hatırladıkça iç burkan garibanlık anıları

  • babam tüm işleri batırmış çekmiş gitmiş. annem işsiz, abim askerde. ben ortaokula gidiyorum kardeşim ilkokula gidiyor.

    mevsim yaz okullar tatil hava cehennem sıcağı. eve gelen icraların haddi hesabı yok sonunda evden çıktık bir tanıdığın yanına yerleştik geçici süre için. rahatsız etmeyelim diye sabahın köründe çıkıyoruz evden akşama kadar deli gibi dolanıp duruyoruz. karnımız aç cebimizde 5 kuruş yok. akşam eve dönünce önüme konan yemeği yemekten utanıyorum. sürekli midem ağrıyor.

    bir gün bi baktım annem abimin yeni sayılabilecek gömleklerini ütülüyor. neden ütülüyorsun abim yok ki dedim, gelince hazır olsun diye dedi. dünya saçması geldiyse de bir şey demedim. aradan birkaç gün geçti bir sabah bir baktım annem elinde abimin gömlekleriyle dışarı çıkıyor, bir işim var siz bekleyin yarım saate dönerim dedi çıktı. 1 saat sonra elleri boş geldi. hadi ayakkabılarınızı giyin çıkıyoruz dedi.

    hatırlayan vardır mutlaka eskiden mudurnu chicken vardı tavuk döneri meşhur. oraya gittik. annem bize tavuk suyuna çorba söyledi. kendine söylemedi. iştahla 2 kaşık aldım canım nasıl çekiyor ama midemin ağrısından içemiyorum. biraz bekliyorum geçer diye yok. su içiyorum yine bekliyorum. geçmiyor. içemedim. ve o gün o çorbayı içemediğim için 2 gün ağladığımı hatırlıyorum.

    velhasıl üstünden yıllar geçti, çok şükür herşeyi toparladık hepimiz okuduk meslek sahibi olduk. annem abimin gömleklerini satıp aldığı için midir, aylarca çektiğim mide ağrısından mı bilinmez ama hala tavuk suyuna çorba içemem.

  • işsiz olduğum bir dönem vardı hayatımda. faturaların biriktiği, bu yüzden de elektrik saatini okumaya gelen eleman tarafından sürekli elektriğin kesildiği ve onun gidişinin ardından benim, elimde kontrol kalemi ve penseyle çıkıp kesik elektriği açtığım.

    paranın varlığının insanı güçlendirdiğini düşünen biri değilim ama yokluğunun güçsüzleştirdiğini yaşıyor, görüyordum.

    hayatının hiç beklenmedik döneminde işsiz kalmak, istifa etmek zorunda bırakılmak zaten pek yüksek olmayan standartlarının düşmesi ve geçmişte yaptığın planların gün geçtikçe senden uzaklaşıyor olması içten içe kemiriyor insanı. bu süreç uzadıkça da daha bir zorlaşıyor her şey.

    sanırım güçsüzleşmenin en kötü yanı, güçlü olduğun için elde ettiğin şeylerin elinden kayıp gidişini izlemek.
    çevremdeki insanlar hiçbir zaman çok param var diye benimle olmadı. zaten hiçbir zaman da öyle aman aman param olmadı fakat o zamana kadar hep dayanıklı, hep neşeliydim. güç dediğim şey ise bunları koruyabilmekti. işte o dönemde koruyamadım...

    günün yarısını internette iş arayarak, kariyer.net'te özgeçmişim görüntülendiği zaman onu anında yakalamaya çalışarak geçiriyordum. saçma sapan mülakatlara çağrılmak bile bende heyecan yaratıyordu. uzun uzun hazırlanıp gittiğim o saçma sapan mülakatların her biri hayallerime indirilen birer balyoz darbesi oluyordu. ben ise, o balyoz darbelerinin etkisiyle, daha aksi, sinirli ve huysuz biri oluyordum.

    önce etrafımdaki insanların sayısı azaldı. sonra ailemle daha az kavga etmek için çok daha az görüşmeye başladım.
    en sonunda da kız arkadaşım gitti. hiçbirisinin suçlu olduğunu düşünmüyorum. ben bile güçsüz halimi sevmiyordum.

    şu ana kadar yazdıklarım kısacık garibanlık anımın girizgahıydı aslında. uzun yazdım kusura bakmayın.

    kız arkadaşımdan ayrıldıktan çok değil iki gün sonra yine bir mülakata çağrılmak için arandım. iki gün sonra mülakat yapılacağı bilgisi aldıktan sonra telefonu kapattığımda, cebimde sadece yirmi lira olduğunu ve mülakata gidiş geliş yaklaşık 10-15 liraya ihtiyacım olduğunu gördüm. tabii ki, iki gün sonraki görüşmeye gidemedim. parasını geçtim, zaten yine umutsuzdum. görüşmenin olacağı gün arayıp o gün için gidemeyeceğimi söyledim. bir sonraki güne randevu vermek istediklerinde kıvırdım. bu sefer bir sonraki gün deyip resmen zorla çağırdılar görüşmeye. tamam dedim. aslında içten içe umutlanmıştım sanki.

    görüşme günü geldiğinde cebimde bozuk bir kaç lira dışında hiç param yoktu. dediğim gibi isteyebileceğim kimse de yoktu artık çevremde. sabah kalktım, hazırlandım, cebime üç liramı koydum ve dışarı çıktım. bakkala girdiğimde, bakkal her zaman aldığım sigarayı alıp tezgaha koydu ama ben sigara almayacaktım bu kez. yaşlı adama, "abi, varsa yirmi lira borç isteyecektim senden, iş görüşmesine gitmem gerekiyor da." dedim. bence sesim titredi. utancımdan değil ama yok derse diye korktuğum için. "tabii ki" deyip cebinden çıkardığı parayla birlikte sigarayı da uzattı. "önemli değil, olunca verirsin. inşallah istediğin gibi geçer görüşme." diye de ekledi. o güne kadarki en uzun muhabbetimiz buydu aslında adamla.

    o gün görüşme istediğim gibi geçti. o görüşmenin üzerinden şimdiye iki sene geçtiğini ve hala orada çalıştığımı düşünecek olursak işverenin de istediği gibi geçmiş galiba.

    teşekkür ederim mehmet abi.

  • henüz ortaokul 2. sınıfım. o vakit vakıf yurdunda kalıyorum. aynen vakıf yurdu, bilenler bilir, vakıf yurdu olmasından mütevellit millet tanıdıklarını işe almış, temizlik görevlisinden ambar memuruna kadar herkesin bir bağlantısı var bir yerlerden. bunlar geceleri sırayla nöbete kalıyor falan. her neyse. aileden uzak bir memleketteyiz. bazılarının anası, bazılarının babası yok bazılarının da kimliğine yazılacak bildikleri ne bir anne ne de bir baba adı var vesselam.
    yurt koğuşları (koğuş derdik, askeri jargon) çift kat ranzalı, 12 kişilik. akşam yemekleri doğru düzgün çıkmıyor. her akşam yemekten bir iki saat sonra acıkıyoruz. oda arkadaşlarımızdan kafalayabileceklerimiz arasından kurban seçip yemekhaneye inip masalardan akşamdan toplanan dilimlenmiş ekmeklerden çalıp! açlığımızı bastırmaya çalışıyoruz. tam bir küçük emrah sahnesi: bakkaldan/fırından ekmeği alıp topukluyoruz.

    bir gün barbunya pilav var akşam yemeğinde. bulamayanlar var elbet ama öyle bir barbunyayı onlar da pişmemiş diye geri çevirebilirler. pilavı zaten bir kaşıkta yedin yedin, yoksa ikiye bölerek yutmak mümkün değil. neyse iki üç saat geçti, ben milleti gaza getirmeye çalışıyorum. bu sefer gidip kim kurban olacak diye gözlerim koğuşu geziniyor. baktım kimsenin niyeti yok. belli ki barbunya tok tutmuş, mecbur ben inecektim artık. bir tane çocuk vardı üst ranzamda: yusuf. yusuf saf bir çocuktu. gülmezdi pek, güldüğünde bile yüzünün ifadesi çok değişmezdi. kahkaha attığını veya bir yere koşturduğunu hiç görmedim, çok sakindi. yusuf, 'ben seninle gelirim', dedi. gel dedim. yaverimle beraber balerinler misali parmak ucuyla indik bodrum kattaki karanlık yemekhaneye. neyse ekmek sepetinin başına geçtik, ısırılmamış ekmeklerden seçmeye çalışıyoruz. o sırada arkadan tok bir ses geldi.
    - ekmekleri bırakın lan, koğuşunuza çıkın.
    karanlıkta arkama bakmaya korkuyorum. yusuf yürekliydi, benim gibi değildi. benim cesaret edemediğimi yaptı ve sırtı dönük seslendi.
    + sen kimsen bilmiyorum ama biz acıktık, ekmek alıp yukarı çıkacağız, dökmeden yiyeceğiz.
    - sizin pisliğinizi ben mi temizleyeceğim şerefsizler!
    bunu dediğinde net anlamıştık temizlikçi eleman olduğunu, yusufla göz göze geldik.
    arkamızı döndük. bize doğru geldi hızlı adımlarla. yusuf elindekilerle beraber birkaç esnek hareketle yukarı kaçtı, temizlikçi hamle yaptı ama yakalayamadı. ve ben yalnız kaldım...

    geldi kulağıma asıldı, nasıl bir nefretse sol kulağımı kulak memesinin altından yırttığını hissettim. elimdeki ekmek parçalarını arkamdaki masaya bırakıp elimi attım, elimde kanı gördüm. yalvarıyorum 'murat abi bırak' diye ama iyice asılıyor. küfürler yağdırıyor bana, aileme. yalvarmaktan cevap veremiyorum küfürlerine. sonra bırakıyor, ağlıyorum orada. ağlamamdan korkmuş olacak ki herhalde ekmekleri elime tutuşturup 'siktir yukarı çık hemen' diyor.

    çıkıyorum yukarı, arkadaşlara ekmekleri veriyorum. ama nasıl bir acıtasyon ortamı var görmelisiniz. ben gururla ekmekleri pay ediyorum, sonra o kanlı kulağımla alt ranzaya yatıp uyuyorum.
    iki gün sonra koğuş arkadaşlarımızın da verdiği cesaretle yusuf'u yanıma alıp, yurt müdürüne durumu anlatıyorum. müdür önce bize kızıyor.
    temizlikçi elemanı yanına çağırtmış bir sonraki gün. müdürün elemana nasıl bağırıp çağırdığını nöbetçi belletmenden öğreniyoruz o akşam. işten de kovuluyor ama bende bıraktığı yara kapanmıyor...
    onu sürekli bir tanıdığa takip ettiriyorum yıllarca. sadece nerede, ne yapıyor onu öğren diyorum. olayla ilgili hiçbir şey anlatmıyorum yıllar boyu. çok kötü bir şey yapmasından korkuyordum, belki de önemsiz gelebileceği ihtimaline karşı...
    ilk defa o yaşta birine karşı kin beslemeyi öğrendim.

    ...

    aynı memlekette lise bitiyor. öss sınavını da atlattıktan sonra bir gün yine lise arkadaşım olan yusuf ile elemanın çalıştığı catering şirketinde mesai bitimini bekliyoruz. abiye de durumu bir gece önceden izah ediyorum. zorla ikna ediyorum, yoksa yerini yurdunu söylemeyecekti.
    mesai/vardiya çıkışı eleman bizi on adım kala görüyor, iki saniye baktıktan sonra tanıyor, kaçıyor. arkasından koşup yakalıyorum. kimsenin müdahale etmesini istemiyorum.
    sonrası malum. ama kulak çok önemliydi!

    bu yaptığımı acaba şimdi yine yapar mıyım bilmiyorum. çünkü olayları zamana ve duruma göre değerlendirmek gerekirmiş. yaptığım yanlıştı ama içimde onun ezikliğiyle yaşayamam diye düşünüyordum.
    onun cezası sadece yurttan atılmak olmamalıydı. anasından babasından uzak bebeleri dövmek, hatta hiç haddi değilken dövmek, bir ekmek parçasını aldı diye dövmek ne kadar delikanlı davranışıysa benim ki de o denli bir davranıştı.
    bugün içim rahat. yapmasam hep bir şey eksik kalacaktı.

    nereden mi hatırladım bu anıyı?
    bugün yemekte barbunya vardı...

  • yalan yok, ekmek alacak bile param olmadığı dönemlerde kalabalık süpermarketlere yürüyerek gidip (carrefour, 5m migros vb.) 1tl verip market arabası aldıktan sonra üşenip arabayı yerine götürüp üstündeki mekanızdan 1tl'si alınmamış boş market arabası var mı yok mu diye kontrol edip o arabaları yerine götürüp 1tl alırdım.

    çoğu zaman süpermarketi ve otoparkını defalarca turlardım. bazen bir tane çıkardı, bazen hiç. daha çok çocuklu aileler yapardı bunu.. çünkü onlar çocuklarıyla uğraştığı için pek gitmezdi arabayı bırakmaya. genç yaştaki sevgili çiftleri de. çocuk genelde kıza hava olsun diye götürmezdi yerine arabayı. şuana kadar ki kişisel rekorum 7tl

    allaha şükürler olsun o dönemleri atlattık. ama işin garip yanı ne zaman böyle marketlere gitsem gözüm boş arabalara takılır. para için değil ha, dedim ya garip bir his bu. ne desem anlatamam yani.. görüp alacağımdan da değil ya, o eski hisler işte..

    siz siz olun umudunuzu kaybetmeyin, umut gidince her şey gidiyor çünkü..

  • üniversitede okurken pazarda naylon kap, kacak ve leğen satarken 5 tane sınıf arkadaşımı görüp tezgahın altına girmem.

    izafiyet teorisinin bir kez daha ispatlandığı andır onların geçişlerini beklemek..

    aslında hikaye uzun. yazacağım geldi. içimde kalmasın..

    ana baba yok tabi. bir ölüm maaşı var onlardan kalan. kazandık üniversiteyi. o maaş anca kalacak yer ve elektrik suya falan gidiyor işte. sonra cep delik cepken delik. pazarda leğen satardım haftanın bir günü, günlüğü de bugünün parasıyla 30 lira falan alırdım.

    geceleri de bilgisayar tamiri işte. format at, anakart leğimle yani..

    aslında ne yalan söyleyeyim. sözlükte bir başlıkta biri yazmıştı "kız öğrenciler ne yapsın, arkadaşının çenıl çantasına özeniyor almasın mı? eskortluk yapmasın mı? " tadında..

    oraya yazacaktım leğen sattım yapmadım diye.. sonra düşününce bu iş namus değil sanırım karakter meselesiydi. ya da bilmem ideoloji de olabilir.

    benim ev arkadaşım banu. çenıl çanta takar, börböriy kaşkol giyerdi..

    yalan yok. tanrı şahit(mecazi) bir gün bile kıskanmadım. "keşke benim de olsa" demedim. üniversite hayatım boyunca lise kıyafetlerimi giydim.

    berbattı kıyafetler ama kimse de yadırgamadı. aktif komünisttim çünkü. toplantılara katılıyor, bildirim dağıtıyordum. nasıl olsa komünistlerin çenıl giymesi beklenmezdi değil mi? fakirliğimi ideolojimin altına süpürünce hiç sorun yaşanmıyordu. bakma arada "modaya" uy" diyenler çıktığında iki koymüniz laf edip dağıtıyordum..

    hiç gocunmadım yoksulluktan..

    en son marka bir şey istediğimde yaşım 11'di. sınıfta melike vardı. zengin kısımdan. onun adidas ayakkabısı. beden dersinde giydiği. eve gidip pazardan aldığımız spor ayakkabıları fırlattım. "adidas istiyorum" diye bağırdım babanneme.

    babannem. beni o büyüttü. tabağındaki köfteleri benim tabağıma koyup "ben büyüdüm sen büyü" diyen kadın.

    gittik mağazaya gittik. mağaza diyorum. çünkü mağazadan giyinmezdik pek. pazar işte. mağaza da yoktu ya bakma. ya sümer vardı ya da karamürsel.

    onlara da giremez vitrinine bakardık. göze vergi yok.

    neyse adam çıkardı adidasları. denedim. beğendim. babannem adamın eline paraları sayarken "vazgeçtim" diye çbağırdım. "beğenmedim, büyük" dedim. babannemi paltosundan çekip dışarı çıkardım.

    o adamın eline saydığı paralar onun "kötü günler "için ayırdığı paralardı. 11 yaşındaydım. tuhaf değil aslında. ben empati yeteneğimi babam öldüğünde yani 9 yaşında kazandım. babamın ölümü beynimin insana evrilmesini sağladı.

    nasıl oldu bu bilmiyorum. birden her şeyle empati kurmaya başladım. babannemin bahçesinde bir dut ağacı vardı. babannem çamaşır teli(baya tel) bağlamıştı. ağacın altında da bir sedir. ne zevkliydi o sedir.

    bir gün yatarken yine 10 yaşlarındayım ağacın üstünde ıslaklık farkettim. ağacın ağladığını sandım. sarıldım, öptüm. ellerimle teli gevşetmeye çalıştım olmadı. içeri koşup dedemin kerpetenini kapıp teli kestim.

    "kurtuldun" dedim ağaca.

    sonra da sıkı bir dayak yedim. babannem yalvarmalarım üstüne ağaca ip olan bir çamaşır serme nanesi bağladı. ama iyi dayak yedim.

    konu dağılmasın. en son adidas da ben bıraktım özenmeyi. çünkü ona sahip olmaktan daha önemlisi sahip olmak için neden vazgeçeceğimi farketmemdi.

    marka sevdam o gün bugün dür yok. hiç çenılım olsun istemedim, bu yüzden naylon sattım pazarda. eskortluktan hem daha hijyenikti hem de daha empatik. ben sevmeden sevişemem. keşke kimse sevişmese sevmeden.

    sevince güzel sevişmek, eşit olunca güzel hayat.

    ve herkes acı yaşamalı... eksiksiz olmalı bence.

    edit: hüzünlenme güzel kardeşim. ben hepsini gülümseyerek anıyorum. o günlerden geriye ne babannem kaldı, ne dedem, ne o ev, ne o sedir, ne de o dut ağacı, ağacımın üstüne bile beton döktüler. o günlerden kalan tek şey hala adidas'ın var olması. fakirlik ölmez, adidas da, biz ölürüz.

    kıymetini bilin.