hayatın anlamı

  • sen veya siz diye seslenmenin dehşetini yaşayınca insan, özne olarak öldürülen aptallık da anlamlanıyor. artık çoğul veya tekil hal, insanın kendine yaptıklarının belleksizliği oluyor. şu köşeden dönmeliyiz mesela. ardından gelsin sabahlar, akşamlar, geceler, pazartesiler, salılar, uykular, uyanmalar ve banklar. kimse otobüslere küsmeden çantamızdaki bir yokuş ile uzaklaşmalıyız her şeyden. öyle ki karanfilin kokusu da gelmeli bizimle veya seyyar satıcının sesi de. hayatın anlamıysa ben ve sen öznesinden türeyen bir yalana dönüşüyor. sanki yarın bugünden daha büyük bir yalanla uzlaşacak ve hayatın anlamı aptallığımızla varolacak. bu kutsal yapının içine girip inancını bir sütunun veya kapının aralığında bulacağımızı sanıyorsak yanılıyoruz. çünkü ruhumuza ve benliğimize kazınmış olan boşluk öylesine derin ki bu halimizle sadece o boşluğu kutsayabiliriz; anlamı değil.

    kırmızının anlamı mavide beliriyor, yeşilinki ise sarıda, her renk ötekini doğmak için kendisini ölüyor.

    edit: imla.

  • varoluşçuluğun güzin ablası gibi, arada sırada hayatın anlamını sorgulayanlardan mesajlar alıyorum. herhalde benim de zamanında bunları, "hiçliğin korkunçluğunu", "her şeyin geçiciliğini" düşünüp bir cevap bulduğumu, ama nedense bu buluştan sonra hala normal hayatıma, ekşide yazmaya, seks yapmaya, para kazanmaya devam ettiğimi umuyor olmalılar. evet bir cevap buldum, ama cevabı bulamadım.

    şüpheyle zehirlenmek, düşülen boşlukla mücadele etmek.... bunlar modern hayatın bir bugı değil, bir özelliği. bu soruların evrensel bir cevabı yok, ne de soru sormanın kendisinin bir "tedavisi". tabii ki bu farkındalıktan şikayetçi olmayı anlıyorum -kimse cevabı olmayan sorular sormaktan hoşlanmaz- ama en azından şikayet edebilmemizin bile ne kadar inanılmaz bir şey olduğunun farkına varmak gerek:

    dev yıldızların göbeğindeki füzyon kazanlarında yaratılan çeşit çeşit element, galaksinin tamamı kadar parlak süpernova patlamalarıyla etrafa saçılıyor, ışık yılları uzaktaki başka bir süpernovanın kustuklarıyla zaman içinde birleşiyor, bambaşka yıldızların yörüngelerinde bir gezegen olarak şekilleniyor, meteor darbelerinden fırsat olduğunda karmaşık moleküller yaratıyor, kimya biyolojiye el veriyor, ve milyarlarca yıl aralıksız süren bir mücadelenin en müthiş sonucu olan 80 kiloluk bir element yığını, bir teleskop aracılığıyla çıktığı zaman yolculuğunda doğduğu yerleri merak ederken, ve başka milyon tane şeyi merak ederken, birden neden merak ettiğini de merak etmeye başlıyor ve teleskopu da, mikroskopu da yerine bırakıp kanepesine gömülüyor.

    bu müthiş bir zincir, ve salt bu yüzden insanın hayatın anlamsızlığına surat asıp o kanepenin mahkümü olması, evrene yapılan bir haksızlık olur.

    binlerce mitolojinin ve türlü türlü izmlerin kaplarından taşan (onları tamamen aşan değil, ama onlarla yetinemediği için onlardan taşan) bu nöron ağları, bu element yığınları için geri dönüş yok. bir kere bilen, bir daha bilmemezlik edemez:

    hayatın özünde bir sır yok, varoluşu tecrübe etmenin ötesinde... ve ölümün özünde de bir sır yok, sonsuz hiçlikte yokolmanın ötesinde.

    hayatın içine saklanmış ve keşfedilmeyi bekleyen bir mana olmadığını düşünen insan, kısa varoluşuna anlam kazandıracak şeyin kendi olduğunu anlar bir süre sonra. varoluşçuluğun absürdlük dediği şey burada iyice belli olur: bu amaç arayışımız, salt varlığımız bile absürd.

    herkesi benim gibi bu absürdlüğün bir parçası olarak gördüğüm için asgari bir sempati besliyorum insanlara. fazla gelişmiş bir beynin kurbanı element yığınları. sonsuz bir okyanusun ortasındaki sal parçası üstünde, karayı gördüklerini iddia eden ve her biri kendi karasına doğru yol aldığını sanan binbir türlü insanla, kara diye bir şey olmadığını ve ilerlemediklerini düşünenlerin, kavgayla gürültüyle hep birlikte dalgalanmalarıdır bu hayat. bazısı atlamak ister, bazısı seni aşağı atmayı. bazısı süslü bir yelken yapmayı hayal eder, bazısı salı tümden batırmayı.

    madem sonunda hayal edilebilecek en siyahtan da siyah, en boş boşluktan da boş olan hiçliğe gömüleceğiz, bari hayattayken bu absürdlüğün tadını çıkaralım. yelkenden, süsten, rüzgardan da zevk almak lazım ama gelişme merakının, estetik anlayışının, ve hedonizmin ötesinde, en temeldeki bu absürdlüğün kendisini kutlamalı.

    hiçlik ortak bir düşman ve ona karşı, taa süpernovalardan başlayan bu yoldaşlığımızın getirdiği sempati, hayatıma melankolik bir anlam katıyor. her şeyden sıkılabilirim ama bundan değil.

    dün vardık, bugün varlığımızın farkındayız, acaba yarın ne olacağız?