hatırladıkça iç burkan gerizekalılık anıları

  • üniversite ikinci sınıfının ilk dönemi bir ara tüm derslere gitmeyi bırakmış on metrekarelik yurt odamda hayatımı bazal metabolizmik bir şekilde idame etmeye çalışıyordum. odam dediğim de üç kişiyle daha paylaşıyoruz. her sabah arkadaşlar derslerine hazırlanıp giderken ben ise kantinden çayımı pohaçamı alıp bilgisayarımın başına geçer ve kulağımda en favori müzik grubum iron maiden parçaları eşliğinde bilumum bilgisayar oyunlarına dalar öylece vaktimi tüketirdim.

    bir gün bu amansız ritüeli kırıp değişik birşey yapayım dedim ve odamın penceresini açtım. odamın manzarası genişçe, kampüsü görüyordu. derslerine gidip gelen öğrenciler, ring otobüsü bekleyenler arada çimlerde uzanıp ders çalışanlar, öpüşenler, top oynayanlar kimi zaman ip atlayanlar. fakat manzarımın en hareketli kısmı yaban güvercinleri idi. işte pencereyi açmamla uçuşmaya başladılar, bunun üzerine ben de onlara pohaçamın kırıntılarını attım ve penceremin kenarında küçük bir izdiham yaratıp kırıntıları iki dakikada silip süpürdüler.

    güvercinlerle bu etkileşimim beni fazlasıyla heyecanlandırmış ve ilişkimin boyutunu artırmak için aklıma harika bir plan gelmişti. bir üstün zekalı varlık yani 'insan' olduğumu hatırlayıp “ben eğer pencereyi her açtığımda bu bebelere yem atıp iron maiden dinletirsem bunlar bi süre sonra maidencı olur ve her maiden parçası açtığımda yanıma gelirler, ben de mutlu olurum” diye bir hipotez ürettim. yani lisede öğrendiğimiz pavlov'un şartlı refleks olayı gerçek hayatta işime yarayacaktı. aslında o aralar uzun zamandır bilime küstüm ben. en son ortaokulda pamuk üzerinde fasülye yetiştirdikten sonra kendimi adete bir gregor mendel sanıp “fasülye yetiştirebiliyorsam ben soğan da yetiştiririm biber de patlıcan da” diye eve 5 kilo pamuk ve tohumlarla gelip evimizin misafir odasını deney odasına çevirmiştim. hem zaten gerçekleştireceğim bu bilimsel atılımla fakir olan aileme de bir katkı sağlar, kimselerin uğramadığı misafir odamız da bir işe yarardı diye düşünmüştüm. ama işte olmadı amına koyim. olmadı. iki günde oda önce fare ölüsü koktu sonra çeşitli kimyasal tepkimeler oluştu. oda şartları gitmiş yerine sanki dünyanın ilk oluşum şartları gelmişti anasını satayım. odanın ekolojik dengesi bozulmuş, muson yağmurları yağıyordu. geride ise gözü yaşlı bi ana ve elinde kemerini sırtımda patlatan bir baba. aldığım pamukları götüme soktular. ben de yapacağım bilimi sikeyim lanet gelsin fiziğe de, biyolojiye de deyip örnek çözümlü soru banklarına geri döndüm. belki de bizim oda koşulları pek uygun değildi sözlük, bilemiyorum.

    fakat yıllar sonra bilime olan inancım geri gelmişti. her sabah penceremi bir iron maiden müziği eşliğinde açıp ve bu yaban güvercinlerini beslemeye başladım. günlerce bu eylemi gerçekleştirdikten sonra yine bir gün pencereyi açtım bir iron maiden parçasıyla beraber -elimde bu sefer yem olmadığı için özel bir parça olmalıydı bu, blood brothers yani kan kardeşler- ve güvercinlerin yanaştığını gördüm. o an kadar sevindim ki kendimi kaybettim. onlarla beraber bağırmaya başladım “what are we?” diyordum yemleri havaya saçıp “we are blood brothers” diyordum onlar da onaylar biçimde kafalarını sallıyordu emine erdoğan misali, yemleri gagalarına geçirerek.

    mutluydum artık hayatım o kadar renklenmişti ki bu olayı kampüste tanıdığım herkese anlatıyordum. videolarını çekiyordum. artık heavy metalci güvercin arkadaşlarım vardı. boru mu lan bu. çoğu zaman okulda cuma akşamları millet arkadaş gruplarıyla içmeye eğlenmeye çıkardı ben ise elimde biram ve sigaram penceremin kenarında maiden dinleyen güvercinlerim ve gökyüzüne bakıp geleceğe dair daldığım hayallerim. gel gelelim ki, iki biradan sonrası ise hep gözlerim buğulanırdı.

    bir gün yine pencereyi açtım. pencereyi açmamla beraber güvercinler bana doğru uçmaya başladı. ilkin sevinsem de daha sonra bu durumda bir terslik gördüm. zira bilgisayarımda 'the smiths' çalıyordu. gelmemeleri lazımdı kuşların. benim kuşlar maidencı idi. şaşırdım, endişelendim ve pencereyi kapadım. oturdum bu sefer 'pink floyd' açtım kuşlar yine geldi. “lan niye geliyosunuz amk! benden habersiz ne ara başka gruplar keşfettiniz lan” dedim. gelmemeleri lazımdı. daha çok endişelendim. titreyen ellerimle gidip bu sefer kıraç açtım ve ona bile geldiler amk. “siktirin gidin lan” dedim ve oturdum bilgisayarıma pavlov'u araştırdım tekrardan bi yerde yanlışlık olmalıydı. yaban güvercinlerini araştırdım belki de sağırlardı. yok değilmiş. neden böyle oldu peki bilmiyorum. son bi kez pencereyi açtım bu sefer ses yok müzik yok yine geldiler. o vakit anladım ki bu yaban güvercinleri müziğin sesinden çakmıyorlarmış. pencerenin görüntüsüne şartlanmışlar kabilelerini siktiklerim. dünyam yıkıldı yemin ederim. aldanmıştım işte yine. lan hani kan kardeştik! hani kankaydık lan? acısı bir bıçak darbesi gibi saplandı kalbime. ilkin onlara yem vermek istemedim fakat yalan da olsa geçmiş günlerin hatrına son poğaçamı da verdim onlara ve bir daha açmamak üzere kapadım pencerimi. zaten dönem sonu gelmişti, ankara'nın ise göt donduran soğuğu başlamıştı. dönem bittikten sonra da yurttan siktir olup evime annemin babamın yanına gidiş yolu yine doğru ama hayvan gibi işlem hatası yapmış sıçıp batırmış bir misafir olarak geri dönmüştüm.

    pavlov ile gerçekleri araştırken o zaman pek ehemmiyet vermediğim korkunç bir bilgiye denk gelmiştim. bu sakalına tükürdüğüm pavlov'u köpeğine şartlı refleksi dayadıktan sonra her zil çalışında salyası akan köpek yemekten kesilmiş cılız, güçsüz, sefil bir ite dönüşmüştü. bu köpek de “lan bu dürzü deney yapacak diye aç bir it gibi geberip gideceğiz yaa şuna bak” deyip sürekli salya bırakmaya başlamış. fakat bi yerden sonra mevzu o kadar karışmış ki, artık köpeğin her salyası aktığında pavlov elinde bir zil, kendini zil çalarken buluyormuş. yani köpeğe yaptığı onca eziyet dönüp dolaşmış kendisini bulmuş. köpeğin pavlov'u deneyi adlı bu kaynağa bi daha rastlamasam da o günden beri ne zaman yolda yem yiyen yaban güvercinleri görsem duruyorum ve telefonumu açıyorum kulaklığımı takıp bir iron maiden parçası dinliyorum istemsizce. geçmişime dalıyorum. tam gezilmeyen kampüs çimleri, girilmeyen dersler, yarım yamalak bilgiler, tutulmayan notlar ve eller.. kendimi görüyorum yağlı saçıyla pencere kenarında elinde birayla, tokalaşıyorum. elini sıkıyorum tipini siktiğimin daha çok sıkıyorum “ahğğ” diyor malın evladı. acıyor. bırakıyorum. gözleri buğulanıyor.