baba

  • ben boşlukta süzülüyorum sanki. öyle amaçsız, öyle mutsuz. rüzgar arkamdan iterse saçlarım yüzümü kapatıyor, önden gelirse gözlerimi kapatıyorum çünkü gözlerim acıyor. boşlukta süzülüyorum sanki ve birileri beni ayaklarımdan tutup aşağı çekmeye çalışırken sadece babam yukarıdan elini uzatıp beni yukarıya çekiyor.

    çünkü bunu sadece babalar yaparlar. çünkü babalar bu dünyada emekli sandığı'na bağlı tek süper kahraman cinsidir.

    eğer günahkar olmasaydım ve tanrı bana cenneti vadetseydi, cenneti kibarca reddedip karşılığında sonsuza kadar babamla büyük bir salkım söğütün gölgesinde yaşamayı tercih ederdim.

  • sanırım kardeşlerim ve ben, baba açısından dünyanın en şanslı insanlarıyız.

    temel ihtiyaçları saymıyorum bile. bugün mutlu olmayı becerebiliyorsak, babamızın bize verdiği özgüven sayesindedir.

    özgüven, güvenle başlar. güven de ailede, babayla başlar.

    babam, hiç bir zaman verdiği sözü tutmamazlık etmemiştir. her zaman desteklemiştir bizi. klişe mi? evet. ama uzun vadede,hayatta faydası olan temel unsurlardan birisi.

    her babanın yaptığı gibi, çocuklarının önceliğini gözetmiştir hep.

    bir akşam pirzola yiyorduk. ben çok açtım ve kendiminkileri hızla bitirmiştim. babam daha yeni başlamıştı. benimkilerin bittiğini görünce, tabağındakileri bana vermiş, "aç değilim pek" demişti.

    çok şaşırmıştım. daha 10-11 yaşındaydım. dünyanın en güzel yemeğiydi ve bir gram tattıktan sonra bana vermişti. hiç olmazsa bir tanesini bitireydi ya?

    "baba olunca anlarsın" denilen anlardan biriydi benim için. aynısını ben yapıyorum çocuklarıma, her seferinde de aklıma o pirzolalar geliyor. onlar da yapacak kendi çocuklarına ve dünya daha iyi bir yer olacak.

    ilkokulda pinokyo bisikletim vardı. komşumuzun oğluna ortadan vitesli polo bisiklet alınmıştı. hayran olmuştum o bisiklete.

    bir akşamüstü, çocuk bisikletiyle önümüzden geçerken "lütfen biraz bineyim, hadi bir tur ver" diye peşinden koşuyordum. çocuk da piç, vermiyor. o sırada babam gelmiş, farketmedim. bizi izlemiş. ertesi gün, maddi imkanları zorlayıp -kimbilir neyden feragat etti-, yepyeni gıcır gıcır polo bisikleti önüme getirdi.

    duygularını göstermeyi sevmez; ağladığını hiç görmedim. bir kez, ablamın düğününde gözü yaşarmıştı sanırım. bir de, ben yatılı okulu kazandığımda, gitmeden bir gece evvel epey içmişti. yatarken çok ağlamış, annem söylemişti yıllar sonra.

    1 sene yatılı okudum ben, hazırlıkta (11 yaşa tekabül ediyor). haftasonları teyzemlere, anneannemlere gidiyordum. ailemi ise 15 tatilde gördüm sadece.

    bir haftasonu, olgunlaşma sürecinin sancılarını çekerken, babam çıktı geldi. nasıl sevindim anlatamam. kongre mi ne artık, bir toplantı için izmir'e gelmiş, efes otelinde kalıyormuş. haftasonu da kalacakmış, beni yanına aldı.

    efes harabelerine tur düzenlenmiş, otobüsle tura katıldık. sonra gece otelde kaldık, aynı yatakta. patrick swayze'nin kuzey güney dizisi vardı tv'de, onu izledik. gündüzki otobüste görevli tur rehberinin komik sesiyle alay ettik güldük biraz, ve uyuduk. sanırım hayatımın en mutlu günlerindendi.

    bana 3 kere tokat attığını hatırlıyorum.

    ilkinde, 5-6 yaşlarımda kola istiyorum diye tutturmuştum. o almamakta inat ettikçe, ben daha çok istedim. sonra birden "gerçekten kola istiyor musun?" dedi. heyecanla evet evet diye atladım. "al sana kola" diye suratıma hafif bir tokat attı. nasıl ağladım, nasıl ağladım.

    sonraki yıllarda, "gerçekten kola istiyor musun?" lafını aramızda bir espri haline getirdik ve bu travmayı böylece atlattım. bir şey için ısrar ettiğimde, "gerçekten kola istiyor musun?" derdi, gülüşürdük. hala da yapar bunu.

    kuzenime yurtdışından bir oyuncak almıştı. daha bir kaç gün vardı amcamlarla görüşmeye, ve oyuncağı kaldırmışlardı paket halinde.

    oyuncağı çok merak ediyordum. buldum ve açtım, 8 yaşın getirdiği heyecanla. nefisti, oynamaya başladım. babam yakaladı ve bir tokat attı. hakkımdan fazlasını almaya çalıştığım içindi bu; çünkü bana da oyuncak getirmişti aslında. komşunun tavuğu komşuya kaz görünmüştü halbuki.

    geçen sene bu olayı anlattığımda hatırlamadı, "eh eh iyi yapmışım, sen de ellemeseydin" dedi. eh, bunca yıl sonra affettim ben de.

    son tokat ise, 9 yaşımdaydı. babamın o zamanlar en büyük eğlencesi, arkadaşlarıyla briç oynamaksa, ikinci en büyük hobisi, bahçeyle uğraşmaktı. ağaçlar dikmiş, biberler sebzeler yetiştiriyor, sofraya taze şeyler getirmenin gururunu yaşıyordu.

    indiana jones filminin gazına gelen bendeniz, babamın diktiği gencecik söğüt ağacından sarkan ince bir dalı çekerek, kendime kırbaç yapma hayaliyle yanıp tutuşuyordum.

    gözüme kestirdim bir dalı, ve çektim. ağacın gövdesi çıt dedi kırıldı. akşam babam gelince vaziyeti anladı ve aylardır büyütmeye çalıştığı söğüt ağacını kıran oğluna tokadı bastı. haksızdı diyemem, de çok acıdı be baba.

    bunu da hatırlattım geçen yıl, hatırlamadı ama kırbaç olayına çok güldü.

    her zaman dürüsttür peder. gereksizce, kendine zarar verircesine dürüst.

    nasihat vermezdi pek bize. sonradan anlıyorsun, aslında adamın tüm hayat tarzı, yaşayışı, olaylara bakışı birer nasihatmış. kelimelere gerek yokmuş, ona bakmamız yetiyormuş.

    bu yaşıma geldim, her geçen gün değerini daha çok anlıyorum. her gün ya konuşur, ya mesajlaşırız.

    çok ince bir espri anlayışı var. biraz bana bulaştıysa ne mutlu.

    küçükken ablamla bana, komik bir hikaye anlatırdı. isimlerimizi hafif değiştirir, örneğin zeynep yerine zehra, mehmet yerine mahmut, ikimizi o hikayenin kahramanı yapardı.

    hikayeye göre, 2 küçük çocuk, tren yolculuğunda bilmedikleri bir şehirde mola veriyorlar. sonra treni kaçırıyorlar ve çocuklar o şehirde bir şekilde yollarını bulup, maceralar yaşayıp, hedeflerine varıyorlar.

    çok hoşumuza giderdi, hep anlattırırdık.

    yıllar sonra anladık ki, meğer kendi başına gelmiş bu olay! 14 yaşında almanya'ya, abisinin yanına giderken belgrad'da mola vermiş tren. istasyona çıkıp bakayım derken, treni kaçırmış ve 1 hafta istasyonda yatmış. sonra bir şekilde para bulup, almanya'ya gitmiş.

    yine biz küçükken, hikmet şimşek'le pazar konseri vardı trt'de. çok sıkılırdık haliyle, izlemek istemezdik. peder de uzanır koltuğa, o konseri izlerken uyuklardı.

    bir gün bizi çağırdı ve koltuğa uzanmamızı söyledi. konser başlamıştı. gözlerinizi kapatın dedi. bir tepedesiniz, çimenler var. aşağıda çok güzel manzara var, hayal edin. klasik müziği sevdirmeye çalışıyordu.

    hiç bir zaman tam manasıyla sevemedim klasik müziği, ama ne zaman rahatlamak istesem, o tepeyi ve manzarayı hayal ederim.

    trompete merak salmıştım bir yaşta. gitti bir yerlerden 2. el trompet aldı, 100 dolar vermiş. doğu alman malı, weltklang.

    3-5 denemeden ve komşu şikayetinden sonra kaldırdım trompeti. hala 100 dolar borcum olduğunu söyler durur.

    5 ayrı ülkede çalışmıştı. çok çalışkandı. gece kaçta yatarsa yatsın, erkenden kalkar, traşını olur işe giderdi. banyodan çıkınca, buharlar gelirdi arkasından hep.
    benim bugün sık sık şikayet ettiğimin aksine, bir gün bile işten şikayet etmemiş, gocunmamıştı. bir gün sordum, en iyisi hangi ülkede çalışmak? güldü. en iyisi hiç çalışmamak dedi.

    bizi hiç bir şeyden mahrum bırakmamaya çalıştı. aynı zamanda, zengin falan olmamasına rağmen çevresine hep yardım etti.

    biz çocuklarını hiç ayırmadı, ayırmaz. hepimizin ihtiyaçlarını bilir, ona göre muamele eder.

    düşünüyorum da, ben başka biri olmayı isteyebilirdim, ama babamın başka biri olmasını asla istemezdim. onun olduğunun yarısı kadar baba olabileyim yeter bana.

    bize hayat verdi, sonra içini güzel anılarla doldurdu. başka ne ister ki insan?