eskişehir

  • doğup büyüdüğüm yeri bahçelievlerdir. küçükken gerçekten de bütün evler bahçeli ve müstakildi. istanbul sokak'ta, plevne sokak'ta, billur sokak'ta herkes birbirini tanırdı. sokakta yürüdüğünüz zaman hanımellerinin kokusunu duyar ve benim yaşlarımdaki hemen her çocuğun yaptığı gibi içindeki özünü çıkarıp ağzınıza atardınız. o tadı hala duyarım.

    çocukken evimizin karşısındaki dut ağacının tepesine tahtaları çivilerle çakıp annelerimizden çaldığımız eşyalarımızla kendi yaşam alanımızı yapmıştık, bir nevi amatör bungalov diyebilirsiniz.*annelerimizin "in şuradan, bak terliği fırlatacağım, babanı arıyorum bak!" laflarına sadece gülerdik, bazen de gerçekten korkup inerdik.

    akşam olduktan sonra mahallenin abileri ablaları da bize katılır ve 10-15 kişi toplu saklambaç oynardık. (toplu saklambaçta bir kişi topa vurur, ebe olan kişi topu alır ve geri geri gelerek topu vurulan yere bırakır, saklananları bulmaya çalışırdı.) e tabi evler bahçeli olup oynayan da çok olunca haliyle saklananları bulmak da oldukça meşakkatli hale gelirdi. rastgele bir evin bahçesine atlar; vişne, kiraz, dut, elma vs. ağaçlarından hangisi denk gelirse tepesine çıkar bir taraftan ebeye ıslık çalıp kıkırdaşır bir taraftan da meyvelerimizi yerdik.

    tasolarla ilk orada tanıştım, bugs bunnyli tasolar. onlardan sonra çıkan pokemonlu tasolarla da çok oynadım ama ilkler her zaman güzel olduğundan mıdır nedir, o tadı pek alamadım. cipsler şeritlere sıra sıra dizili satıldığından "yok baştan üçüncüde çıkıyor, ben şundan aldım çıkmadı, altındakinde kesin vardır gibi istatistikler geliştirdiğimiz baya oldu." çok tasom olmuştu, annem daha sonra vermiştir birilerine. şu an küçüklükten tasosu, misketi olan arkadaşları çok kıskanıyorum, koleksiyonluk değil fakat o güzel çocukluğun güzel hatıralarını elinde tutmanın zevki sanırım paha biçilemez.

    en olmazsa olmazımız mahalle maçlarıydı. maçları ya namık kemal ilköğretim okulu'nun bahçesinde ya da sokakta taştan kalelerle yapardık. iyi top bulmak da zor olurdu tabi, genelde o zamanların modası üç katlı toplarla oynardık. ben istanbul sokak'tan plevne sokak'a taşınınca plevne sokak'ta oynamaya başlamıştım. ilk taşınmalar çocuklarda büyük etki yapıyor, her ne kadar sadece sokak değiştirse de... "ben eski mahallemde oynucam, sizden olayım nolur, ühüüü" dediğimde "artık sen bizim mahallede değilsin!" cevabı almıştım. *

    orhan oğuz lisesi'nin yan tarafı bomboş büyük bir araziydi. mini lunapark kurulurdu, mini derken gerçekten mini, üç beş tane alet kurulurdu. oraya gidip atlı karınca'ya binmek, büyük salıncağa binmek inanılmaz mutluluktu. küçük olunca büyük insanlar gerçekten de dev gibi görünürdü, bir tane abiyi görüp "ben de senin kadar olacak mıyım?" dediğimi anımsıyorum. o da "hahahah sevdim seni sarı, biri sataşırsa beni bul!" demişti. sataşan çok oldu ama o abiyi hiç bulmadım. *

    kafamızı gökyüzüne doğru her çevirişimizde uçurtma görürdük, kesin bir yerlerde birileri uçurtmasını uçururdu. "aaa uçurtma uçuruyorlar, aaa bak, koşunca benle beraber geliyor" diye eğlenirdik. aynı gelme muhabbetini geceleri ay için de yapmışlığımız vardı. arkadaşımla ters istikametlere koşup ikimiz de ay'ın kendimizle geldiğini iddia ederdik. uçurtma konusunda aşmıştık, kağıttan uçurtma yapardık. teyzem yapmayı nereden onun yaptığı kağıt uçurtmayı bir defa çıtalı uçurtmalar kadar yükseğe uçurmuştum, nato yolunun tam kenarında. ama kimseyi uçurduğuma inandıramamıştım, keşke yanımda bir tane arkadaşım olsaydı. *

    bisikletlere de deli gibi binerdik, şimdi adını hatırlamasam da 7-8 kişi baya uzaktaki bir baraj gölüne gitmiştik. baraj gölü de askeriyeye aitmiş, gölü tepeden gördüğümüzde ya gerçekten ya da birinin kuyuya taş atması yüzünden silah sesi muuhabbeti dönmüştü. bir ses "bizi öldürecekleeeer, kaçalııım" diyince bisikletlere sanki formula 1 motoru takmış gibi kaçmıştık. tabi bela çekmem lazım başıma, yokuş aşağı kaçarken frenim patlayınca duvara toslayıp ancak durabilmiştim.

    benim hatırladığım ilk, türkiye'nin son sokağa çıkmalı nüfus sayımı da bu döneme tekabül etmişti. yunus emre kampüsünün olduğu ana yolda, (nato yolu) o zamanlar üst geçit de vardı kavşak henüz yapılmamıştı, bisiklet sürüp futbol maçı yapmıştık.

    her sabah sokaktan "simiyuveee, haydiyueee" diye geçen simitçilerden aldığımız sıcak simitleri çok özlüyorum. biz de iki arkadaş simit satmaya çalışmıştık ama ikimiz de bağırmaya utandığımızdan satamamıştık. satamadığımız simitlerin hepsini eve gidince paralarını verip babam almıştı, zaten sermaye de babamdandı. *

    şu an bizim ev dahil her evi müteahhitler iki üç daire karşılığında aldı, apartman dikti. bugün oralarda ne bahçeli evler var ne de bahçelerdeki meyve ağaçları. sadece ilk başta bahsettiğim dut ağacı ve onun yanındaki ev duruyor. orada da oturan yok. her gittiğimde arabamı dut ağacının yanına çekerim. merak ediyorum, çocukluğumun son hatırası o dut ağacı da ne zaman gidecek.