci evim dediğim yatakhanem mühürlendi. içerisinde bulunan insanların davranışları birilerini rahatsız ettiği için yıllardır söylenegelen depreme dayanıksızlık bahaneleri kullanılarak, evim dediğim yer kapatıldı. her gün okula girerken içinde çocukluğumu bırakıp gençliğe ilk adımımı attığım anılarımı barındıran o binanın bomboş haliyle bakışıp, sessizce yoluma devam ediyorum.

    ben 18 yaşında bir gencim, ülkesini ileri taşıma hedefleri olan, hayata karşı hala iyi niyetle bakan.

    beni ve sizin deyiminizle arkadaşlarımı benim deyimimle kardeşlerimi, kitap deposundan bozma bir yer olan çapa fen lisesi’nin yatakhanesine sürdüler. artık sabahları o büyüleyici binaya bakarak uyanmıyorum, o ruhtan olabildiğince uzak bir yerdeyim. sabahları tamamıyla dolu tramvaya kendimi zorla sokmaya çalışarak gidiyorum artık okula. mutsuz yüzler görüyorum çevremde, huzursuz suratlar.

    ben 18 yaşında bir gencim, ülkesinde yaşayan her bireyin mutlu olmasını isteyen, kimseyi ayırmayan, yaşam koşulları herkes için en iyisi olsun isteyen.

    tramvayda iğne atsan yere düşmeyecek kalabalıkta, herkesin yüzünden birer hikâye çıkarıyorum, en çok da kadınlar taciz edilmesin diye bakışlarını beğenmediğim adamlarla arasında kocaman bir çantayla (o çanta ki içinden türkiye’nin geleceği çıkacak, o çanta ki aydın beyinler yetiştirecek, o çanta ki her türlü kötülüğü masumiyetle defedecek) durup, kendimce iyi bir şeyler yapıyorum. buraya sürülmemdeki çok az olan tesellilerimden biridir bu, en azından birileri taciz edilmiyor benim küçük çabamla.

    yeni yaşadığım yerden bahsedecek olursam, adeta bir cemaat yurdundan hallice tüm kir ve tozu tutan halıfleks ile kaplı, girişindeki ayakkabılıktan berbat bir koku yayılan bir yere geldiğimi anladığımda başladı bu yazı aklımda ve ilmek ilmek dokundu zamanla. sene başında bize zorla dayatılan ‘‘ayakkabı ve terlik ile gezmek yasak‘‘ sözlerine karşın, 500 kişinin bastığı yerden mikrobun ne çabuk yayılabileceğini, ayak mantarı ve bilimum enfeksiyon içeren hastalıkların çok kolay bir şekilde bulaşabileceğini bize karşı kulaklarını tıkayan görevli ve idareye anlatmaya çalıştık defalarca, suçlu ilan edildik, gelenek bilmez dendik. oysa bizleriz anadolu’dan gelen, evine girerken annesinin ‘‘çorapları çıkar, hemen ayaklarını yıkamaya banyoya‘‘ dediği çocuklar.

    ailelerimizin bizler için yaptırdığı ayakkabılıklar aniden kaldırılıp ayakkabılarımızı ortalık yere atılmış bulduğumuzda, eğer odamızda yere ayakkabı bırakırsak toplanıp atılacağı söylenince “ev hissinin” artık esamesi okunmuyordu, dolapların içine, tepesine ve hatta masalarımızın üstüne gazete serip ayakkabılarımızı bırakarak aciz bir duruma düşünce artık ne gülebiliyorduk ne de mantıklı düşünebiliyorduk.

    okuldan dönünce büyük bir motivasyonla ‘‘duş alıp, kahvemi alır ders çalışırım‘‘ dediğimde, bu basit isteğimin dahi karşılanmayacağını görüyorum her seferinde. duş almak için gittiğimde sıcak su bulamayıp, üstünde kapatılamayacak şekilde pencere varken buz gibi suyun altında hem rüzgâr hem soğuğun etkisiyle titreyerek yıkanıp, su içmek için tüm yatakhaneyi aradığımda, bulabildiğim tek şey sözde ‘‘arıtma suyu‘‘, özünde çeşme suyu olan, boğazımdan geçerken kirecini, klorunu hissettiğim su oluyor.

    hayatımızı belirleyecek sınava hazırlanmamıza karşın, 8 kişilik odalara ‘‘tıkılıp‘‘, bu odalara 4 çalışma masası koyulup ‘‘2 kişi bir masada çalışsın masalar büyük‘‘ denilen, odalara sadece 1 elektrik prizi koyup, sanki hiçbirimizin kilometrelerce uzakta onu merak eden ailesi yokmuşçasına, bizlerin kendi harçlıklarımızla aldığımız uzatma kablolarını bizler dersteyken habersiz toplayan, herhangi bir açıklama yapmayan idare çeşidiyle de karşılaşınca huzursuz hissettiren bu durumla bizler için zor olanlar iyice ağır geliyor genç omuzlarımıza.

    uyuduğum 8 kişilik odanın pencereleri sadece üstten ve çok az açılıyor ve inanın içeri giren temiz hava içerideki ben ve arkadaşlarım için hiçbir şey değiştirmiyor. her gün yetersiz oksijenden dolayı vücuduna demir prangalar bağlamışlar gibi yorgun uyanıp, adeta gece karanlığında tıklım tıklım dolu tramvayımızla bilim öğrenmeye gidiyoruz.

    gittiğimiz yuvamızda artık bize anne-baba olan öğretmenlerimiz de yok, hani her derdimizde yanına koştuğumuz, bize tavsiyeler veren, bizleri çocuğu gibi gören o insanlar bir anda dağıtılıverdiler şehrin dört bir yanına. ne evimiz kaldı, ne ana-babalarımız. öğretmenler günü’nde ‘’gül yayla annem olsana’’ diye hep bir ağızdan inlemeyecek artık bu taş bina, ‘’muhteşem çoraplı’’ artık yok. en azından diyorum, en azından başımızda duran öğretmenimiz hazırlık sınıfındayken korktuğumuz daha sonrasında aile olduğumuz o güzel insanlar olsaydı da, bize destek olsalardı. sanki onlar ‘’bu zor günler de geçecek oğlum’’ demeyince geçmeyecekmiş gibi bir his işte, sanki böyle kalacakmış gibi.
    ben 18 yaşında bir gencim, ülkeme dair güzel hayallerim var, herkesin refah içinde yaşadığı, çocuğundan yaşlısına toplumu mutlu olan bir ülke hayalim.

    çıkan yemeklerden ve üzerimizdeki farklı mobbinglerden bahsetmek istemiyorum, çünkü biliyorum, hepinizin üstünde bir o kadar dert var. ve bizler de birlik olarak olabildiğince üstesinden geliyoruz bu durumların.

    bu portrenin bir de fedakâr kısmı var, değinmezsem eksik kalacağını bildiğim. sırf anadolu’dan hayallerini gerçekleştirmek uğruna gelenler ‘‘yatakhane kapatıldı gelmeyin, yer yok‘‘ sözünün acımasızlığıyla karşılaşmasınlar diye, yuvamızın artık yuvamız olmayacağını öğrenen son sınıf öğrencileri, mezun ağabey ablalarımızın büyük özverisiyle 2 ay gibi çok kısa bir süreçte kendilerine alternatif başka yerler bularak, ‘‘bir istanbul hayali‘‘ ile olacaklardan ve karşılarındakilerden habersiz gelen tanımadıkları hazırlık sınıfı kardeşlerine yatakhanede boş yer yarattılar. böylesine zor şartlarda maddiyatla ölçülemeyecek erdemi gösteren, karşımızdaki ruhsuzlar topluluğuna ‘‘ağabey-kardeşliğin‘‘ en cömert örneğini sergileyen hepsine tüm kardeşleri adına bir teşekkürü borç bilirim.

    etüt salonu kalabalık, gürültülü ve havasız olduğu için kendimce alternatif bir çözüm bulmuş, okul çıkışlarında beyazıt kütüphanesi’ne gidiyor ve orada çalışıyordum. şimdi orada bombalı saldırı tehlikesi varmış, annem telaşla arayıp ‘‘oğlum n’olur gitme oralara, başına bir iş gelir.‘‘ dedi. tamam diyebildim sadece ‘‘gitmem annecim.‘‘. ben artık ne gürültülü, havasız ve kalabalık ‘‘sürgün evimde‘‘ çalışabiliyorum, ne de bir alternatifim var. ‘‘çobanlık yapıp birinci oldu‘‘ haberleri gibi benim de haberimi yaparlar mı acaba ilerde ‘‘bombadan kaçarken çalışarak başardı‘‘ diye.

    ben bir gencim aynı sizin olduğunuz gibi, aynı sizin olduğunuz gibi, evet ve güzelliklerin hayalini kuruyorum, istikbali peşi sıra kovalıyorum.

    ve sormak istiyorum:

    benim çalışma ortamımı hazırlayacak, bana refah sağlayacak büyüklerim nerede?
    benim sürgünde olmak için işlediğim suç ne?

    beni ve hayalleri olan bu genç dimağı, okuma hayalleriyle daha çocuk denebilecek 14 yaşında ailesini geride bırakabilmiş bu insanların suçu ne?

    devletim, ailemden kestiği vergileriyle neden bana bu kitap deposundan bozma yeri ‘‘müstahak gördü‘‘, ne vermemiz gerekirdi ki içilebilecek ve yıkanılabilecek devamlı su için?

    ben 18 yaşında bir gencim, okulundan aldığı ikinci diplomayla almanya’nın en iyi üniversitelerinde okuma ve avrupa birliği öğrencisi haklarına sahip olabilme imkanlarına sahip olan. tüm bu olumsuz şartlara ve birçok kişinin önüne çıksa direk gideceği çıkış biletini elimde bulundurmama rağmen iyiliğe inancımla kalacağım. ben ülkesinin insanını bir görmek, mutlu ve huzurlu görmek isteyen bir türk genciyim, ve benim hala umudum var, bunlara rağmen bizi sürekli dışarı itenlere, ülkesine küstürmeye, korkutmaya çalışanlara kısacası bizlere bunu müstahak görenlere ise bir çift sözüm var:

    elektriğimizi, suyumuzu kaybetmiş olabiliriz ama insanlığımızı, ideallerimizi kaybetmedik. büyük güçlüklerle ilerlemeye çalışıyoruz. her şeye rağmen gülmeye ve birbirimize tutunmaya devam ediyoruz. biz hala ülkesinden umutlu, enerjilerini doğru yerde, bilimde, sanatta, edebiyatta kullanan gençleriz.

    hepinize selam ve saygılarımızla.