ayrılık

  • sekiz yılın sonunda kimya bölümünü nihayet bitiren kuzenim, geçen gün bir sohbet arasında, tüm canlılığın temelinin ''hidrojen'' olduğunu ve hidrojenin doğada en fazla bulunan element olduğunu söyledi. big bang falan da anlattı tabii, ama o sırada kafamda cher'in sesinden ''bang bang'' çalmaya başlayınca, ben kayışı koparmışım. bu da benim kötü tarafım. bang bang, you shot me down! gerçi, bilemiyorum, sekiz yılda güç bela okulunu bitirmiş bir kimyager olan referansım, pek güçlü olmayabilir, haklısınız. ama hoca bana taktı, diyor kendileri. daha önce hiç duyulmamış bu okul uzatma nedenine nasıl şaşırdım, anlatamam. belki de hadi iğneyi kendime batırayım, fen ile aramdaki ilişki bir saksağan ve kazma arasındaki ilişkiden hallice olduğundan ben anlattıklarını anlamadım. ikincisi mantıklı.

    biz bunları konuşurken, o babasız evin, küçücük balkonundan görünen, kasabanın tek caddesi olan yolda, insanlar hiç ayrılık yaşanmamışcasına hevesle yürüyordu. baba, evle bir ayrılık yaşamıştı, mezarını gördüm bir bayram sabahıydı. balkonun karşısında, böyle küçük yerlerde devleti temsil eden önemli kurumlardan ptt binası, tüm ciddiyetiyle yükseliyordu. güvercinler binanın asık suratlı yüzüne onlarca yuva yapmış, büyüyüp de ayrılık yaşamaları için, canhıraş, yavrularını yetiştiriyordu. ben birkaç yıl önce kendimle yollarımı ayırmış, bir evin annesi olmak üzere yola çıkmıştım. her ilişki, bir kendinden ayrılıştı nitekim. yıllar, çocuklarını annesinden kaçırmış bir baba gibi önceki beni, bana hiç göstermedi. kendisinden davacıyım. sonra yollar, tali yollar, ana yollar. birleştirir gibi görünüyorlar ya, ayrılığın en büyük harcıdır. yollarda, hiç mutlu insan yüzü görmedim. yol kenarındaki evlerde ise, hep ayrılığa beş kala insanlar yaşar. siz hep, geceleri yoldan geçerken gördüğünüz, ömrü bir saniye olan evleri bilirsiniz. peki ya, bir ömür, o evin insanı olmak kaç otobüs dolusu insanı düşünüp, hikayesini düşlemek demektir? bence yol kenarında yaşayanlar erken yaşlanır sırf bundan.

    insanların hepsinde ne var diye sorarsanız birincisi hidrojen var derim. öhom, öğreniyorum bak. insanların hepsinde, alışmaya yatkınlık var bir de. hiç dondurma yememişcesine, istekle, her gün süslenip püslenip, aynı caddeyi adımlayarak, dondurmacılara giderken duydukları cenaze anonslarına öyle alışmışlar. ölenin yaşadığı ayrılık, cürmü kadar yer yakıyor. geceleri gördüğümüz ışıklı evlerde yaşayan insanlar, kasabalardaki insanlar dondurmacılara giderken, cenaze anonsları ile yollardan, diğer insanlardan, elementlerden ve ptt binalarından sonsuza dek ayrılıyor. insansa anca alışıyor, bu bence bir çeşit lanettir.

    okulumu sekiz senede bitirmedim. kimya da ilgilendiğim bir bilim hiç değil. bence tüm canlılığın temeli doğumla birlikte tanıştığımız ''ayrılık''tır. dünyada en çok bulunan hikaye budur. hiç azalmaz. hepimize yetecek kadar ayrılık var.

    yeter ki doğmuş bulunun.

  • en zor kisimlarindan biri, tum yaptigin yatirimlarin bir anda yok olmasi. (yatirim derken paradan puldan bahsettigimi dusunenler hemen terk etsinler bu entryi rica edicem).

    senelerce bikmadan kendini anlatirsin, yuregini acarsin. seni en cok uzmus, en mutlu etmis, en icine dokunmus olaylari havadan sudan muhabbetlerin icinde anlatirsin. aileni, arkadaslarini, kulturunu, gecmisini, kafanin icindekileri.. her seyini dokersin ortaya zamanla. anadilde kelimeler ogretirsin, sevdigin filmleri izletirsin, ulkeni ve tarihini anlatirsin. sende iz birakan kitaplardan bahsedersin, en sevdigin sehirlere, en guzel koselere goturursun. bir de bunun karsiligi vardir elbette, sevdigi her seyde ondan izler arasin. dilini ogrenmeye calisirsin, acilarini anlamaya ugrasirsin. yapacagi sakayi soylemeden bilirsin artik, goz goze gelip gulersin.

    iliski kac senelikse, o yasta bir cocugun vardir sanki. kucukken daha cok ilgi ve sabir gerektiren, buyudukce bagimsizlasip olgunlasan, laftan anlayan... kendine ait alani, oyuncaklari, fotograflari, anilari, dersleri ve notlari olan.

    her sey bittigi an, hayali cocugunu yitirirsin. (gercek hayatta evladini kaybeden insanlar aci bir gulumsemeyle okuyordur bu satirlari. asla bir karsilastirma yapmak mumkun degil elbette ama tesbihte hata olmaz...) onca senedir ustune titredigin, emek verdigin olgu bir anda yok olunca geride buyuk bir bosluk kalir. esyalarina dokunursun, anilarini dusunursun, fotograflarina bakarsin. sevgiliden cok, iliskini ozlersin. cunku iliski, sadece sevgili degildir, iki kisinin harmanlanmasiyla ortaya cikar. kendinin "o" halini ozlersin.

  • bazı şeyler kitaplarda, filmlerde, şarkılarda karşımıza çıktığında kalbimize dokunuyor, hoşumuza gidiyor, duygulanıyoruz, empati yapıyoruz. gerçek hayatta benzer durumlarla karşılaştığımızdaysa kurgudakine benzer şeyler yaşayan insanlara tahammül edemiyoruz... ne garip değil mi?

    aylardan beri çeşitli aşamalardan geçiyorum. inkar ettim, isyan ettim, kendimi dağıttım, bol bol ağladım, okudum, eve kapandım, kendimi dışarıya attım... çoğunu da tek başıma yaptım. yolu hala yarılayamadım.
    “güçlüyüm bak, böyle de eğleniyorum hah hayyy!” diye oynamadım. arabeskleşmedim, şarkılarla, sosyal medya mesajlarıyla laf sokmadım, haber alabileceğim, haber taşıyabilecek tanıdıklarla görüşmedim ama yine de zaman zaman tesadüfler sonucu, zaman zaman merakıma yenik düştüğümden dolayı öğrendiğim her yeni bilgi canımı biraz daha yaktı.

    hediyelerde, anılarda, fotoğraflarda soykırım yaptım. bazı fotoğrafları silmeye kıyamadım, o kadar güzellerdi ki... baktım olmuyor, gittim kendime yeni bir telefon aldım doğum günümde, o kıyamadığım fotoğrafların olduğu telefonu gözlerimi kapatıp fabrika ayarlarına döndürdüm, oğluma verdim. çok sevindi çocuk.

    bugün pazar ve evde oturuyorum. en şen kahkahalarda bile içindeki kırıklıkları gizleyemeyen bir kadınla harcanamayacak kadar kıymetli bir gün büyük şehirde. ben de oturdum, bilgisayarımın damarlarına sızmış geçmişin son kırıntılarını temizliyorum. bütün o gezilerdeki, bütün o güzel fotoğrafların iki kişilik olması haksızlık. bir fotoğrafı iphoto’da kesiyorum. öyle güzel gülümsemişim ki... ama ne yapsam da omuzumda kalan eli çıkartamıyorum. o kadar şey yaşadım, o kadar aşamadan geçtim, hiçbir şey bu el kadar koymadı... metin altıok'un şiiri geliyor aklıma, sezen aksu’dan dinliyorum...

    şimdi biraz ağlayacağım. arka arkaya birkaç sigara içeceğim. bir mola vereceğim ve sonra temizliğe devam edeceğim. dezenfektanlarla girişeceğim, parlatmaya çalışsam da biliyorum bazı lekeler hiç silinmeyecek. olsun. 21. yüz yıla yakışır bir hızda olmasa da yavaş yavaş, sakin sakin ilerlemeye devam edeceğim. gün gelecek, kendimi kendime yaptıklarımdan dolayı affedeceğim.

    omzumda bir kesik el ki hala durmadan kanar...