demokrasi

  • 8 kasım 2016 abd başkanlık seçimleri vesilesiyle, 21.yy'da demokrasi hakkında biraz atıp tutacağım (yukardaki başlığın şu ve şu entrylerindeki fikirlerin açılımı bu. daha rahat okumak isteyenler için orjinali burada ve medium klonu surada)

    seçim yüzdeleri veya trump’ın karakteri gibi şeyler ilgimi çekmiyor, size başka şeylerden bahsedeyim. mesela jeremy benthamdan…

    bentham bir filozof, faydacılık akımının kurucusu. bir karar verirken, en fazla insana en fazla net yararı gözetmemiz gerektiğini söylüyor. bu hesabı yaparken faydanın başlangıç zamanı, süresi, büyüklüğü, kesinliği gibi kıstasları düşünmek önemli.

    şimdi farzedin amerikan vatandaşısınız, oy kullanacaksınız. ideal olarak benthamcı bir hesapla konuları öncelik sırasına dizer, adayların bu konulardaki vaatlerine bakarsınız. ama bu yetmez, o vaatleri gerçekleştirme ihtimallerini de düşünmek gerek.

    örnek: bence küresel ısınma çok mühim (en fazla insana en fazla etki), hillary’nin de bilimsel konsensüse yakın olması iyi. fakat hillary seçilse bile kongreden bu konuda destek görmesi zor, siyasi kredisini de bu meseleye harcamaz, o yüzden bu konuda pozitif bir katkısı olmayacak. trump ise bir sorun olduğunu bile kabul etmiyor. muhtemelen federal hükümetin yenilenebilir enerji yardımlarını kesecektir, buna da gücü yeter. yani negatif bir katkısı olacak. bunların içler dışlar çarpımını yaptık mı, hillary’e +5 yazıp, sıradaki konuya geçiyoruz.

    peki gerçekte olan ne? kimse “genel net fayda” hesabı yapmıyor, onun yerine kendini düşünüyor. mesela küreselleşme yüzünden işini kaybetmiş birine, serbest ticaretin abd için net fayda getirdiğini anlatmanın manası yok. siz ister miydiniz, ülkenin öbür ucunda iki tane iş yaratılacak diye kendi işinizi kaybetmeyi?

    (belki buna “evet” diyecek idealistler çıkar ama 21. yüzyıl ticaretine daha uygun olan senaryo şu: ülkenin öbür ucundaki zengin bir işveren, outsourcing sayesinde 100 bin dolar daha çok kar edecek ve bir ihtimal parasını isviçreye kaçırmak yerine burada harcayacak, başkaları da bundan nemalanacak diye, siz 50 bin dolarlık işinizi kayetmeyi ister miydiniz? buna kimse evet demez).

    benmerkezcilik, sadece tek bir konudaki tahlili bozmuyor, konular arası öncelik sırasını da bozuyor. mesela başta bahsettiğim küresel ısınma kimsenin önceliği değil. olmayacak da. çünkü insan yapı itibariyle, uzun vadeye yayılmış risk hesabı yapmasını beceremiyor. bunun loss aversion ile alakası var, yani kayıplara, kazançlara olduğumuzdan daha hassas olmamızla. küresel ısınmayla mücadele diye 50 dolar vergi vereceksem, bu vergiyi %100 kayıp olarak görürüm. ama bu vergi sayesinde, belki uzun vadede 50 milyon dolar kazançlı çıkacağım. terazimizde %100 kesinlikteki 50 dolarlık kayıp, %10 kesinlikteki 50 milyon dolarlık kazançtan daha ağır basıyor.

    ***

    ikinci sorun, global çaptaki sorunları halledecek bir oyun teorisi anlayışımız yok. şu senaryoyu düşünün:

    “hadi ben karbon vergisini koydum, atmosfere daha az karbon salıyorum. bunun maliyeti eninde sonunda üreticime yansıyacak. o da global piyasada çinli üreticiyle rekabet halinde. fakat çin’in karbon vergisi koyacağı ne malum? sözde koyar ama uygulamaz, üreticisinin maliyetini düşük tutmaya devam eder. olan benim dış ticaret açığıma olur. hadi diyelim çin dürüst davrandı ama araya hindistan girecek, brezilya girecek. biri mutlaka hile yapacak ve diğerleri de tek enayi olarak kalmamak için kısa sürede hileye dönecekler, tüm sistem çökecek. öyleyse biz baştan girmeyelim bu işe”.

    kimsenin salınımlarını düşürmediği bu son senaryo, olabilecek en kötü sonuç. en iyi sonuç, tabii ki herkesin dürüst davrandığı senaryo. ve birilerinin dürüst davranıp salınımları düşürdüğü, diğerlerinin hile yaptığı senaryo ise ortanca. fakat bizim oyun teorisi anlayışımız, “enayi olmamaya” gereğinden fazla değer atadığından, sistemin denge noktası ortanca senaryo değil en kötü senaryo olacak.

    halbuki asıl enayilik atmosfere alabildiğine karbon salmak. hepimiz aynı gemideyiz, su aldığımız için batıyoruz, ama sen kovayla suyu boşaltmak yerine yan gelip yattığın için, sana kızıp ben de kovayı bir kenara atıyorum, hepimiz mal mal suyu seyretmeye başlıyoruz. eğer karıncalar gibi evrilseydik veya gezegeni aydınlanmış bir despot yönetiyor olsaydı, bu sorunu yaşamazdık (başka sorunlarımız olurdu, mesela bir despot tarafından karınca gibi ezilmek gibi).

    ***

    bunu uzun uzun anlattım, çünkü aynı temel hatalar, her alanda karşımıza çıkıyor. küreselleşmenin kaybedeni olan ama derdini anlatacak birini bulamayan mavi yakalı elemanı tekrar düşünün. trump’ın ona mesajı neydi: “fabrikanı buraya geri getireceğim, senin vergilerini düşüreceğim ve çin ithal mallarına vergi koyacağım, hillary’nin sevdiği o serbest ticaret anlaşmasını da yakacağım” (trans pacific partnership’ten, şu mikkemmel ekonomi sunumun en sonunda bahsetmiştik).

    bir sürü insanın duymak istediği bu. fakat kimse ne bir ticaret savaşından endişeleniyor ne de düşen vergilerin yaratacağı açıktan. rakibimin bugün artan vergisi ve benim bugün düşecek vergim, yarın olacaklardan daha önemli. bu örnek, psikolojik açıdan küresel ısınmadan da daha kötü, çünkü belirsizlik daha bile az. yani belki ticaret savaşı olmaz ama açık %100 artacak, kaçısı yok. ona rağmen yeterince önemsemiyoruz.

    ***

    son kısmı biraz açayım, yani amerikan popülizminin temel direği olan vergi konusunu. türk siyaseti açısından garip gelebilir, kimse vergilerin düşebileceğini hayal edemediğinden. hoş zaten düşse bile dünya kadar dolaylı vergi var, onlara yenilerini eklerler. ama abd’de vergi konusu seçimlerde bol bol konuşulur. bu konuda esneklikleri var çünkü vergileri kıssalar bile, bütçe ne kadar açık verirse versin, federal hükümet ucuza borç bulabiliyor. dolar basma yetkisi olan adama borç para vermez misin?

    bu esneklik tabii sorumsuz politikaları beraberinde getirdi. reagan döneminden beri (m.ö. 200), amerikan sağında şöyle bir dogma var: zenginlere vergi indirimi ekonomiyi canlandırır, çünkü bu insanlar o ekstra parayla daha fazla iş yaratacak akıllı yatırımlar yaparlar (bu dogmanın dile getirilmeyen “corollary”si: fakirler parayı ne yapacaklarını bilmez, çarçur ederler)

    reagan buna “supply-side economics” demişti (önce kaynak artıyor, millet da ona talep buluyor), fakat bugün kimse bu terimi ciddi ciddi kullanmaz, onun yerine, eleştiri mahiyetinde “trickle down economics” denir (yukardan aşağı doğru damla damla akan). bu dogma yüzünden, bush dönemindeki ekonomik durgunluğa ve iki yeni işgalin faturalarına cevap olarak, en zengin kısmın vergileri düşürüldü ve bütçe açığı patladı. obama dönemi hep bunun ve finansal krize cevap olan stimulus paketinin (onun da üçte ikisi vergi indiriminden oluşuyordu) faturalarını ödemekle geçti.

    bu patlak öyle kolay düzeltilemiyor çünkü bütçeyi başkan değil, kongre hazırlar ve daha önemlisi, kongre bu bütçenin %70'ine dokunamaz. bu kısımda kanunen belirlenmiş zorunlu harcamalar var (sosyal güvenlik, eski borçların faizi, vs). her sene kongrenin atadığı ve başkanın onayladığı fonlar, bütçenin sadece %30'u. dokunabildikleri o kısmın da yarısından fazlası (%57) askeriyeye gidiyor. kaldı sana toplam bütçenin %14'lük bir dilimi. tüm bakanlıklar, nasa dahil tüm bilim araştırmaları, fakirlere yemek fişleri, uluslararası yardım, üniversite bursları filan hep bu ufak dilimdeler.

    insanlar bu basit gerçekleri unuttuklarından, trump dahil sağ cenahın ekonomik stratejisi ciddi ciddi şu:

    “askeri harcamaları arttıracağım ve eşi benzeri görülmemiş bir vergi indirimi yapacağım. bunun sonunda öyle bir ekonomik gelişim olacak ki, yeni gelen vergiler sayesinde hem bu yeni yarattığımız açığı, hem de obama-bush dönemlerinde devam eden eski açığı kapatacağız”.

    bunun ne kadar fantezi olduğunu anlamak için ekonomi profesörü olmaya gerek yok. en iyi şartlarda bile, abd gibi olgun ekonomiler hızlı büyüyemezler. zaten sivil hükümet harcamalarını bir noktanın altına çektiğin zaman, büyümeye non-lineer bir şekilde ket vurmaya başlıyorsun. tüm bağımsız analizler, açığın iyice patlayacağını gösteriyor. daha da kötüsü, bu kesintiler adil değil, uzun vadede zengin-fakir ayrımını arttıracaklar.

    hah, şimdi buradan dönelim konumuza: ister mavi yakalı olsun, ister beyaz yakalı, insanlar bu uzun vade etkileri tamamen es geçmeye meyilliler. bentham’ın yaptığı gibi bir “genel” fayda analizinden de bahsetmiyorum, insanlar hem genele hem de kendi sınıf çıkarlarına da aykırı hareket ediyorlar.

    marx şu tabloyu görse ne düşünürdü merak ediyorum:
    -ülkenin beşte birinin net birikimi negatif,
    -üretkenlik artmasına rağmen orta sınıfın reel geliri 1970'lerden beri sabit,
    -en tepedeki %1 ise her şeyin %40'ına sahip,
    -2009 krizi sonrası toparlanan ekonominin getirilerinin %95'i bu %1'e gitmiş,
    -bütçe açığı rekor seviyede,

    ve bu haldeyken, tek bir kanıt sunmaya teşebbüs etmeden, “dostum sorunumuz ne biliyor musun, zenginler yeterince zengin değil, onların vergilerini azaltırsak ekonomi herkes için çok iyi olacak” diyen babadan zengin bir dolar milyarderi seçim kazanıyor.

    ***

    asıl derdim trump’a giydirmek veya abd için en doğru politikaları bulmak değil. nihayetinde onların hükümetinde uzman olarak çalışmıyoruz (benim bordro mossad’da). asıl derdim, akılcılığın tamamen dışlanması. insan zaten yapı itibariyle irrasyonel, bunun üstüne sürecin kendisi de kimseyi en ufak bir getiri götürü hesabına zorlamıyor.

    bakın, adaylar 1.5 sene boyunca her gün tv’deydiler ve tüm yaygaranın neredeyse hepsi, trump’ın hakaretlerine, taciz iddialarına, clinton’ın emaillerine ve vakıf hesaplarına ayrılmıştı. bunlar önemsiz şeyler değiller ama 18 trilyon dolarlık bir ekonominin temel stratejileri kadar, yahut dünyanın en çok makale yayınlanan ülkesindeki bilimsel araştırmalara yapılan federal yardımın kesilmesi kadar, yahut kendisinden sonraki 10 askeriye kadar para harcayan bir askeri devin bütçesinin daha da arttırılması kadar önemli değiller. dünyanın en büyük iki karbon üreticisi ülkenin, zar zor bir araya gelip yaptığı paris antlaşmasından çekilmek kadar önemli değiller. onların yüzde biri kadar bile etkileri olmayan bu konulara yüz kat fazla medya vaktinin ayrılmasını bir sorun olarak bile görmüyor insanlar.

    (bu yüzden “korkma, vaatlerin çoğundan geri döner, obama döneminde ne değişti ki” gibi avunmalar, konuyu ıskalıyorlar. ayrıca bu tespiti de yanlış buluyorum. elbette vaatler, sonradan dönülmek için verilirler ve trump’ın kendisi de cem uzan benzeri ideolojisiz biri. ama kıyası doğru yapmak lazım: obama döneminde başkanlık demokratlarda, senato ve yüksek yargı ortada, alt meclis de cumhuriyetçilerde olduğundan pek bir değişim olmadı. trump döneminde ise hepsi cumhuriyetçilerde olacak. vaatlerin bir kısmı da öyle “herkese iki anahtar” ayarında, kimsenin hesabını sormayacağı şeyler değil, arkasında büyük lobiler ve ideolojik olarak buna inanmış gruplar var, takip edeni olacaktır)

    düzgün bir sistemde, adaylar önemli konulardaki planlarını daha önseçim safhasında netleştirirlerdi. oysa mevcut durumda bu bir stratejik hata olarak görülüyor. yanlış argümanlarla bile değil, hiç bir argüman üretmeden ve dolayısıyla hiç kanıt göstermeden, 1.5 senelik bir süreci ve sayısız naklen münazarayı tamamlayabiliyorlar. tekrar edeyim: yanlış bile değiller. tüm sistem, hissiyat yaratma üstüne kurulu.

    ***

    seçimin bence kazananlarından olan “big data scientist”lerin (anket yapan değil de anketleri analiz edip tahmin modelleri oluşturan) en ünlüsü nate silver’ın güzel bir yazısı vardı. eğer seçmenin sadece %1'i trump yerine hillary’e oy verseydi (anketlerin hata payının içinde bir değişim), bugün abd halkına dair seçim yorumları bambaşka olacaktı. yani medyanın büyütecinden ve borazanından geçerek katbekat dramatikleşen yorumlar, ülkeyi gerçekte olduğundan büyük bir değişim geçiriyormuş gibi gösteriyor.

    dolayısıyla, şikayet ettiğim şeyler obama döneminde de vardı, trump’tan sonra da olacak. bir kere temelimiz değişmiyor. yani milyonlarca yıllık psikolojik mirasımız, hatalara meyilli. bunun üstüne modern hayatın getirdikleri, bu handikaplarımızı derinleştirecek nitelikteler. bu etkiyi katman katman düşünmekte fayda var:

    medya çok sansasyonel” diyoruz mesela. peki tüm medya patronlarını sihirli bir düğmeye basıp kovsak, yerine idealist gençleri yerleştirsek, 5 sene içinde hangi noktada olacağız? temelde devlet yardımına değil de bağışlara ve reklam gelirine bağlı bir medya sektörü varsa, asıl amaç hep daha çok rating olacak. bunun da en etkin yolu psikolojik handikaplarımızı istismar etmek. zamanla gerçekler yerine gerçek olmasını istediklerimiz üstünden yayın yapacak, argümanlara odaklanmak yerine hissiyat yaratmaya odaklanacaklar. bunu bir medya şirketi yapmazsa, diğeri yapacak, sonunda tüm sistem bozulacak (baştaki oyun teorisi muhabbeti).

    şimdi bunu, katıksız bir ifade özgürlüğüyle birleştirin. yani istediğim yalanı uydurabilirim ve çok nadir durumlar dışında hiç bir hukuki bedel ödemem. daha sonra bu katmanın üstüne, ınternet’i ve özellikle dinamik sosyal medya algoritmalarını getirin (beğendiğim haberleri seçtikçe, google veya facebook bana o tip haberleri gösteriyor, farkında olmadan kendimi bir alternatif gerçekliğe hapsetmiş oluyorum).

    yetmez ama evet, devam ediyoruz: bunun üstüne citizens united gibi bir mahkeme kararı getirin. yani seçim kampanyalarına sınırsız bağış yapmak ve anonim kalmak mümkün. mevcut sisteme giren parayı bu şekilde arttırmak, yalpalayarak giden bir motorsikletin önüne bolca yağ döküp gaza basmak gibi. (“aslında gaza basınca ileri yöndeki momentum arttığından, motora etki eden yan güçler azala”…dan!…evet, nerde kalmıştık?).

    tüm bunların karşısında tek denge unsuru olan bilimsel/kritik düşünce, zaten insana doğal gelen bir şey değil, üstüne okullarda bile okutulmuyor. gönüllü öğrenirseniz öğrenirsiniz. yani evrimsel handikaplarımızla doğal bir ittifak kuran modern etkilere karşı kritik düşünceyle savaşmaya çalışmak, 1 milyon persli savaşçıyı 300 kişiyle durdurmaya çalışmaya benziyor (“ama o 300 kişi hakkaten 1 milyonu durdurdu thermopy”…dan!)

    biz, sürekli ilerlemeyi garanti sanıyoruz, teknolojik ilerlemeyi sosyal ilerlemeyle sık sık karıştırdığımız için. ama ilerlemek bir doğa kanunu değil. insanlık geriye de gidebilir. biz şu anda bırak cehaleti azaltmayı, onunla açık açık övünme safhasındayız. “valla onu bunu bilmem, beni ilgilendiren tek şey…” safhasındayız. en basit bilimsel düşünce girişimini bile elitizm ile eş tutma safhasındayız.

    ***

    “everyone is entitled to his own opinion, but not his own facts”?—?moynihan

    (“herkesin kendi fikirlerine hakkı vardır, herkesin bir popisi vardır, ama herkesin kendi gerçeklerine sahip olma hakkı yoktur”)

    kötümserim çünkü daha şimdiden içimizdeki neandertal’in üstüne geçirdiğimiz aydınlanma kıyafeti bol geliyor. hem de ironik olarak, o aydınlanmanın getirdiği teknolojiler yardımıyla: 5–10 sene içinde, ileri yapay zekanın bizim için özel seçtiği -hatta belki bize özel yazdığı- haberlerin vr lenslerimize 7/24 ulaştığı bir dünya’da, herkes kendi ufak evreni içine hapsolacak…bir zamanlar insanların ortak bir gerçeklik paydasında buluşmak için, en azından göstermelik de olsa çaba harcadıklarını hayal meyal hatırlayarak. ve bu rejime hala demokrasi diyecekler.