bütün kariyeri bir kenara bırakıp köye yerleşmek

  • yav köye yerleştim dediğiniz yer bodrumun datçanın köyceğizin köylerine göçtünüz. hiç elağızın köyü ne bileyim malatyanın köyüne yerleşmediniz istanbuldan gelip. işiniz gücünüz şov valla.

  • götünüze plaj şemsiyesi girer bir de açılır öyle bir eylem olur arkadaşlar. hiiç boşuna ıslak fantezi kurmayın. ha abiniz ablanız vardır, zaten az çok kurulu bir düzen vardır gider sermaye koyup işi büyütmeye falan kalkarsınız belki olur ama diğer türlü sıfırdan bi bok olmaz maalesef.

    geçen sene abimden örnek vereyim:

    yaklaşık 130 dönüm sulak olmayan tarlaya arpa buğday ekti. tarlaları sürüp ekime hazır hale getirmek için 10 bin liralık mazot yakmıştır sanırım. sırf tohumluk 30 bin lira arpa-buğday harcadı. sonra kuraklık oldu tarlaların çoğuna biçer sokmadı. soktuğu bir tarladan 6 bin liralık ekin çıktı zaten 1000 lirasını da biçere verdi :)

    sulak olan yaklaşık 20 dönüm tarlaya barbunya ekti. 6500 lira tohum parası, min. 10 bin lira sulamak için mazot parası. (tarlada kendi kuyusu var, traktörün kuyruk mili ile suyu çıkartıyorsun) 3-4 bin lira ot ilacı parası. toplamda 20 bin lira masraf ama bir haftada esen aşırı sıcak rüzgar nedeniyle bütün çiçekler yandı.

    özetle inekler için saman üretemedi, yem üretemedi bütün kış onlar cepten yiyecek vs. 1 yıllık götüne kaçan para nerden baksan 100 bin lira

    bir de bu işler uzaktan göründüğü gibi zevkli değil arkadaşlar. o hayvanların bokuna bir girip ahırı bi temizleyin ya da tarlada güneşin altında 2 gün bir çalışın valla plaza, sodexo diye sürüne sürüne şehre dönersiniz.

  • * tavuk suyuna çorba tarzı kitapları yavaşça yere bırak.
    * sert kırılmaları kutsayan kişisel gelişim kitaplarının yazarları, özel güvenlikli sitede oturuyor, bunu bil
    * "biz çok mutluyuz, n'aber orospu çocukları" temalı sosyal medya paylaşımlarına temkinli yaklaş.
    * hayatın normal akışında, dana koyun tavuk ekin ağaç vs.. emek vermeden yemek vermiyor aslanım. emek verecek göt+ zaman var mı, iyi analiz et.
    * köylü dediğin kitle saf, bilge ve iyilikten yıkılan bi kitle değil, çoğu kolpanın yavşağın önde gideni, bunu idrak et.

    bu datayla köye mi yerleşiyorsun, bilgecilik mi oynuyorsun, takıl artık kafana göre.

    edit: bi de şu "bütün kariyer" ile neyi kastettiğinizi açıklayın bi zahmet. benim gibilerin aklına bayer baş kimyageri, lenovo yüksek mühendisi, facebook tasarım müdürü gibi şeyler geliyor. bankada, vergi dairesinde, öğretmenlikte bırakılmaya değecek bi "bütün kariyer" sıfatı yok zira.

    "zira? zira nedir yauv"

  • köylünün eğitimine iyi bakın derim.
    köylü, sandığıız kadar masum-saf ve iyi niyetli değil.

    istisnalar kaideyi bozmamakla birlikte, ortalama bir köylü; dedikoducu, dogma, cahil, arkandan iş çeviren, seni dışlayan, çıkarcı, seviyesizdir.

    aklınıza hayalinize bile gelmeyen katı kuralları vardır, ve değil sorgulanması, üzerinde konuşulmasına bile izin vermez, hatta sizin can düşmanınız kesilir. bir anda tüm köyü karşınızda bulabilirsiniz. filmlerdeki gibi değil gerçek hayat.

    yüzünüze güler, arkanızdan kuyunuzu bile kazabilir.
    verimli, ve bilimsel yöntemlerlle ürettiğiniz ürününüze ve dolayısıyla tarlanıza/bahçenize zarar verebilir. nedeni sadece kıskançlık bile olabilir.
    yoldan geçerken gördüğü karpuzları/domatesli koparmak için dikenli tellerle çevrili bahçenizi adeta talan bile edebilir
    bir gün damla sulama sisteminizi yakılmış halde bulabilirsiniz, yakılı sigarayı atmışlardır derler geçerler, suçlayacak adam bile bulamazsınız
    haa şansınız buldunuz, aklınıza hayalinize gelmeyen davalar ile uğraşmak durumunda kalabilirsiniz...

    sizin tüm hevesinizin içine sıçabilir.
    hatta bunları, "memleketlim" dediğiniz kendi köylünüz bile yapabilir.

    yapmıştır da...hepsi bizzat yaşanmıştır.

    ortamın, sürekli bir pislik, kötü koku, engebeli yollar, hiç olmayan ya da * 2mbps hızında internet, olağan kabul edlen elektrik su kesintileri, dalgalı akımdan bozulan buzdolabı klima derin dondurucu gibi şeylere daha geçmedim bile.

    köy yaşamını kafanıza o kadar da büyütmeyin.

    ha bir çiftlik kurayım, herkasten uzak olsun kafam rahat olsun derseniz, o iş de yaş iş. güvenlik sıfır. mal ve can güvenliğiniz, yaşadığınız stres ve sinir derim, geçerim.

    bundan 20 yıl önce balyoz ile duvarı kırıp tüm evi bir gecede boşalttıklarını bilirim.

    özetle, insanımız kalitesiz hoca.

    şehirden bıktın, evet haklısın, upgrade edeyim diyorsun, ama köydeki versiyonu ek olarak cehalet ve dogmacılık yüklü olarak geliyor ve downgrade oluyor.

  • şimdi benim en büyük hayalim buydu. hep bu tip öyküleri okudum, yaşamları takip ettim yıllarca. kendim üretip, kendi yağımla kavrulmak istiyordum. yolum benzer şeyleri isteyen ve yapan insanlarla kesişti bir süre sonra. istifa ettim 6 yıllık bankacılık hayatımdan. para kazanmam gerekti, organik gülsuyu işine girdim. mevcut birikimimle birkaç startupa ortak oldum. hepsi de battı. kendi startupımı kurdum ama yatırımcı bulamadım, askıya aldım. şimdi elde sadece sattığımda 15-20 bin tl edecek gülsuyum ve seferihisar da 450m2 tarlam var. ne yapabilirim bilmiyorum. bu tip fikirleri olan ama birileri ile beraber yapmak isteyen her türlü teklife açığım. zira iş aramaktan sıkıldım. hem bulsam da 2 sene sonra yine istifa etmeyeceğim ne malum? bir ağaç ev alıp bir kümes ile ve bulgur ve zeytinyağı stoğu ile işe koyulmayı arzuluyorum. tek başına yapmak zor ve mantıksız geliyor. nitelikli insanlarla birşeyleri başarabiliriz belki, kimbilir?

  • doğma büyüme izmir karşıyakalı olan zatımın, eş ve gebelik durumundan ötürü 30 yaşında yapmak zorunda kaldığı eylem (yalnız köy değil, sayfiye ilçesine geldim... urla)

    kariyeri attım çöpe heralde diye düşünüyordum kara kara. zaten bebek doğdu, azcık palazlandı filan. sonra beybi 8,5 aylıkken çalışmaya başladım. hala çalışıyorum (5 yaşında şu an)
    tamam, benimki maaşlı iş değil. freelance. ama çocuktan önce yıllar boyu göçebeydim proje bazlı olarak. projeyi ayağıma çağırmak gibi bi vizyonum yoktu. çocuk olunca mecburen "o iş buraya gelecek. ya da ben yokum" demek zorunda kaldım. sonuç: o projeler artık ayağıma geliyor.

    oluyor yani. şöyle düşünelim; maaşlı iş için şehre mahkum gibiyiz. ama öte yandan online işler veya freelance şeyler için böyle bir mecburiyet yok.
    burada öğrendim; tek bir kayısı ağacı, onlarca kilo mahsul veriyor. tek bir kayısı ağacından toplanan kayısılarla, tüm yıl bir aileye yetecek reçel, kuru kayısı, kayısı konsantresi şeklinde meyve suyu elde edilebiliyor. deniz kenarı olduğu için denizden kendi tuttuğunuz deniz balıklarıyla akşam sofrasını kurabiliyorsunuz.
    ben yapıyor muyum? hayır. çünkü işten ve çocuktan dolayı vaktim yok. ama yapılır mı? kesinlikle, bahçeli bir evde çok mümkün bunlar.

    bahçeli ev ucuz mu? yerine bağlı. şu an sahil şeridi fahiş arttı, sağolsun istanbullular akın akın yerleşmeye geliyor ve fiyatları anasının nikahına sürüyor. daireler 1000 tl, müstakil evler 1500 tl den başlıyor artık burada. sahil şeridinde yani.
    ama köyler hala uygun. arazisiyle, ağacıyla, kuyusuyla birlikte bir köy evini hala 400-500 liraya tutabilirsiniz. köyden aynı şekilde bir evi 120-130 bin tl ye alabilirsiniz. ha denizin dibi olmaz belki belki ama, denize en uzak köy 15-20 dk burada arabayla.

    "şehirde yaşamış insan köye adapte olamaz" kısmına da katılmıyorum. ben kadıköy ün moda'sı sayılabilecek bi mahallede (bostanlı) doğdum ve büyüdüm. katışıksız bir şehir ve apartman çocuğuyum.
    evet şu an yaşadığım yer köy değil ama, gayet sahil kasabası havasında bir yer.

    inanın şu an beni "oturduğun yerde sana 10 bin maaş vericez, gel geri bostanlı'da yaşa" gibi bi teklif bile ikna edemez dönmeye... burası öyle güvenli, huzurlu, relax, sakin bi yer ki. kızımı burada büyütürken içimden mütemadiyen "doğru yerdeyim" diyorum. çıplak ayaklarla toprağa bastığı, dalından meyve koparıp yediği, hayvanlarla iç içe olduğu, sürekli deniz kenarında; deniz kızı modunda takılabildiği bi çeşit orman çocuğu mori gibi büyüyor. mutlu ve özgürce enerjisini atabildiği, çevreyle ve doğayla kesintisiz iletişimde kalabildiği, her şeyi doğal döngüsünde öğrendiği bir çeşit yarı şehirli olarak yetişiyor.

    köyler illa anasının nikahında olmak zorunda değil. bizim oturduğumuz yer, (köy olmamakla birlikte) şehir merkezi olan alsancak-konak bölgesine yarım saat, 40 dk mesafede. sinemaların, avmlerin olduğu bölgeye ise otobandan 15 dk.
    yani çocuk veya kendimiz için şehrin imkanlarından (kültürel faaliyetler, sağlık hizmetleri, vs) faydalanmak istediğimizde, yarım saate bakıyor ulaşım. yukarıda bahsettiğim, daha içerdeki, ekonomik köylerde de ki 1 saat.
    ula istanbul'da insanlar sırf sabah trafiğinde her gün işe gitmek için 2 saat ziyan ediyorlar...

    tabii davulun sesi uzaktan hoş gelir. hiçbir birikimi olmayan, sadece plazada bilmemne pozisyonunda çalışan bi insan gelip naapacak buralara? bilinmez.
    ama kenarda az buçuk birikimi (ya da mesela metropolde 2 bin ve üstü kira getiren bir gayrmenkulü) olan insan için filan düşünülmeye değer bir alternatif bence.... özellikle freelance, veya internetten çalışmaya müsait bir işi olanlar için biçilmiş kaftan.
    tabii gerçekten isteyenlere...

    tavsiye eder miyim? ederim ya. hayat çok kısa. istiyorsanız yapın. en fazla "denedim olmadı" dersiniz. tabii ben hayatını genel olarak bu prensiple yaşayan biri olduğum için bana kolay geliyor da olabilir. ama bence yapılmış bişeyin pişmanlığıyla başetmek ve yeniden başlamak, bişeyi yapmaya hiç cesaret edememenin ezginliğinden daha katlanılır bir fatura. kronikleşmiş soru işaretleriyle yaşamak her zaman daha ağır geliyor bana.

  • kariyerinizi çöpe atma rehberi #2
    danışmanlık hayatı, bullshit yığını ve dönüm noktası - blog | medium

    önceki bölümü bıraktığımızda, yeni bir coğrafyanın yeni bir hayat getireceğini sanmış, ama bir danışman olarak eski hayatımın daha da “hormonlu” haline geri dönmüştüm.

    uluslarası danışmanlık, uluslarası ajanlığa epey benziyor. ikisi de aynı miktarda pasaport, uçuş mili, vodka martini, lüks otel, yalan dolan ve -özellikle finansal çeyrek sonlarında- gerilim içerir. tek fark, danışmanlıkta %100 daha az seks ve %50 daha az cinayet var (geçen bölüm benimle el sıkışmayan o ıbm ceo’sunun “kaza” haberini okumuşsunuzdur).

    aslında üniversitedeyken tam da istediğim gibi bir işti: ben dahil kimsenin anlamadığı ama benim dışımda kimsenin de “anlarmış gibi yapmaya” cesaret edemediği bir teknik tarafının olması, bana bir saygınlık kazandırıyordu. bir yandan da herkesin anlarmış gibi yaptığı ve bullshit ilimler* diye tabir edebileceğim satış, pazarlama, eğitim gibi kısımları vardı. paradoksal biçimde, bunlar bana daha da büyük bir saygınlık kazandırıyordu.

    (*) tolstoyevskinin 3 bullshit yasası:

    1) bullshit, hidrojen ve helyumdan sonra evrendeki en yaygın elementtir ve entropi gibi, sürekli artar.

    2) teknik işlerin %50'si, kalan işlerinse %90'ı bullshittir. (bunlar taban rakamlar; proje teslim tarihi yaklaştıkça telaş, pişmanlık ve ishal ile birlikte yükselirler).

    3) bullshit, kazancın karesiyle ile doğru orantılıdır (dedikodu ise ters orantılı). yetişkin, c-seviye bir yönetici günde 300 emaillik bullshit üretebilirken, sekreterlerin işinde bullshite pek rastlanmaz, çünkü onlar hata yapınca kabak gibi belli olur.

    kısacası işim, saygınlık kılığına girmiş bir yığın bullshit idi. asıl tehlike de bu saygınlıkta yatıyor zaten. insan sigaranın kendisine değil de, içindeki nikotine bağımlıdır ya…sigara içme fiili, alt tarafı mekanik bir alışkanlıktır. bence işin kendisi ve hatta kazanılan zenginliğin harcanması da mekanik alışkanlıklar. aynı arabalar, aynı restoranlar, aynı tatiller…asıl bağımlı olduğumuz “madde” ise statü. kazancımızdan yüksek kredi kartı limitleri istememiz gibi, hepimiz haketmediğimiz bir saygınlığın peşindeyiz.

    makam denen o iğrenç kelime (daha doğrusu türkiye’de yaşamanın iğrençleştirdiği o kelime), bu delüzyonun en somut hali. statünün, yetenekle beraber arttığı sistemlere meritokrasi deniyorsa, yalakalık ve sadakatla arttığı sistemlere de “makamokrasi” denmeli.

    büyük odalarda, büyük masaların ardında oturan küçük adamlara yıllarca “evet sayın genel müdürüm” demek zorunda kalmışsan, elbet günün birinde sırf bu istikrarın yüzünden artık o koltukta oturmayı hakettiğine inanırsın.

    (görünürde benzer olan askeriyede, makam elde etmek için makam sahibini yüceltmek yerine, doğrudan makamın kendisini yüceltiyorsun. ve disiplin yoluyla, bunu sadece tependeki makamlar için değil, kendi makamın dahil hepsi için yapıyorsun. bu ufak farklar, kurumsal kültürü kökten değiştiriyor)

    ***

    bülbülü altın kafese koymuşlar, “bunun platinyumu yok muydu?” demiş
    ---
    çürük kurumlarda “makam” peşinde koşanları aşağılamak kolay ama statü bağımlılığı daha sinsi yollarla da bulaşıyor: örneğin şirket bir süre sonra bana “danışman” yerine “senior professional zart zurt manager” demeye başlamıştı. “first of his name, king of andals, rum kayzeri, iki cihanın hükümd..” (kartvizitim a4 boyunda). iş aynı, insanlar aynı, maaş aynı ama bir excel tablosunda ismimden önceki hücre farklı diye, göğsüm biraz daha kabarıyor, isteklerim biraz daha emrivaki oluyor.

    ünvanımı güncelleyen sadece şirket değil. thy’ye göre artık elite plustım. nasıl bir kandırmaca ki “elit” bile avam kalacak yanımda. ama alışıyor insan zamanla. havaalanı lounge’unda tıkınan diğer yüzlerce elit, elit+, elit kare, elitoğluelit beyefendiye ve hanımefendiye aldırmadan, ayrıcalığıma inanıyorum.

    uçaktan indiğimde toplu taşımayla uğraşamam, toplum binsin toplu taşımaya. beni ismimle karşılayan komik şapkalı adamlar götürecekler otelime. resepsiyonda, bir sihirbaz gibi cüzdanımdan başka bir kart daha çıkaracağım, üzerinde “elmas üye” yazan. bana daha büyük bir oda, daha da ısıtılmış havlular, daha da buzlanmış bademler verecekler ama bunlar önemli değil. kıç kadar resepsiyonda ayrı bir kulvar var, oradaki halıda “sadece elmaslar için” yazıyor, o halıda durup kaliteli statik elektrikle yüklensem yeter.

    ertesi gün iş yemeği için şehrin en iyi ikinci, bilemedin üçüncü lokantasına gideceğiz (birincisine ıbm’in yeni ceo’su gittiğinden beni almıyorlar, onun da sonu hayırlı olmayacak). girişteki bakışların tek soracağı soru “senin burayı kaldıracak bir cüzdanın var mı?”. kimse de demeyecek ki “senin burayı kaldıracak bir yemek kültürün var mı?”. hadi başkasının soramamasını anlarım, asıl ben bunu kendime sormayı ne zaman bıraktım? yoksa utanmadan bir de cevap mı verdim?

    (platon’un akademisi bu devirde kurulsa, muhtemelen girişinde “geometri bilmeyen giremez…gümüş öğrenciler hariç” yazardı)

    hesabı şirkete yazarız bir ara ama şimdi platinyum kartımla ödeyeyim ki puan kazanayım. pardon, “platinium”. zaten en küçük kahvenin “tall”, en dandik odanın “premium” olduğu bu hayata, herkes kafadan “gold” kartla başlıyor (“silver is sooo 5th century bc”). yeterince puan kazanırsam bir üst karta geçerek araya mesafe koymuş olurum. platinium’dan sonra ne geliyordu acaba, titanium? kesin birileri düşünmüştür. o birilerine güveniyorum, bana hep hakettiğimi veriyorlar ve ben hep daha fazlasını hakediyorum.

    ***

    memento mori
    ----
    antik roma’nın muzaffer komutanları, yeterince şanslılarsa, şehre döndüklerinde triumph denen bir törenle ödüllendirilirlerdi. silahlarını bırakmış ama ganimetleri dahil tam takım olan ordularının başında, bir savaş arabası üstünde, coşkulu kalabalıkları selamlarlardı. bu esnada gaza gelip kendilerini herkül veya mars sanmasınlar diye, senato’yu küçük görmesinler diye, arabadaki bir köle kulaklarına sürekli “unutma, sen sadece bir ölümlüsün” diye fısıldarmış. “ölümü hatırla”. osmanlıcası: “mağrur olma padişahım, senden büyük allah var”.

    halbuki bize “sen elit, platinyum, elmas filan değilsin, 7 milyar kişiden birisin ve sahip olduklarının pek azını gerçekten hakettin” diyecek kimse yok. duyduğumuz tek ses, televizyondan geliyor: “harcadıkça kazanın”, “yedikçe zayıflayın”, “yaşlandıkça gençleşin”.

    (“war is peace (savaş barıştır), freedom is slavery (özgürlük köleliktir), ignorance is strength (cehalet güçtür)” diyen çiftdüşün sloganlarının amacı doğrudan kontroldü. bizim çiftdüşünlerimiz ise seçim kılığındaki bağımlılıklar üzerinden kontrol kurmaya yönelik. orwell’i çoktan aştık).

    benzer tuzaklara ne kadar düştüm, bugün bile emin değilim. aslında “düşmekten” bahsetmek komik, zaten bu tuzakların içine doğduk ve orada yaşıyoruz. yapı itibariyle gösteriş meraklısı olmasanız bile böyle bir akıntıya karşı yüzülmez.

    (flashback: çocukken marka “bluejean” ve basketbol ayakkabısı furyası vardı. öyle alakasızdım ki, ailemin endişelenip bir şeyler almam için bana verdiği harçlığı, gidip yetim vakfına bağışl…yok yahu, o kadar da değil. ama o harçlığı önce reddetmiş, sonra onunla kıyafet yerine paten almıştım. evet, bir ara erkeklerin pembe tekerlekli patenlerle dolandığı ve tüm gün boyunca bir tane bile gay şakası duymadığı bir dünya vardı)

    farkındalık, tek başına insanı kurtarmadığı gibi, bazen ahmaklıktan bile tehlikeli, insanda bunlara bağışıklıymış sanrısı yarattığından. evet, elit veya değerli bir maden olduğuma birkaç dakikadan fazla inanacak kadar, iş yemeğinde masayı donattım diye babam yaşındaki garsona hizmetçi muamelesi yapacak kadar ahmak değildim. ama “kendini vazgeçilmez sanma”ya bağışıklı olacak kadar akıllı da değildim…

    ***

    egoma oynayan kazanır
    ----
    her şirket gibi, bizim de büyüme planlarımız, imkanlarımızın ötesindeydi. herkes 40 değil 80 saat çalışır ve hata yapmazsa anca varılacak hedefleri, zoru başarırız, imkansızsa zaman alır gibi aptal sloganlarla yiyecek değildim. ama egomun başka planları vardı. olmayanı oldurmak için normalde yapmayacağım birçok işle uğraştıkça, kendimi o ufak evrenin merkezinde görmeye başladım. sanki her toplantının olmazsa olmazıydım. satış, bayi eğitimi, genel vizyon, teknik detay, tasarım…yahu bir danışman, “code review” toplantısına niye girer?

    kimsenin getiremeyeceği bir perspektif getirdiğimi düşünüyordum herhalde. mesela önemli bir müşteri üründen şikayetçi mi? herkesin standart bullshit’inden sonra mikrofonu alıp, “geçenlerde ar-ge bana bunun 6 ay sonra alacağı hali gösterdi, mik-kemmel bir teknoloji. hatta dün pazarlamanın rakip analiz raporu elime ulaştı, uzun vadede açık ara öndeyiz” gibi detaylar vererek günü kurtarmanın, yılın liberosu seçilmenin hafifliği dayanılmazdı.

    egonuzu ezmeye çalışan ilkel sistemler size “cumartesi çalışmazsam işten atılırım” dedirtir. egonuza oynayan akıllı sistemler ise “cumartesi çalışmazsam arkadaşlarım işten atılır, şirket de batar, her şey bana bağlı” dedirtir. böylece her seferinde tekrar ikna edilme veya korkutulma gereği olmadan, gönüllü olarak çalışırsınız. “kendini vazgeçilmez hissetmek”, statü merakına kıyasla, daha rafine bir bağımlılık. ama yine de bir bağımlılık. büyük sistemlerde ufak çarklar olmamızı, kendimize böyle yediriyoruz.

    işin acı tarafı, bunu yaptıkça, ister istemez organizasyon bize daha bağımlı hale geliyor, kırılmaz bir döngü oluşuyor. ancak bu ilişkiden zorla koparsak (ciddi bir hastalık yüzünden mesela) gerçek etkimizi görüyoruz: koca bir göle atılmış ufak bir taş. ilk dalgalanmadan sonra herşey eskisinin aynısı. şanslıysanız, belki sonunda gölün derinliği bir milim oynamış, şirketin hisse değeri bir sent değişmiş olur. (ufak organizasyonlarda durum farklı tabii ama su dolu bir küvete atlayan bir sumo güreşçisini pek hayal etmek istemedim).

    ***

    egoyla dolaylı yoldan alakalı ama daha da tehlikeli bir başka tuzak var…(hemen yumurtlamayayım, biraz gerilim müziği verin)… seçim bolluğunun, psikolojimize olan negatif etkisi epeydir bilinen bir gerçek. mesela süpermarketlerde -ürüne bağlı olarak- 6 ila 10 arasından fazla çeşit olursa müşterileri sıkıntı basıyor ve daha az şey alıyorlar. yani “10 çeşit tuvalet kağıdı varsa, bunun üstüne eklenen markalar satışı arttırmıyor” demiyorum, “o rafta 10'dan fazla markayı görünce eve elimiz boş, kıçımız boklu gidiyoruz” diyorum. çünkü daha iyisini kaçırdığımız hissi dayanılmaz hale geliyor.

    (tuvalet kağıdı için geçerli olan mekanizma, eş seçiminde de geçerli. hayatımın en mutsuz günlerini, playboy mansionda yaşarken geçirmiştim)

    bizim şanssızlığımız, eskiye nazaran belki ortalama %10 daha fazla reel imkana sahipken, 10 kat daha fazla alternatif hayatın farkında olmak. her yanlış kararın veya korkaklığın sonucu kaçan fırsatların gölgesinde, yaşayamacağımız tüm olasılıklarınn ağırlığı altında eziliyoruz. bu da bizi konumuza getiriyor:

    <maksimum gerilim müziği>
    çocuk yapmak, öncelikleri değiştirdiğinden, insanı bu seçim eziyetinden kurtarıyor.
    </maksimum gerilim müziği>

    çocuğun kendisinde sorun yok. zaten çocuk sanıldığı kadar kısıtlayıcı olsaydı, ailecek dünya’yı gezen veya çok değişik işler yapan bu kadar insan tanımazdım. fakat çocuğu bahane ederek, kötü seçimlerde ısrar etmekte sorun var. etrafımda işinden memnun olmayanların bir numaralı açıklaması “napalım, çocuk için katlanıyoruz”.

    bu insanların pek azı, piramidin altında olup, gerçekten de seçimsizlikten sevmediklere işlere, eşlere, şehirlere, çocukları için katlanmak zorundalar. bir noktada zorunluluktan yaptıkları fedakarlıkları, ego tatmini için yapılan mazoşizme evrilmiş: “ben herşeyin en iyisini hakediyorsam, çocuğum iki kat iyisini hakediyor”. özel okul, özel hoca, özel hastane…

    o engelleri yıllar sonra aşsan, bu sefer de sırf alışkanlıktan tekrarlıyorlar. 30 milyon dolar ciro yapan patronlar tanıyorum, hayatlarından bezmişler ama o yoldan dönmekte geç kaldıklarını düşündükleri için, aynı bahanede ısrar ediyorlar: “çocuklar için katlanıyoruz işte”

    john adamsın meşhur bir lafı vardır: “ben savaş ve siyasetle uğraşmalıyım ki çocuklarım matematikle, felsefeyle, denizcilikle, tarımla uğraşabilsinler. bunlarla ugraşsınlar ki onların da çocukları resimle, şiirle, müzikle, mimariyle uğraşabilsin”

    buırada nesiller arası bir ilerleme umudu bulunuyor. sadece materyal olarak değil, zihinsel olarak. yoksa “ben çocuklarım için savaş ve siyasetle uğraşıyorum, inşallah çocuklarım da savaş ve siyasetle uğraşırlar, bu böyle 7 göbek aynen devam eder, taa ki 8. john adams denen şımarık zibidi tüm birikimimizi kumarda kaybedene kadar” da diyebilirdi.

    bir ebeveyn için ne kadar üzücü olmalı, zamanı gelince aynı soru ve seçimlerle yüzleşen çocuklarının, “ne yapıyorsak çocuklar için”den başka verecek cevapları olmaması.

    ***

    dönüm noktası
    ---
    bu tuzaklar, rahatlıklar ve çelişkiler arasında, yoldan tam olarak ne zaman çıktım bilmiyorum. öyle belli bir tarih ve saat olduğunu da sanmıyorum. ama herkes gibi, kendime anlatabileceğim derli toplu bir hikayem olması için, tarihsel revizyonizm yapıp, bir iki dönüm noktası seçtim.

    bunlardan ilki, iyi performans gösterenlerin ödül olarak gönderildiği bir şirket tatiliydi. bu yüzde 10'luk seçkin grup içinde olmamam gerekiyordu ama bir dizi bürokratik saçmalık ve karar gecesi bölge şefiyle içtiğim bir dizi martini sonrası seçilmiştim. durum o kadar ironik ki, o gece bölge şefiyle otelin barında karşılaşmamın tek nedeni, gün boyunca müşterilerle ilgilenmek yerine dışarı çıkıp arkadaşlarla buluşmam, kafayı 1500'e çıkarmam, sonra odama dönmeden önce soğuk suyla kendime gelebilmek için bara yönelmemdi. kısacası büyük sorumsuzluk + kaliteli ot + iyi zamanlama + “o son martiniyi içmeyecektik” x 3 = bonus tatil. (tabii epey çalışmıştım da sene boyunca ama orasını boşver, güzel bir hikaye gerçek bir hikayeden daha değerlidir).

    gözünüzde, 5 yıldızlı devasa bir çiftltiğe yerleştirilmiş bir sürü type a kişilikli adam ve onları destekleyen hırslı kadın canlandırın. herkes birbirine savaş anısı anlatır gibi, satış anılarından bahsediyor.

    type b adam: “bro, çeyrek kapanmadan iki saat önce iki milyon dolarlık servis sattım”
    type a adam: “o da bir şey mi, ben iki milyon dolarlık striptiz hesabı kakalamıştım onlara, hahaha”
    type a karısı: “helal olsun arslanıma…bana da helal olsun ama”

    bahsettiğim bürokratik saçmalıkların bir yan etkisi olarak, satış kotamı %500 ile aşmış görünüyorum listelerde fakat kimse beni tanımıyor (tüm arkadaşlarım type c, d, mümkünse z kişilikler, oraya gelmeye hak kazansalar bile uçağı kaçırırlar). ben de zamanımı bu testosteron orjisi dışında, bir balıkçı kasabasında ispanyolca pratiğiyle geçirdiğimden, efsanem giderek büyüyor.

    “buenos noches efendiler, yo soy pablo escobar, dinero por favor. ahora ulen!”

    sonunda bizzat ceo ve dadaşları meraktan gelip beni buluyorlar, biraz iş biraz geyik konuşarak havuza giriyoruz. iyi ve rahat insanlar, bir sıkıntı olmaması lazım ama beş dakika geçmeden, deja vu kadar kaçınılmaz bir yabancılaşma hissi yaşıyorum: ellerinde kokteyllerle suyun içinde dolanan ve çürümeye başlamış bu vücutlara, güneş altında fazla içmekten şişmiş bu suratlara, sanki çok uzaklardan elf gözlerimle bakıyorum. milyar dolarlık şirketin muhtemelen %20–30'unun hissedarları o an bu havuzun içindeler. işimin zor tarafları aklıma geliyor, sabahlara kadar teklif hazırlamalar mesela. ve her kapı, “ne yapıyorsak çocuğumuz için”e değil, “işte bu adamlar zengin olsunlar ve daha fazla kokteyl içsinler diye çalışıyoruz”a çıkıyor. bir kokteyl daha alıp, bunları unutmaya çalışıyorum.

    ***

    ikinci dönüm noktası ortadoğu’daydı. her zamanki gibi, gece ucuşuyla saat 3–4 gibi gelmişim, belki bir saat uyuduktan sonra, toplantı öncesi kahvaltıya inmişim. körfez’deki çoğu şey gibi, otelin açık büfesi de aşırı lüks. uykusuzluktan ölüyorum ama içimdeki domuz tabakları tepeleme doldurmuş, “işte bunun için çalışıyorsun, şimdi uyumak yerine bunların zevkini çıkar” diyor. önümde laptop açık. tek başımayken, bir yandan email cevaplamadan yemek yemeyi çoktan unutmuştum. aslında bir yandan email cevaplamadığım her normal aktivite bir zaman kaybıydı artık.

    (sevişirken kızarkadaşımdan “geliyor musun” diye email alsam yadırgamayacaktım. reply all: “az kaldı, dayanın da hep birlikte gelelim”)

    bir süre sonra kafamı kaldırıyorum ve korkunç bir şey görüyorum: tüm kahvaltı salonu, benim klonlarımla dolu. veya ben onların klonuyum. her masada aynı ceket içinde, aynı uykusuz bakışlar var. mavi ekranlara bakarak, zevkini çıkaramadıkları bu kahvaltıdan sonra gidecekleri toplantılara hazırlanıyor. ortada bir tek aile, bir tek turist, bir tek çocuk, yaşlı, işsiz güçsüz insan yok.

    başkasında kendini görmek, aynada kendimle yüzleşmekten çok daha kolay. ne kadar sağlıksızmışım meğer. çökmüş suratlarıma bakıyorum her bir masadaki. “çaresiz kalsam, bu hayata katlanmaya devam eder miyim” diye soruyorum kendime. lükse katlanmak! cevabım elbette evet, çok daha kötüsünü gördüm, ama çaresiz değilim, bu açık büfeler ve gümüş çatallar olmadan da yaşayabilirim, sadece bir daha böyle bir kahvaltı etmek istemiyorum.

    kendimi akıllı sanarak elde ettiğim ufak avantajlar karşılığında “sattığım” asıl kaynakları düşündüm: sağlığım, zamanım ve enerjim. bunlar yenilenebilir kaynaklar değiller. kalan kısımlarını en iyi şekilde kullanmak için bir plan yapmam gerek. ya çalışmak zorunda olmasaydım; fark yaratacak kadar değil de özgür olacak kadar zengin olsaydım? bir başka deyişle:

    “bugün 10 milyon dolarım olsaydı ne yaparım?”

    (arkası yarın)

  • tam olarak bir köye yerleşmedim ama kariyeri bırakıp birçok köye gittim. bu aralar da himalayalara karşı bir köyde tezek karıp, keşişlere ingilizce öğretiyorum. bu muhteşem "yükseliş" hikayesini, yarı-otobiyografik, yarı-felsefi bir yazı dizisi haline getiriyorum birkaç gündür.

    (ilk bölüm aşağıda. yeni bölüm yazdıkça, buraya bir entry eklerim. sözlük biraz geriden takip edecek. zira öncelik sırası: the new york times, fularsız entellik blog kısmı, email listesine anında dağıtım, ertesi gün mediuma aktarım, twitterdan linkler, posta güverciniyle aileme haber, uzaylı dostlara sinyal, en son sözlüğe copy paste)

    ***

    kariyerinizi çöpe atma (ve sonra çöpten beslenme) rehberi - 1:
    rahat batması ve rahata batmak - blog | medium

    bir zamanlar fortune 500 yöneticileriyle tokalaşan bu ellerle şimdi himalayalarda tezek karıyorum. (tabii yönetici dediysem sınıf başkanı, kat sorumlusu filan, yoksa ıbm’in ceo’su ben’i ne yapsın).

    baştan söyleyeyim, ben ferrarisini satan bilge değilim. bu yazı da bir ınto to wild veya eat pray love senaryosu değil. o hazır paket hikayelerin bini bir para.
    (geçen gün bir kitapçıda tavuk suyuna çorba serisine rastladım, son bıraktığımda 1–2 kitap vardı, artık resmen olabilecek her demografik gruba özel bir şeyler hazırlamışlar. seri üretim ilham.)

    benim hikayemin başlangıcında, sistemin çarkları arasında ezilmiş, mutsuz ve amaçsız biri yok. sonradan “aydınlanacak” tamamen materyalist ve açgözlü biri de yok. sıradan, görece rahat biri var.

    ***

    “awesome!”

    bu rahatlık, kısmen alanımla (mühendislik, bilişim, tahta) kısmen de bulunduğum coğrafyanın (51. bölge, abd) iş kültürüyle alakalıydı. hiçbir zaman hakettiğimi vermeyen, ego manyağı bir patronum veya iş arkadaşım olmadı. çamur gibi insanlar filtrelenmişti.

    aksine, bu filmde bir kötü adam rolü varsa, onu ben oynuyordum: tatillerim herkesinkinden uzun, iş saatlerim herkesinkinden esnekti. plaj, nehir, park, müze, asıl ofisim dışında neresi varsa oradan çalışıyordum. bir keresinde kimseye haber vermeden iki haftalığına kanada’ya gitmiş, yol üstünde uğradığım niagara şelalelerinin gürültüsü yüzünden kendi organize ettiğim önemli bir telekonferansı baştan sona mute tuşuna basılı geçirmiş, döndüğüm gün de hiçbir şey olmamış gibi patronun odasına gidip o gün erken çıkmam gerektiğini söylemiştim (o da salman rüşdi’nin bir konuşmasına yetişeyim diye, o kadar asiydim). bir şekilde işimi yaptığım sürece, bu egzantrik iş ahlakıma müsamaha gösteriliyordu.

    tabii o “bir şekilde” kısmını hızlı geçerim hep. 80 saatlik çalışma haftaları, gecenin 3'ünde ofise gidip yangın söndürmeler (hem mecazi hem gerçek anlamıyla), satış kotaları stresi, proje takvimi stresi, yeni adam alımı stresi, eski adamı işten atma stresi, bir sonraki “eski adam”ın kendim olacağını farketmenin stresi, stres stresi..

    insan bazen etrafını kandırmak için kendini acındırır, bazen de kendini kandırmak için etrafına fazla parlak bir tablo yansıtır. ilki, devletin bireyi ezdiği ve hakedilerek zengin olunacağına inanılmayan toplumlarda yaygın, göze batmayı engellediğinden:

    -”nasıl gidiyor?”
    -”valla idare ediyoruz işte. senden naber?”
    -”abi sorma ya…”

    ikincisiyse gelişmiş piyasa toplumlarında hakim. her ürün gibi, bireyin de kendini pazarlaması, daha iyi bir iş, eş ve çevre için rekabet etmesi gerek:

    -”how is it going?”
    -”great! how are you doing?”
    -”awesome!”

    bu iki dünyanın da yaratıkları olarak, etrafımızı mı kendimizi mi daha çok kandıracağımız konusunda kafamız karışık.

    ben, kendimi kandırmaya, yukarda yaptığım gibi fazla pozitif bir imaj çizmeye meyilliydim. sadece piyasa kültürünün baskınlığı yüzünden değil, suçluluk hissi yüzünden: birçok üçüncü dünya ülkesi görmüş bir ikinci dünya çocuğunun, birinci dünya sorunlarından yakınmaya pek hakkı olmamalı.

    ama şimdi anlıyorum ki, genel tatminsizliğimi, “şartlarımdan yakınmak” ile karıştırıyordum. ikincisinin aksine, ilkinin vicdan ile, adalet anlayışı ile alakası yok. ve bastırdıkça daha da büyüyor.

    ***

    çağın vebası: rahat batması

    rahata ermek için piramidi tırmananların bazısı tepedeki manzaraya dalıp geldiği yeri unuturken, bazısının da kıçına piramidin ucu batar.

    rahatın batmasıyla, rahata batmak, ona gömülmek arasındaki bu gelgitin kaynağını da, uslanmaz bir evrimci olarak geçmişimizde aradım:

    bir yandan her hayvan gibi güvence arıyoruz. ertesi gün aç kalmamak için vücut şeker depoluyor, ertesi yıl aç kalmamak için aileler tarım yapıyor, ve ertesi 30 sene aç kalmamak için devletler sosyal güvenlik fonları oluşturuyor. fakat bir yandan da güvencenin ötesini arayan açgözlü bir yanımız var. bilinmeyeni aklımızla, görünmeyeni gözlerimizle kirletmeye programlıyız.

    zira rahatın batmadığı ilk insanlar çayır çimene uzanmış yıldızları seyrederken, komşuları uğraşmış didinmiş, bunların yattığı çayırı bulup baltalarla kafalarını koparmış. dinlenirlerken bir iki saniyeliğine, “aslında her şeyi bırakıp bir sahil kasabasına yerleşmeli” diye düşündükten sonra kendilerine gelip, bir sonraki çayırı istilaya koyulmuşlar. biz, çayıra bir türlü uzanamayanların, rahatın en çok battığı insanların torunlarıyız.

    ve yaşadığımız çağ, bu çiftkişilikli doğamızı istismar eden bir çag. herşeyin en iyisine layık olduğumuzu söyleyen reklamlarıyla, kazandığımızdan fazlasını harcayan kartlarıyla, hem bütçemizin hem de gözlerimizin ötesindeki çözünürlükteki telefonlarıyla, devasa kanepelere devasa bedenlerimizi yayıp izlediğimiz devasa tvleriyle, hem bizi rahata batırıyor, hem de bir sonraki “çayırı” işaret ederek rahatı bize batırıyor. balon* patlayana kadar kredi deniz, yemeyen domuz, yiyen daha da domuz.

    (*) değişik yüksekliklerde, değişik balonlar mevcut: haneler ödemeyecekleri borçları alıyorlar, devletler hesabı gelecek nesile yıkarak harcıyorlar, kamusu ve özel sektörüyle birlikte topyekün toplumlar ürettiklerinden fazlasını tüketiyorlar, ülke sınırlarını aşan şirketler, emlak piyasaları, borsalar gerçek değerlerinin ötesinde fiyatlanıyorlar ve en nihayetinde gezegenin kendisi, sanki sonsuz bir kaynakmışçasına kapasitesinin üstünde sömürülüyor.

    ***

    ikinci el ford’unu bağışlayan mühendis

    bu çelişkiler içinde dengeyi tutturabilenlere gıpta ediyorum. hayalindeki işi yaparak para kazananlardan bahsetmiyorum. onlar unicornlar gibi, ejderhalar gibi mitolojik varlıklar. daha ziyade işini yeterince seven, konforu yeterince yaşayan, yeterince planlı hayatında yeterince sürprize yer bırakmış o şanslı azınlıktan bahsediyorum.

    bunlar gibi bir denge tutturamayacağımı hissettiğimden direttim sanırım. o yüzden banliyölerde dana gibi bir ev almak yerine, merkezdeki grup evlerinde kiracıydım hep. o yüzden her sene derisini döken bir yılan misali biriken fazla esyalarımdan kurtulurken, ana kriterim “her şeyim bir araba bagajına sığabilmeli” idi. tüm mobilyalarım ya ödünçtü ya da sokaktan toplama. binlerce millik road tripleri, hala klimasını karate darbeleriyle çalıştırdığım ikinci el ford’umla yapıyordum.

    bazıları fırtınalı açık denizlerde doğar ve karayı göremeden boğulur. bense, girdaplı da olsa genelde sakin bir nehirdeydim ve kıyıda bekleyenleri gayet net görebiliyordum: evlilik, 30 senelik bir mortgage, fayansını seçtiğim bir banyo, düzenli olarak büyüyen bir emeklilik fonu, makul bir bmw, aptal bir köpek, 16'lık şarap kadehi seti….ve ne zaman bunlara yaklaşsam, nehrin yatağı değişiyordu. ne zaman mayışıp amerikan rüyasına dalacak gibi olsam, içimde bir alarm ötüp beni uyandırıyordu.

    ***

    bazı kızılderili kabilelerinin, uyandıktan birkaç saniye içinde savaşa ve harekete hazır olabildiklerini okumuştum bir aralar. kalan tek olası çapa çevremdi ve çevrem bu kızılderililerle doluydu. her an kalkıp gidebilirmiş, her gittikleri yere uyum sağlayabilirmiş gibi duran insanlar.

    bu yetmezmiş gibi, sosyal aktivitelerimden biri seyahat eden yabancıları ağırlamak olduğu için, etrafımda kızılderili kadar “köpekbalığı” da vardı: halihazırda hareket halinde olan ve nefes alabilmek için sürekli hareket etmek zorunda olanlar. böyle bir çevreden çapa değil, olsa olsa yelken olur.

    (bazen düşünüyorum, tanıdıklarımın çoğu fiziksel bir noktayı kaplayan cisimler değil de facebook bulutlarında yaşayan ruhlar sanki. gerektiğinde denk gelebilmemiz için fiziksel bedenlerine bürünüyor, sonra kendi boyutlarına geri dönüyorlar. kimsenin kimseyi tam olarak “bırakıp gitmediği”, herkesin sonsuza kadar, profil fotosundaki kadar genç ve güzel kaldığı bir garip cennet.)

    ***

    günün birinde, tatminsizlik iyice büyüdü, nehir yatağı iyice değişti, yelken iyice şişti ve daha önce de defalarca yaptığım gibi her şeyimi, yani hiçbir şeyimi toplayıp gittim. bu bir özgürleşme, bir aydınlanma değildi elbet. sadece bir hareketlenmeydi. başta da dedim, bu hikayenin mutlu veya mutsuz bir sonu yok, size gösterecek “doğru” bir yolu da.

    görünürde beni kımıldatan rüzgarın ismi bir kadındı ama ben biliyordum, o olmasa başka bir şey olacaktı. yalandan demir atmış her gemi, illa ki bir limana ya da bir kayalığa sürüklenecek.

    gitmeden önce bulutta yaşayanlardan bazıları yeryüzüne inip elimi sıktılar, tırnak içindeki bir “veda partisi” vesilesiyle. kitaplarımı dağıttım. kıyafetlerimi bağışladım. çadırımı, teleskopumu ilk isteyene yolladım. elimde bir tek arabam kalmıştı, hepi topu 500 dolar değer biçtikleri. satmaya kıyamadım, eski bir kızarkadaşıma bıraktım. daha bir hafta geçmeden bozulup yolda kalmış, astarı yüzünden pahalı. o son kalan gönülsüz çapayı da, bir hayır kurumu gelip hurda değeri için çekip götürmüş.

    ve ben o sıralar, ironik olarak, yeni hayatımda daha da derin bir rahatlığa batıyordum: uluslararası danışmanlık.

    ***

    (arkası yarın - bölüm 2: danışmanlık, bullshit ve dönüm noktası)