ideal zeytinin bir türlü bulunamaması

  • belki de sadece benim bulamamam. arkadaşlar bir şey soracağım: siz bu zeytin işini ne yapıyorsunuz? her kahvaltılıkta bir standart oturttum hemen hemen ancak bu zeytinde hala bir standart yakalayabilmiş değilim. bir kere çok tuzlu değiller mi yahu? şarküteri reyonlarında zeytinleri deneyip deneyip almamaktan mimlendim artık. sanki ben oraya para vermeden zeytin yemeye gidiyormuşum gibi bir hava oluştu markette. yiyip yiyip almayacağımı bildikleri için artık küreği bile doğru düzgün uzatmıyorlar. hele çiğneme yaptığım sırada onların o eller belde baygın bekleyişleri… gözlerimi kaçırıyorum, hızlı hızlı çiğnemeye çalışıyorum falan. sanki gurmeymişim gibi tripler böyle gözleri kapatmalar vs.. bi ara espri yaptım “çay var mı yae??” dedim hani o kadar zeytin yedik bari bi çay içelim gibi o an bana komik gelen, fakat şu an bunları yazarken o kadar da komik olmadığını farkettiğim son derece boş bi espri yaptım. o kadar anlamsız gözlerle karşılık verdi ki, uzatamadım.

    sonra dedim ki ulan deneyip deneyip almıyorum bari anlamlı bi nedeni olsun, bi muhabbet olsun, bi sıcaklık olsun..anadoluluk katayım işin içine duygusallık katayım dedim ve durduk yere “bizim köydeki gibi değil ya” dedim. ulan hayatımda köy mü görmüşüm ne köyü hangi köy? tamamen saçma sapan gereksiz bir muhabbet. kaldı ki bir beyaz yakalı istanbul çocuğunun eline, yüzüne, gözüne bulaşacak türden tehlikeli bir muhabbet. herif de “yoo bu doğrudan bizim köyden geliyor aynısı” demesin mi? bir de edremitliymiş, yani teoride daha iyi zeytin alabileceğin başka bir bölge yok :/ “siz nerelisiniz ki?” dedi. adam da tabii zeytin uzmanı şimdi merak etti edremit zeytinini beğenmeyen ve köydeki zeytinlerini özleyen bu yaman anadolu çocuğu hangi köyden, hangi bölgeden diye merak ediyor. ben de o heyecanla “istanbulluyum” dedim mi? orada da bi sıçtım mı? ulan zeytinleri yerim yerim almam, gereksiz gereksiz espriler yaparım, köylüyüm derim istanbullu çıkarım… bir de toparlayayım diye hemen arkasından “yani babam çemişgezekli” dedim. yazları onunla gideriz köye falan diye attıkça atıyorum adama ama alakası yok yani ben hayatımda bir kere bile gitmedim çemişgezek’e. bu muhabbeti duyan arka tarafta et reyonuna bakan bi adam aniden dönüp 94 desibel ile “neeeeee sen çemişgezekli misin ya!!!” diye satırla üzerime doğru bi koştu, hemşeriymişiz.

    “senin gibi sarı oradan nası çıkmış öyle yaa”lar olsun, “asıl kürtler sarı olurmuş zaten”ler olsun..adam neler neler anlatıyor, ne detaylar veriyor da bana köyün adını sorsa nüfus cüzdanıma bakmak zorundayım, öyle bi alakasızım konuyla ama inanılmaz duygulanmış gibi yapıyorum adama karşı gözlerimi doldurmaya çalışıyorum, ben de kaptırdım kendimi. aşırı gereksiz bi duygu yüklendi ortama. halbuki benim aklımdan o an tek bir şey geçiyor: şu köşedeki yeşil zeytini de deneyip sktirip gidicem. aklımda başka hiçbir şey yok. muhtemelen o zeytin de istediğim gibi çıkmayacak ama insanın aklı kalıyor işte. hayır anlamadığım şey ne biliyor musunuz? yaklaşık 20 dakikadır zeytin reyonunun önünde yaşadığım bu kararsızlık sürecinde en az 10 kişi gelip resmen denemeden zeytin alıp pıtır pıtır gittiler.

    bazen büyük bir trolling içinde olduğumu falan düşünüyorum. yani sanki benim evde özellikle çekmeyen bir kanalda bu yaşadığım ızdırabın realitysi döndürülüyor da kimse bana çaktırmıyor gibi. zaten bir yerde okuyup not almıştım; "hayatın bizle dalga geçtiğini şurdan anlayabiliriz; cahit sıtkı tarancı 'yaş 35, yolun yarısı eder' şiirini yazmış ve 46 yaşında ölmüş. sezai karakoç 'uzatma dünya sürgünümü benim' şiirini yazarak ölmek istemiş ve şu an 82 yaşında hala yaşıyor" deniyordu. yani gerçekten de ufak ufak bi makara dönmüyor değil, insan huylanıyor. madem şairlerden gidiyoruz, aklıma geldi..şemsi belli o zamanlar lise 1'e gidiyor, bir kıza aşık. kızın ismi nebahat. aynı sınıftalar ve nebahat'ın başka bir özelliği daha var: il jandarma komutanının kızı. yani oldukça tehlikeli bir kızdan bahsediyoruz, özellikle o dönem için. edebiyat öğretmeni o gün derste yahya kemal'in 'ses' şiirini işliyor ve şiiri okuması için belli'yi seçiyor. belli ise şiirdeki "his var mı bu alemde, nekahat gibi tatlı" dizesini "hiç var mı bu alemde nebahat gibi tatlı" diye değiştiriyor okurken. öğretmen çıldırıyor ve hatta artık nasıl bir muhafazakarlık hakimse ortama, belli okuldan atılıyor (oha). malatya'da o dönem başka lise olmadığı için elazığ'a gitmek zorunda kalıyor ve hatta o yıl bu perişanlık içinde sınıfta kalıyor. allah belanızı versin.

    bilenler bilir, başka bir tuhaf hikayenin kahramanı da ahmed arif'tir. kendisi cemal süreya'yı o kadar seviyormuş ki onun kız kardeşiyle daha bir kere bile görmeden evlenmek istemiş. cemal süreya konuyu kız kardeşine açmış ve bir şekilde ikisini tanıştırmak için zafer çarşısı'nda buluşma ayarlamış. herkes heyecanlı. süreya ve kız kardeşi gelmişler ve beklemeye başlamışlar. 1 saat, 2 saat, 3 saat..ahmed arif yok, mecbur kalkmışlar. daha sonradan öğreniyorlar ki ahmed arif gömlek bulamadığı için görüşmeye gitmemeyi daha mantıklı bulmuş. tabii bunu haber verecek telefonu da yokmuş. herkes bunu böyle naif bir hikaye olarak anlatır ama bence arif'in başına o gün başka bir şey geldi, yemiş süreya'ları. ayrıca araban olmamasını, evin olmamasını, telefonun olmamasını falan anlarım da, gömleğin de yoksa yani evlenme abi bi zahmet zaten. mesela ben doğru düzgün bir zeytin standardı tutturmadan bile evlenmeyi çok yanlış buluyorum. yarın karıma bunun mantıklı bir izahını yapamam. kısacası, o zeytini bulmam lazım, yardımlarınıza açığım.