bir kadın için paris'e kadar gidip ekilen adam

  • en asil duyguların loser'ı ödülünü huzurlarınızda kendisine takdim etmek istediğim bir arkadaşım. müsadenizle mikrofonu kendisine bırakıyorum.

    lisede aynı sınıftaydık. çok fırlama bir kızdı. okulun en 'rahat' kızlarından biri olarak görülürdü ama şimdi düşünüyorum da aslında kimseyle çıktığını ya da birşey yaşadığını görmemiştim. ben de dahil erkekler arasında 'rahat' imajına sahip olmasının sebebi muhtemelen kelimenin gerçek anlamıyla rahat, açık, dışa dönük bir insan olmasından kaynaklanıyordu. örneğin çok kahkaha atardı. oturup kalkarken dikkat etmezdi. eteğinin açılıp açılmadığını bilmezmiş, umursamazmış gibi davranırdı. bacağını bir kaç saniye gösterdikten sonra eteğini çekiştirmezdi. mesela çok rahat dokunurdu insanlara. dokunduğu insanın kız mı, erkek mi, öğretmen mi, hademe mi olduğunun bir önemi yoktu. dokunmatikti. ve muhtemelen, dokunduğu ergen erkeklerde uyandırdığı duygulardı onu 'rahat' görmemizin asıl sebebi. onun hedefi bu muydu gerçekten bilmiyorum. bildiğim tek şey, bana dokumuyordu asla. bana mesafeliydi. hatta benim varlığımı farkettiği anlarda eteğini bile çekip bacaklarını örtüyordu. sanki, başkasının görmesinin hiçbir önemi yokmuş da, bir tek ben görmemeliymişim gibi. çilli yanakları kızarıyordu ona baktığımda. salaklaşıyordu.

    hiçbir zaman 'resmi' olarak çıkmadık, asla official sevgilim değildi. büyük bir ihtimalle en yakın arkadaşına bile anlatmamıştı aramızda yaşananları. zaten en yakın arkadaşı var mıydı, ondan da emin değilim. kamusal alanda hep belli bir mesafede dururduk, yanıma sokulmazdı, laf atmazdı, şaka yapmazdı ama mavi gözlerini üzerimde hissederdim. aramızda yaşananlardan hissettiği suçluluğa bağlardım bunu hep. yani o da istiyordu onları ve istediği için yaşıyordu, zaten o böyle bir kızdı, rahattı, zaten ilk adımı o atmıştı, rahat olmasa neden atsındı, neden daha sonra durdurmasın, uzaklaştırmasın, hayır demesindi? bir tek, başka erkeklere bu kadar rahat dokunabildiği, sokulabildiği, sarılabildiği halde bana neden asla öyle davranmadığını çözememiştim. kalabalıklar içinde olabildiğimiz kadar uzak, yalnız kaldığımızda ise olabildiğimiz kadar yakındık. birlikte keşfetmiş, birlikte öğrenmiş, birbirimizin öğretmeni olmuştuk.

    büyük bir olaya karıştım. o okuldan ve o şehirden ayrıldım. binlerce kilometre uzağa gittim. cep telefonunu hayal bile edemediğimiz, internetin i'sinin ortalıkta görünmediği yıllar. taanus'ların, koca götlü tempra'ların, doğan'ların, şahin'lerin altın yılları. uzaktaki sevdiklerimizden haber almak ve seslerini duyabilmek için elimizin altındaki tek imkan jetonlu bir telefon kulübesiydi. ve jeton pahalıydı, kıymetliydi. gerçi sağlam bir diz-yumruk kombinasyonuyla çözülebilen bir problemdi jetonun aşırı pahalı bir tüketim maddesi olması sorunsalı. asıl sorun ise, ulaşılması, haber alınması gereken 'sevdiklerim' listesinde mavi gözlü, çilli bir kızın olmamasıydı. aramadım hiç. arasam da bulamayacakmışım zaten, sonradan öğrendim.

    yıllar sonra, facebook'tan bir friend request bildirimi geldi. isim tanıdık gibiydi ama çıkaramamıştım, profil fotoğrafını açtım, kocaman bir kahkaha. arkasında flu paris manzarasıyla, kafasını hafif geriye doğru atmış, gerek fotoğrafın açısı, gerekse devasa güneş gözlüğü sebebiyle yüzü çok net seçilemeyen, sarışın, kıvırcık saçlı (not: rastalı mı deniyor bilmiyorum, kalın kıvırcık diye tabir edebiliyorum en fazla) bir kadın.

    kabul ettim daveti ve hemen fotoğraf albümüne girdim. önüme çıkan ilk fotoğraf istanbul boğazında çekilmişti. bir köpeği seviyordu ve yine gülüyordu. çilli yanakları ve mavi gözleri görür görmez tanıdım. oydu. ikinci fotoğrafa geçemeden mesaj geldi.

    -tanıyabildinmi:)))) (iç ses: soru eki olan mi'yi ayırmamış, soru işareti koymamış ve tabii ki kahkasını da alıp öyle gelmişti. zaten türkçe dersi hep zayıftı)
    +tanıdım tabii ki
    -yalancı:))hala aynısın:))(iç ses: iltifat ediyo hehe)
    +yok ya kilo aldım baya. saçlara aklar düştü falan
    -onu demiyom be salak:)) mesafe kasıyosun hala:)
    +nerden çıkarttın şimdi bunu? (iç ses: ulan noluyo ya salak malak???)
    -insan bi gülücük yapar bişi yapar ya:)) sevinmedinmi yoksa beni gördüğüne:)) çok pisliksin sen:))
    +sevindim, sevinmez olur muyum?
    -...
    +facebook bunun için var zaten, eski arkadaşlardan haber alabiliyorsun.
    -eski arkadaş demek:)) yaramazlıkları unutmuşun bakıyorum da:))
    +:)

    o son gülücüğü koymayacaktık beyler:/ ama koymuş bulunduk bi kere ve kapı açıldı. konuştuk da konuştuk. türkiye'yi terk etmiş. bir süre almanya'da, bir süre isviçre'de yaşamış. uzun bir zamandır da paris'teymiş. normal şartlar altında en babayiğit adamı bile yerden yere vuracak olayları bol kepçe gülücükleriyle, bel altı şakalarıyla, vurdumduymazlığı ve umarsızlığıyla süsleyerek anlattı da anlattı. ve bir gün aniden, pat diye dedi ki;

    -üç günlüğüne buraya, yanıma gelsene.

    gülücük koymadan dedi bunu. beni o kadar alıştırmıştı ki gülücüklerine ve öyle bir yerde, öyle bir zamanda, öyle çıplak, öyle gerçek söylemişti ki bunu;

    +peki

    dedim.

    -oleyyy be:)) çok güzel olucak var ya harika olucak, unutamayacaksın :)) dedi.

    günlerce planlar yaptı, fotoğraflar, rotalar, yemek yenecek yerler, oteller. neredeyse her gün aradı. ve ben bunun her dakikasındn keyif aldım. her saniyesinden çok hoşlandım. inanılmaz iyi hissettim kendimi. ve 2500 km civarında yol tepip paris'e gittim. vardığımda heyecanla aradım ve... telefonu kapalıydı. deli dana gibi dolandım, yerlere oturdum, bankların tepesine çıktım, dışarı çıkıp içeri girdim.. saatlerce.. başına bir iş mi geldi, iyi mi, bişey mi oldu, beni mi bulamadı, telefonunu mu çaldırdı, kaza mı yaptı? hiçbir şekilde ulaşamıyordum. derken aklıma facebook'a girmek geldi. girdim ve bingo. hesap silinmişti. sanki hiç yokmuş gibi. ve o an kafama dank etti, facebook hesabı ve beni aradığı telefondan başka onun hakkında hiçbir bilgi yoktu elimde. adresini bilmiyordum. arkadaşlarını tanımıyordum. hiçbirine dikkat etmemiştim, hiçbirini eklememiştim. benden başka arkadaşı olup olmadığını bile hatırlamıyordum. elimde bir adres yoktu. gerçekte nerede yaşadığına dair, bana anlattıkları dışında hiçbir somut bilgi yoktu elimde. paris'te yaşayıp yaşamadığını bile bilmiyordum aslında. gerçeği kabullenme zamanıydı.

    gittim, ucuz, rutubet kokan, salaş ve ucuz bir otel buldum kendime(geceliği 50 euro, kahvaltı yok). günlerce hayalini kurduğum, planlar yaptığım, daha doğrusu başkasının yaptığı planların hayaliyle keyif sürdüğüm şehirde, paris'teydim, dışarıda hayat gürül gürül akıyordu ve benim tek istediğim bir an önce kafamı uyuşturup, rutubet kokan çarşafların üzerinde uyumak, kendimden geçmekti. onu da beceremedim, çünkü yan odada, fransız ulusuna, ingilizlerin aslında ne kadar sevişken bir millet olduğunu göstermeye yemin etmişçesine bağıra bağıra, gerçi yok, ona bağırmak denmez, anıra anıra sevişen bir çift vardı. bu noktada, o duvarı öyle ince tasarlayan fransız mimara seslenmek istiyorum; sizin yapacağınız işe sokayım mösyö. evet aynen böyle, gayet kibar ve adab-ı muaşeret kurallarına riayet etmek suretiyle sokayım. and yes, that was so fucking lovely aksanını s.ktiklerim. eyfel kulesini çalıp yatağa mı sakladınız, noldu? yanlışlıkla falan? ha? hastasınız olum siz. kodumun ruh hastaları. orr.spu çocukları.

    :/