intihar etmek

  • bu satırları yazıp yazmamayı çok düşündüm ancak her gün sözlükte gittikçe artan intihar içerikli yazıları görünce yazmam gerektiğine karar verdim. öncelikle intihar benim için her zaman son derece saygı duyulması gereken bir karar olmuştur. intihar etmeye karar vermiş insanlara, kalkıp "ya bak x'in ne sorunları var, sana da rahat batıyor ya da şu hayat ne güzel sen yaşamayı bilmiyorsun" filan diyenlerin ağzının ortasına bir tane de ben vurmak istemişimdir hep. kendini öldürmeye karar vermiş bir insana hayatı sevdirmek için yapılanlar, penisiline alerjisi olan birini penisilinle tedavi etmeye çalışmak gibi gelmiştir bana. kalkıp burada celan'ı, zweig'i, pavese ve kaan ince'yi ve daha nicelerini övgü dolu sözlerle de anma niyetinde değilim, oysa geçmişim bunlarla bezeli. üniversitede bitirme projemi bile intihar eden şairlerden yola çıkarak hazırlamıştım.

    ancak şimdi intihara farklı gözle bakmamı sağlayan bir olaydan söz etmek istiyorum. hani yukarıdaki yazılarda "arkada kalanlar umrumuzda değil ya da biz onların zaten umrunda değiliz" filan minvalinde yazılar yazılmış ya, öyle değil işte. geride kalanları cayır cayır yakan bir ateş bu, hem de her gün. çocukluğundan beri az ama kesinlikle deliksiz ve sağlam uyku uyuyan biriyimdir, en azından öyleydim, birazdan bahsedeceğim rüyaları görmeye başlayana dek. görünürde hiçbir sorun yokken, uykuya daldıktan bir saat sonra uyanmaya bir daha da uyuyamamaya başladım. uykusuzluğa direncim çok yüksek olduğu için ilk günler hırpalamadı ama sonrası kendimi epey kötü ve yorgun hissetmeye başladım. rüyalarımda kabus desem değil, sürekli bir bahçe görüyordum... ıssız... içinde kimse yok, kocaman bir ağaç var bir de. üç, dört gün sonra bundan bir yıl önce ölüm haberini aldığım bir arkadaşımı gördüm rüyamda. barış, ortamda gayet neşeli olarak tanıdığımız, açıkçası çok da samimiyetimin olmadığı ama ne zaman karşılaşsak deli gibi güldüğümüz biriydi. çok zengin bir ailenin çocuğuydu, alkollüyken balkondan düştüğü söylendi. herkes çok üzüldü, hayat doluydu vah vah ne çabuk gitti dendi, dost meclislerinde sanki ölmesi suçmuş gibi adı anılmaktan imtina edilir oldu. rüyamda ise çok mutsuz görünüyordu. bana dedi ki "nolur anneme söyle, artık beni bağışlasın". uyandım, göğsümde tarifsiz bir sıkıntı. bilinçaltım bana ne oyunlar oynuyor, diyorum. ertesi gün görmedim ama bir sonraki gece gene rüyamda gördüm, bir şeyler söyledi bu kez, yüzü gene çok hüzünlü. ve tekrar "annem beni affetsin" dedi, gitti.

    bunun ne anlama geldiğini de çok acı bir tesadüfle öğrendim. bir hafta sonra çok sevdiğim bir dostumun evinde verdiği bir davete katılmıştım; kapıyı bir açtı; hani çok ağlarsın, o acının izlerini kapatmak için göz makyajından medet umarsın da o matemin altını daha da kalınlaştırmaktan başka bir işe yaramaz bu çaban. karşımdaki manzara bu. bin bir detay düşünerek döşediği evinde, her şey kusursuz hazırlanmış filan ama o enkaz gibi, parti havasını bozmamak için de davetlilere hep gülümsüyor. o gülümsemeye çalıştıkça, yüzümdeki kaygı dozu gittikçe arttı ve en sonunda yanıma geldi bahçeye çıktık. - onun ölüm yıldönümüydü dün, 15 yıl oldu - dedi. bahsettiği 25 yaşında intihar eden, kardeşinden çok sevdiği kuzeni. kuzeni intihar ettiği gece, akşama kadar onunlaymış, çok güzel bir gün geçirmişler tatil planları yapmışlar filan.. nasıl da anlamadım intihar edeceğini, insan hiç mi belirti vermez diye yıllarca kendine işkence etti, uzun süre tedavi gördü. kendini daha az suçlamak dışında da o tedaviler hiçbir işe yaramadı. velhasıl yaşadıklarını yeniden anlatmaya başlayınca, öyle bir cümle söyledi ki olduğum yerde mıhlandım. onu son gören benim, rüyasında son gören de teyzem oldu, dedi. ne söylemiş dedim; teyzeme ağlayarak "annem beni bağışlasın" demiş dedi. çünkü öldüğünden beri annesi kızını asla bağışlamayacağını söylemiş aylarca. bu rüya anlatılınca da ilk kez kızının mezarının başına gitmiş ve ağlayarak onu bağışladığını söylemiş, hakkını helal etmiş. birden barış'ın bana yakarışı aklıma geldi. onunla yakın arkadaş olan ortak bir tanıdığımızı aradım, barış ıntihar mı etti yoksa gerçekten balkondan mı düştü dedim. ses yok. birkaç dakika sonra çok boğuk bir sesle bu da nereden çıktı dedi, rüyamı anlattım. durdu. işin aslı arkadaşımız intihar etmişti, arkasında bir mektup bırakmış, herkese teşekkür etmiş, kimsenin suçu değil bu, yalnızca gitmem gerekiyordu demiş ve gitmişti. ailesi durumu saklamıştı. hani gerçeği bilmek istediğinizde ne kadarını kaldırabileceğinizi de düşünün derler ya, tam o durumdaydım. psikolojimin nasıl olduğunu söylememe gerek yok herhalde. birkaç gün sonra ortak arkadaşımızı da yanıma alarak ilk olarak çok güzel bir bahçenin bizi karşıladığı, görkemli bir köşkten içeri girerken buldum kendimi. barış'ın annesi bizi oldukça şık bir şekilde salonda karşıladı ama hayatımda daha soğuk bir karşılama yaşadım mı hatırlamıyorum. konuşmanın sonunda çok sinirli bir şekilde "ben bunu hak etmedim, o da affedilmeyi hak etmiyor" dedi ayağa kalktı ve gitti. yol boyunca arkadaşımla hiç konuşmadık, hatta o günden sonra da bir daha hiç görüşmedik. ama bu olay yaşandıktan 3 gün sonra barış'ın annesi ondan numaramı bularak beni aradı. o sert, sinirli sesten eser yoktu bu kez çok hüzünlü bir sesle, "rüyanızda size başka bir şey dedi mi" diye sordu. dedi diyebildim ama cümleyi tamamlayamadan ağlamaya başladım. özür dilerim ben size mesaj atsam, konuşamayacağım dedim. onu demeye çalıştım da karşı taraf anlayabildi mi emin değildim. bana gelseniz dedi, çok isterim. ne zaman? - mümkünse hemen. bu sefer beni bahçede karşıladı, karşımda sıfır makyaj, oldukça sıradan giysilerle bambaşka bir kadın duruyor. ve ağlıyor, belli ki günlerdir de uyumamış. başını yukarı kaldırdı, önce ilaç içip, şu aradaki camdan atlamış, ne ölümünü ne de niye oradan atladığını asla anlayamayacağım sanırım, geceler boyu düşündüm durdum dedi. görseniz o kadar daracık bir yer ki. yavaşça şunu söyledim: - çocukken en mutlu olduğum yerde ölmek istedim - hayretle yüzüme baktı - bana sormuştunuz ya telefonda başka ne söyledi diye, sadece bunu dedi dedim. sanıyorum o pencereyle ilgili bir anısı var. hayır dedi annesi, o pencereyle ilgili değil. oradan atladığında erik ağacının altına düşmüş, çocukken hep o ağacın altında oynardı. sonra ağacın yanına gitti, ağladı ağladı ben bir süre sonra nazikçe omzuna dokunup müsaade istedim ama duymadı bile.

    sözlük hayatımın heralde en uzun entrysi bu olmuştur. bu olay benim aslında en büyük mutluluk kaynağımı elimden aldı. liseden beri cioran okuyan biri olarak benim yegane avuntum bu dünyadan istediğim an çekip gidebilecek olduğumu bilmekti. ama anladım ki bu sefer seni sevenlerin ahı da seninle birlikte geliyor, onların yüreklerindeki yangın yeryüzünü kavuruyorken sana yine huzur yok. barış'ın annesinin söylediğine göre kardeşi hala terapi görüyormuş, kız arkadaşı da aylarca hastanede yatmış. hepimizin yüreğini gömdüğü bir erik ağacı var, dallarıyla kalbimizi sakınsın, korusun; yapraklarıyla yaralarımızı iyileştirsin istiyoruz. ama olmuyor, "ve kalbin kırılması ya da kurşuna dönmesi gereken, bu dünyadan göçüyorum.” diye notlar bırakıp gidiyoruz, ama acı olan bir şey var; hikaye burada bitmiyor. varoluş mümkün ama ya yok oluş?