amator king17
profili

  • türk halkının osmanlı'ya özlem duyma sebepleri

    bilmiyorlar. osmanlı'nın son anına kadar süper güç, dünyaya kafa tutabilen bir imparatorluk olduğunu sanıyorlar. ''atatürk kalktı, belki bir savaş kazandı ama ülkeyi yıktı, viran eyledi'' diyorlar. ki birçoğu da milli mücadeleye inanmıyor bile, onun da kurgu olduğunu düşünüyor ya da yunanı dize getirmekle övünmemek gerektiğini vurguluyor. neden? süper güçtük ya son ana kadar, yunan da kimmiş, bizle boy ölçüştürecek? doğru... sen yunanı asırlarca boyunduruk altına alıp onlara hükmetmişsin. fakat o hükmündeki en küçük beylik bile kalkmış seni tokat manyağı yapacak duruma gelmişken, sen yokları oynamışsın. klasik çağdaki o görkemli dönem bile 1453'ten 1600'lere kadar sürebilmiş en fazla, ondan sonra her alanda; askeriyede, teknolojide, donanmada, diplomaside, harpte, barışta sıfırı çekmişsin.

    yobazın sömürdüğü mehmet akif bile, şiirlerinde ''anadolu'yu karış karış gezmişsiniz fakat nezahetten, taharetten eser görmemişsiniz'' der. adam resmen ''bok içinde kalmış burası'' söylemini kibarca vurgulamış, daha ne desin? ben yazdım bunu mehmet akif'le ilgili olan makalemde, onun sadece şiirlerini okusanız bitik osmanlı'ya dair neler neler fark edeceksiniz... mehmet akif gibi birinden böyle şeyler duymak ise sizi daha da şaşırtacak, hayret edeceksiniz. açın okuyun.

    izmir'de kendi gözlerimle gördüm. 14. yüzyıldan aydınoğulları beyliği'nden kalma isa beğ cami var, cami de kale gibi... gidemiyorsanız internete yazıp bakın görsellere, muazzam bir yapı. sorun şu ki, 17. yüzyılda bir deprem meydana geliyor ve cami tahrip oluyor. bir minaresi tamamen gidiyor, diğeri yarım şekilde kalıyor. osmanlı, camiyi bile onarmamış... islam sancaktarlığı yaptığını iddia eden bir devlet, ona emanet edilen topraklardaki kutsalına bile gereken ehemmiyeti göstermemiş arkadaşlar, camiyi yerinde görüp incelediğimde ''yok artık'' tepkisi verip öyle ağzımı açık bıraktım: bi minaresi yok, diğeri yıkık, duvarların çeşitli yerlerinde türlü hasarlar ve harabeler var... onarılmamış. anadolu'yu bu kadar boşlayan, bu kadar unutan bir imparatorluktan bahsediyoruz. tabi osmanlı'ya ne lazım? balkanlar, avrupa demi? avrupa kapılarına dayan, oraları iskan et, sana kâfi. kim takar anadolu'yu? bir beyliğin dahi bu topraklara bıraktığı eseri, koca imparatorluk bırakamamış... var olana da sahip çıkamamış, bundan daha büyük utanç olur mu? anadolu'yu gezdiğinizde zaten birçok eserin ya selçuklular'dan, yahut beyliklerden kalma olduğunu göreceksiniz. osmanlı'nın bir çeşmesi bile yok en basitinden, gerçekten yok. halka bu kadar sırt dönen, hayal içinde yaşayan bir istanbul saltanatından bahsediyoruz yani.

    valla çok net söylüyorum, atatürk bu ülkeyi devraldığında mehmet akif'in deyişiyle pislik içinde kalmış, hiçbir üretimi olmayan, borç içinde yüzen, insanların giyecek düzgün kıyafet bulamadığı bir ülkeyi şaha kaldırmıştır. bilhassa sanayi alanında 1923-38 arası sıfırdan yapılan işler şaşkınlık vericidir. atatürk bu kadar batmış, her tarafından kokuşmuşluk akan bir ülkeyi; beynelmilel arenada itibar görecek konuma getirmiş, nazi almanyası gibi dönemin en varlıklı yönetimine bile nota verecek kadar kudretli hale sokmuştur.

    fakat bunları osmanlıcı tayfa bilmiyor arkadaşlar. osmanlı'yı son yıllarında bile süper güç sanan masalcı bir kesimle karşı karşıyayız. o yüzden ''atatürk geldi, darbe yaptı'' gibi akıllara durgunluk veren söylemlerde bulunabiliyorlar. lan ne darbesi? darbe yapacak yönetim mi kalmış, siyaset mi kalmış, ne kalmış bu köhne yerde? her şey dört dörtlüktü, mükemmeldik, süper güçtük, aaa o da ne? mustafa kemal diye biri çıktı her şeyi mahvetti, sınırlar daraldı, lozan'da adaları verdik, musul'u verdik, 2023'te götümüzden petrol çıkaracağız. kafa bu işte, bu kadar çalışıyor.

    okuma, araştırma, mukayese yapabilecek durumda olma, sonra kalk sabahtan akşama masal anlat. bak bi de bunu ilkokul mezunu olan da yapıyor; televizyonlara çıkıp sözde tarih dersi verdiğini sanan profesörü de yapıyor... işin vahameti zaten orada yatıyor, burnumuz da pislikten çıkamıyor senelerdir.

    son sözüm: bu ülke insanına ciddi ve gerçek anlamda, masallardan mümkün mertebe kaçınarak anlatılacak iyi bir osmanlı tarihi eğitimi verilmesi elzemdir. bunu vermeden, savaş ve antlaşmalardan öteye geçmeyen karın ağrısı derslerden kurtulmadan genç nesillerin düşünce tarzını değiştiremeyiz. özel ilgi gösterip bol bol araştırıp okuyan insanlardan başka kimseyi ciddiye alamıyorum bu konuda, onlar da ülkede azınlık olmaktan kurtulamıyor maalesef. çoğunluk bu seviyede olunca, ortaya 16 senedir böyle bir tablo çıkıyor. hepinize kolay gelsin.

  • gemileri yakıp internet kafe açmak

    bilgisayarın giderek işlevini kaybettiği ve ayrıca herkesin evinde bir bilgisayar, cebinde de akıllı telefon olan çağda beyhude çabadır. her işte geriden geliyoruz tamam da, bari bu konuda yapmayın lan. 2005 yılında mıyız, ne internet kafesi? internetsiz kafe aç daha iyi.

  • 850 metrede ülkeden soğumak

    "evle işyeri arası mesafe 850 metre. yürümeye üşendiğim için arabayla gidip geliyorum."

    bunları yazan başlık sahibi arkadaş troll değilse, yani yazdıklarında ciddiyet var ise bu ülkeden soğumaya en büyük yeterli sebeptir kendisi.

    zaten avrupa'da, kent içinde yol hakkı yayaların olduğu için adamlar mütemadiyen durmamak adına araçlarına bizim kadar çok sık binmiyor. çoğu insan ya yaya olarak işine/okuluna gidiyor, yahut toplu taşıma ile, yahut da bisiklet ile. bu yüzden tıkanık trafik de oluşmuyor.

    bizde adam götünün üşengeçliğini bahane edip 850 metrelik mesafe için bile arabayı çalıştırdığı için yollar aşırı trafikten geçilmiyor, eh zaten malum yayalara yol verme diye bir prensip de yok, altında 90 model şahin olan bile terör estiriyor en işlek caddelerde.
    çünkü bizde yanlış yerleşmiş şöyle bi algı var: araç sahibi kent merkezinde, yayaların yoğun kalabalık gruplar halinde gezdiği yerlerde bile durma/yol verme lütfunda bulunamıyor. biz duracağız, araç gidecek. ben bu algıyı kırmak için senelerdir mücadele ediyorum ve yaya geçitlerinde kendimi atıyorum yola, gayet ağırdan alarak karşıya geçiyorum. içindeki müptezel arkamdan söver mi ne yapar umrumda değil. başka türlü bu ülkede arzu edilen medeniyet seviyesine ulaşamayacağız.

  • türk insanının yaşam felsefesi

    erkek için: doğup büyü ve bir şekilde öğretim hayatını bitir, askere git gel ve erken yaşta evlenerek monoton hayatını ömür boyu sürdür.

    kadın için: liseyi ya da sıradan bi üniversiteyi bitirdikten sonra yapacak kariyer bulamadan evlen, çoluğa çocuğa karış ve monoton hayat sürüp git.

    genel kültür, tarih, politika, ekonomi ve diğer alanlarda tek kelam edemeyecek kadar bilgiden mahrum insan yığınları var bu memlekette, yüzlercesine şahit oluyorum her gün. bu insanların
    doğru düzgün yaşamları bile yok ki felsefeleri eksik kalsın.

  • hüseyin nihal atsız

    bu başlık cahil turnusolü oldu iyice. hele bir kısmı var ki ırkçılık denen kavramı ciddi ciddi nazi almanyası'nın keşfettiğini düşünüyor. ırkçılık deyince nazilerden başka hiçbir çağrışım yapmıyor adamlarda.

    milliyetçiliği de fransızlar bulmuş demi? ondan evvel asırlarca insanları birarada tutan değerler bütününden eser yoktu? bi anda böyle her şey 19-20. asırlarda ortaya çıktı.

    ne bilgi be... paçalardan akıyor. avrupa görse kıskanır.

  • hüseyin nihal atsız

    bugünün celal şengör'ü, ilber ortaylı'sı ne ise, atsız da o idi. eserleriyle, yaptığı araştırma ve çalışmalarla bir nesli kendisine hayran bıraktı ve gitti... kürşad'ı türk toplumuna tanıtması, türk kara ordusunun kuruluş tarihini tespit etmesi ve süleymaniye kütüphanesini bize kazandırması bile çok büyük işlerdir.

    “hüseyin nihâl atsız süleymaniye kütüphanesini türkçe yapmıştır ve yayınladığı metinler de doğrudur. aşık paşazade’nin kitaplarını osmanlıca’dan türkçeye çeviren nihâl atsız’dır. o olmasaydı biz halen almanların, ingilizlerin çevirilerini okuyor olacaktık.” - ilber ortaylı

    ölüm yıl dönümünde andığımız büyük münevver. var olsun!

  • sıla'nın ahmet kural'dan hamile olması

    (bkz: bundan bize ne olması)

  • tr'nin adının anadolu cumhuriyeti olarak değişmesi

    "bir de türk soyundan gelmemenin verdiği gayrı millî şuurla anadolu'yu bir bardak, içindeki milleti bir kokteyl, türkler'i de bu kokteyle en son katılan içki saymak gibi hezeyan var ki taraftarları birtakım ruh hastalarından ibarettir." - hüseyin nihâl atsız

  • parlamenter sistem canımıza yetti

    işte atatürk bu yüzden saltanat süren ve halkı unutanları sürgün etmişti vakti zamanında. zira biliyordu ki, bu saltanat sürenler sürülmezse, ileride cahil halk galeyana gelerek cumhuriyete karşı savaş açabilir ve şeriatın/saltanatın yeniden tesis edilmesi için yeni kurulmuş bir cumhuriyet rejimine isyan edebilirdi. siz böyle bir ülkede, ingiltere'deki gibi hanedan soyunu yurt içinde barındıramazsınız. çünkü en basit ifadesiyle burası ingiltere değil.

    bak yüzyıl sonra hala nasıl hayaller kurup utanmadan sıkılmadan pişkince sözler sarf ediyor bu gibi kimseler.

    biz de atatürk'ün ifade ettiği gibi bir daha haykırarak söylüyoruz: çürümüş sarayların içinde halkı sefalete mahkum etmiş gölge adamların (sultanların) yurttan atılması, düşmanın denize dökülmesinden daha hayırlı bir iştir.

  • yaran facebook durum güncellemeleri

    ''yobaz matematiği;

    solcular dinsiz
    laikler dinsiz
    aleviler dinsiz
    atatürkçüler dinsiz
    =
    ülkenin %99'u müslüman''

  • ezanı yasaklayan zihniyet

    1950'lerde ülkeyi yönetmeye kalkan demokrat parti iktidarının zihniyetidir. yani pek muhterem zat adnan menderes'in işidir.

    atatürk, 1932 yılında ezanı halkın anlayacağı dilde türkçeye çevirerek dinde öze dönüş projesinin önündeki en büyük kilidi kırmıştır. ezan 32'de türkçeye çevrilmiş ve aynı zamanda türkçe o dönemde altın çağını yaşamıştır. çünkü türkçe bu sayede en tepeye, minarelere kadar yükselmiş ve halkın kulağına türkçe hitap edilmiştir. sonuçta biz arap olmadığımıza göre minareden çıkan arapça cümleler beni oldukça rahatsız etmekte. türkçe ibadetin dinen de hiçbir sakıncası yoktur. kuran'da ibadetinizi illa arapça yapın, ya da ezanı illa arapça okuyun gibi bir ayet de yoktur. dolayısıyla atatürk'ün ''dini türkçeleştirme'' projesi dinen de uygundur. eğer siz ''zinhar türkçe kuran okunamaz, türkçe ezan okunamaz'' derseniz, bu bir nevi küfre girer. zira bu şu demektir: ''allah türkçe bilmez.''

    nitekim kuran'ın da türkçeleştirilmesi ilk olarak 1922 yılında gündeme geldiğinde, o dönemin yobaz kafası kazım karabekir paşa büyük bir kaygı içinde ''aman efendim, kuran tercüme edilemez, yapmayınız.'' demiştir. bunu duyan atatürk de tarihe geçen şu pek manidar sözü söylemiştir: ''kuran tercüme edilemez demek, kuran'ın bir manası yoktur demektir.''

    atatürk dinde türkçeleştirme projesi ile islam dinine türk(çe) sahip çıkmıştır.

    atatürk, arapçayı kutsal olan dine veya başka bir şeye zarar vermek için değil; okuma-yazmayı zorlaştırdığı için kaldırmıştır. o dönemin okur-yazar istatistiklerine bakıldığında erkeklerde okuma yazma oranı yüzde yedi, kadınlarda binde dört, kürt vatandaşlar arasında ise binde birdir. toplumda bu kadar düşük bir okuma-yazma oranı varken; atatürk'ün harf devrimi ve sonrasında dini türkçeleştirme projesi takdire şayan ve hayırla anılması gereken bir iştir. harf devriminden sonra 1935 yılında yapılan sayımlarda okuma-yazma oranı ülke çapında %25'e çıkmıştır ki bu bir dünya rekorudur, tarihte başka örneği yoktur.

    peki şimdi menderes dönemine gelelim. attığı adımı dahi amerika'nın işaretine göre belirleyen menderes, halkın eğitimi için açılan köy enstitülerini 27 ocak 1954'te kapatmış, resmen amerikancı politikalarına zemin hazırlamak için halkı cahil bırakmıştır. yetinmemiş ezanı da türkçeden arapçaya çevirmiş ve halka ''siz isterseniz şeriatı dahi getiririz'' diyerek halkı din ile aldatmaya çalışmış, cahil halkın aklını bulandırmıştır. halkın anladığı dilden olan türkçe ezanı yasaklayarak tekrar kimsenin anlamadığı arapça ezanı getirmiş ve atatürk'ün dini türkçeleştirme projesi büyük bir darbe yemiştir. günümüzde yobazların sık sık dile getirdiği ''ibadet arapça olmalı, ezan arapça okunmalı'' gibi akıl almaz düşüncelerin kökeni menderes döneminde atılmıştır. şu an günümüzde türkçe kuran okuyan insana bile ön yargıyla yaklaşılmaktadır. onlara göre kuran da arapça okunmalı! iş dönüyor dolaşıyor kazım paşa ile atatürk arasındaki münakaşaya geliyor... türkçe ezanı yasaklayan bu zihniyet, çok şükür ki türkçe kuran'ı yasaklamamış!

    şimdi ben bir türk olarak sabah-akşam cami'den yükselen arapça sesleri anlamıyor ve dolayısıyla duymak da istemiyorum. ben türk'üm, ezanın da doğal olarak türkçe okunmasını talep ediyorum. ezanı anlamadığımız bir dilde okumanın hiçbir manası yok. bana manasız, çünkü ben arapça bilmiyorum. daha açık nasıl izah edeyim? ''arapça öğren o zaman'' diyecekler için de: hayır arapça öğrenmek zorunda değilim. kimseye zorla bir şey öğretemezsiniz, dolayısıyla zorla arapça ezan da okutamazsınız.

    bu ülkede yerde arapça yazılı bir kağıt gördüğünde onu alıp üç kere başına koyarak öpen insanlar var... zannediyor ki arapça kutsal bir dil! hayır, allah katında hiçbir dil kutsal değildir. o dönem araplara indirilen kuran anlaşılsın diye arapça indirilmiştir. bizim de anlayıp idrak etmek için kendi dilimizde, yani türkçe okumamız gerek. ayrıca o yerdeki arapça kağıt gibi her arapça harf gördüğünde heyecanlanan insanlara sesleniyorum: nerden biliyorsun o yerden aldığın arapça kağıt üzerinde belki saçma sapan hiç olmadık şeyler yazıyor? her arapça yazıyı dua zannetmek neyin kafasıdır? işte siz arapçaya kutsallık yüklerseniz, sonuç olarak böyle bilinçsiz bir toplum ortaya çıkar.

    hülasa sevgili okurlar, bu ülkede maalesef insanların diline bile karışılır olmuş! bu ülkede insanların türkçe ibadet etme özgürlüğüne bile karışılır olmuş! bu ülkede okuyup anlayabilelim diye türkçe kuran'a bile karşı çıkılmış ve bizi sapık tecavüzcü/din tüccarı hocaların eline bırakmışlar! artık gerçekleri görün! saatlerce mevlüt okutuyorsunuz arapça, ne anlıyorsunuz? hiçbir şey! dakikalarca ezan okunuyor, ne anlıyorsunuz? hiçbir şey! artık bu tabuları yıkın ve hür iradenizi ortaya koyun! sizi allah'ın kelamını anlamaktan dahi mahrum eden zalim iktidarlara niçin 66 senedir göz yumuyorsunuz?!

    sözlerimi ziya gökalp ve ahmet taner kışlalı'dan alıntı yaparak müsadenizle bitirmek isterim:

    bir ülke ki camiinde türkçe ezan okunur,
    köylü anlar mânasını namazdaki duanın...
    bir ülke ki mektebinde türkçe kuran okunur
    küçük büyük herkes bilir buyruğunu huda'nın...
    ey türk oğlu, işte senin orasıdır vatanın! ziya gökalp

    ''artık yabancılar türkiye'de yabancılık çekmeyebilirler; ama türk insanı türkiye'de yabancılık çekmeye başladı... aşağılık duygusunun ürünü bir 'yaranma içgüdüsü' bizi batı'ya yaklaştırmıyor, uzaklaştırıyor... tıpkı, 'tanrı uludur, tanrı'dan başka yoktur tapacak!' tümceleri ile sabah uykumun arasında bana bir başka huzur veren müezzin sesinin yerini, hoparlörlerden gümbür gümbür yayılan arapça tümceler alınca, tanrı'ya daha yaklaşacağımıza uzaklaştığımız gibi...'' (cumhuriyet - 29 kasım 1992) ahmet taner kışlalı

  • tdk'da regl olan kadın tanımı

    aslında ''kirli'' kelimesine tdk şöyle bir tanım yapmış: ''aybaşı durumunda bulunan (kadın)''

    başlığı, ''tdk'da kirli tanımı'' olarak açsam pek dikkat çekmeyecekti ki zaten haber sitesi de ''regl olan kadın tanımı'' şeklinde başlık atmış.

    ilgili haber: http://www.hurriyet.com.tr/…irli_sondakikahaberleri

    eğer ''regl'' sözcüğüne ''kirli'' tanımı yapılsa idi, bir nebze kabul edilebilirdi. fakat ''kirli'' sözcüğüne ''regl olmuş kadın'' tanımı yapmak neyin kafası? kirli şeylere dair bir sürü örnek gösterilebilir, mesela (atıyorum) ''hiç yıkanmamış araba.'' da ''kirli'' tanımına girebilir... sadece kadını bu şekilde ortaya atmak ve küçümsemek neyin nesi oluyor?

    yani şöyle olsa:

    regl: kirli (kadın) - (kabul edilebilir bir nebze)

    fakat;
    kirli: regl olmuş kadın(?) -bu nedir?

    ekleme: ifade edemiyorum sanırım kendimi. ''kirli'' sözcüğüne bir sürü tanım yapılır... ama hususi olarak ''regl olmuş kadın'' tanımı yapılamaz. böyle hedef gösterilemez. sap ile samanı karıştırmayın. ''regl'' kelimesinin tanımı için ''kirli kadın'' diyebilirsiniz fakat ''kirli'' kelimesinin tanımı için ''regl olmuş kadın'' diyemezsiniz, çünkü ''kirli'' çok geniş kapsamlı bir ifadedir. ''kirli'' deyince insanın aklına direkt ''regl ve kadın'' geliyorsa bi sıkıntı var demektir. şahsen benim aklıma kirli deyince kadın gelmiyor. bunların aklına neden geliyor acaba?

    ''kirli'' kelimesinin tanımı için o zaman şunlar da eklenmeli bana kalırsa: hiç yıkanmamış araba, temizlenmemiş ev, bitli kedi-köpek, ortalığı çöp götüren sokak vesaire vesaire... ''kirli'' kelimesi bunları da kapsıyor, bunları da yazsınlar o zaman? sadece ''regl olmuş kadın'' demek ne oluyor?

    ekleme 2: ahahahah ''faşist feminist'' ilan edilmişim. hmm... hem faşist, hem feminist? tdk'nın yapmış olduğu bu ''kirli'' tanımından daha ilginç bir şey varsa, o da bana yapıştırılan bu ''faşist ve feminist'' tanımıdır. ahahahaha. neyse lan daha bir şey yazmıyorum, nabarsanız yapın. kalıplaşmış/dogmatik yanlışlarınızı düzeltmeye çalışıyoruz, yine biz hatalı oluyoruz. sizde hiç hata yok, devam bu kafayla.

    ekleme 3: başlığın değiştirilmesini yetkililerden talep ediyorum. ''tdk'da kirli tanımına regl örneği vermek'' gibi veya başka daha uygun sözcüklerle değiştirilsin bu başlık. dikkat çekmek için ben böyle açmıştım fakat insanlar akıl tutulması yaşadığı için benim anlatmak istediğim şeyi idrak edemedi. arada ben linç edildim salakça. birisi değiştirsin başlığı.

    niteliğine bakılmadan her önüne gelen yazar yapılırsa, ortaya böyle sonuç çıkar. şu yapılan yorumlara bak, zavallılar.

    ekleme 4: 2 saat kadar bi aradan sonra fırsat bulup tekrar sözlüğü açtım ve yazılanlara, gelen mesajlara baktım. arkadaşlar öncelikle iyi niyetle mesaj atan ve iyi dilekte bulunan yazarlara teşekkür ediyorum, en azından yalnız olmadığımı kanıtladılar bana. eksik olmasınlar.

    bir diğer husus, azınlık durumundaki 3-5 yazar arkadaş ''cihangir'den çıkın, halka karışın'' gibi veyahut ''köylerde çok kullanılır bu tabir'' gibi şeyler yazmış ve beni ''halk arasına karışmayan cahil'' olarak suçlamışlar. bu 3-5 yazarı lütuf buyurarak ciddiye alıyor ve cevap veriyorum: hem köy, hem şehir hayatı yaşamış bir insanım çok şükür ve hatta hala da o şekilde yaşıyorum. bulunduğum konum buna elverişli zira, çok merak edenlere özelden sorarsalar nerede yaşadığımı söylerim. burada söylemeyeceğim.

    eğer siz ''kirli'' sözcüğüne ''regl olmuş kadın'' tanımı yapacaksanız illa; ''cünüp erkek'' veya ''cenabet erkek'' tanımı da yapmanız gerek. çünkü o da bi kirliliktir. hani birileri de ''ikinci tanım olarak kadın kastedilmiş, birinci tanımda öyle bir şey yok. bence normal.'' demiş fakat, normal değil. tekrar söylüyorum: ikinci tanım da olsa böyle saçma bir tanım yapacaksanız illa, erkek için de bir şeyler yazmanız gerek. direkt kadını bu şekilde hedef gösteremezsiniz.

    benim son olarak naçizane tavsiyem olacak: değişim güzeldir arkadaşlar, iyidir. bilhassa kafa değişimi çok güzel şeydir. hayatı, insanları, genel olarak dünyayı değiştirmek ve bu köhnemiş düzeni, kalıplaşmış/dogmatik tanımları, ifadeleri, sözcükleri değiştirmek istiyorsanız; evvela kendinizi değiştirin. kendinizden başlayın. göreceksiniz, siz doğru bilinen yanlışları çürüttükçe insanlar da değişecektir ve bu tarz aşağılayıcı ve yanlış ifadeler kalmayacaktır.

    ayrıca kendisiyle samimiyetim olan bir yazar arkadaşımın da dediği gibi benim de aklıma ''kirli'' deyince ekmek teknesi'ndeki karakter geliyor. neden? çünkü kafam temiz, en önemlisi niyetim temiz, gönlüm temiz. fakat artık %50 kadar muhaliflerin bile beyni o kadar çok bulandırılmış ki, ''kirli'' deyince akıllarına kadın geliyor! nerden nereye... bi ülke bu kadar mı yozlaşır? bu kadar mı araplaşır? bu kadar mı gerici zihniyetin tesirinde kalır? (söz konusu yazar arkadaşımın işbu konuyla alakalı tespiti: (bkz: #60277299)

    gönlü temiz yazar arkadaşlara teşekkür ediyor, bu köhnemiş düzende başarılar diliyorum.

    türk kültürünü ''kirleten'' ve kadına ''örtülmesi, gizlenmesi gereken şey'' manasında ''avrat, kirli'' gibi tanımlar yapan arap zihniyetli insanların azalarak bitmesi dileğiyle...

  • kutü'l-amare savaşı

    ingilizlerin isteği üzerine adnan menderes bu zaferin kutlanmasını yasaklamıştır.

    yeni yalan tarihçiler bu zaferi kutlamanın yasaklanmasını atatürk'ün istediğini söyleyip, ''mustafa kemal o savaşta olmadığı için kazanılan zaferin kutlanmasını istememiştir. çünkü savaşın içinde kendi ismi yok.'' gibi zevzek zevzek laflar etmektedir.

    çok sevdikleri adnan menderes'in böyle bi zaferi kutlamanın yasakladığını bilmezler...

    ''osmanlı'nın 1. dünya savaşı'nda çanakkale'den sonraki en büyük zaferi durumundaki kutülamare (kut) zaferi, atatürk döneminde de milli bayram olarak kutlanmaya devam etmiştir. enver paşa'nın amcası halil (kut) paşa'nın 29 nisan 1916 tarihinde kazandığı kut zaferi, türkiye'nin 1952 yılında nato'ya girişine kadar kut bayramı olarak kutlanmıştır. atatürk'ün liseler için hazırlattığı 'tarih 3' adlı kitapta kut zaferi'nden şöyle söz edilmiştir: 'çanakkale boğazı harikalarından başka, ırak'ın kuzey çöllerinde, her türlü savaş aracının yoksulluğu içinde uğraşan 3000 kadar silahlı türk, 12 bin kişilik ingiliz kuvvetini kutülamare'de esir aldı.' 1952 yılında ingilizlerin menderes'e baskı yapmaları sonucunda kut zaferi tarih kitaplarından çıkarılmış, kut bayramı da kaldırılmıştır.'' (kaynak: panzehir)

    23 nisan'ı yasaklayan zihniyet ile kut bayramını yasaklayan zihniyet... hiçbir fark yok. o zamanın tarihçisi de ''kumar üstadı'' necip fazıl idi. bu zamanın tarihçisi de fesli saray soytarısı.

    bu ülke 1950 yılından beri başa gelen sağcı-islamcı partilerin yapmış olduğu icraatlardan dolayı çok çekti ve çekmeye de devam ediyor.

    not: ''zihinsel mastürbasyon yapmamızı sağlayan iki savaştan biri.'' diye atıp-tutanlar var yine... ''iki savaştan biri '' deniliyor; yani diğeri de çanakkale savaşı. bu tatlı su solcularının milli bayramları kutlamayı absürd bulmalarının ve böyle kut'lu zaferleri küçümsemelerinin temelinde zaten türklük aleyhtarlığı yatıyor. bunların 23 nisan'ı yasaklayan zihniyetten zerre kadar farkı olmadığı da bir kez daha ispatlanmıştır. başka söz istemez.

    ha bir de ''başkent kaybedilmiş, ben niye övüneyim'' diyorlar... bu şanlı zaferler kazanılmasaydı, sen esas o zaman görürdün başkentin nasıl kaybedildiğini! eğer bu savaşlarda zafer elde edilmeseydi, düşman donanması istanbul'a böyle sessizce gelip, sessizce gider miydi bir düşünün... yoksa her tarafı denizden ve havadan bombardımana tutarak yaka-yıka mı gidip-gelirlerdi, onu da düşünün.

    düşünmek için biraz akıl gerekiyor arkadaşlar, başka bir şey lazım değil. dağılın şimdi.

  • özgecan aslan'ın katillerinin cezaevinde vurulması

    (bkz: http://www.hurriyet.com.tr/…ri_kriminal/adliolaylar)

    aklı öldürürsen,
    ahlak da ölür.
    akıl ve ahlak ölürse,
    millet bölünür...
    kadıyı satın aldığın gün adalet ölür,
    adaleti öldürdüğün gün
    devlet de ölür. - sultan ikinci mehmet

  • öğrenildiğinde ufku iki katına çıkaran şeyler

    ''harp akademisi'nin üçüncü sınıfına geçtiğimiz zaman mustafa kemal, selanik'e sılaya gitmeden önce bizde misafir kaldı. o günlerin birinde satılmış çavuş'u da alarak alemdağı'na uzandık. arkadaşım samimi bir doğa aşığı idi. ormanlık yerlerden çok hoşlanırdı. öğleye doğru pınar başında mola verdik... uzaklarda bir kasır vardı ve manzarası harikulade güzeldi. adeta mustafa kemal'i büyüledi... oradan ayrılırken mustafa kemal: 'fuat' dedi, 'insan yaşlandıktan sonra şehirlerin gürültülü hayatından uzaklaşmalı, böyle sakin ve ağaçlık bir yere çekilmelidir. bak, şu karşıdaki köşk insanın ruhuna nasıl bir ferahlık veriyor.'' (ali fuat cebesoy'un anılarından...)

    bugünlerde gündeme gelen ve ''cehape döneminde küçük çocuklara bira içiriliyordu'' gibisinden söylemlere yol açan atatürk orman çiftliğinden, nam-ı diğer: örnek çiftlikler (yeşil cennet) projesinden söz etmek ve ufkunuzu 2 katına çıkarmak istiyorum.

    karşı devrim politikalarının 1950'den beri güdüldüğü ve 2002'den itibaren tavan yaptığı bu cahiliye döneminde gazi paşa'nın her eseri maalesef saldırı altındadır... ve sesini çıkartıp karşı koyabilen olmadığı sürece atatürk düşmanlığı tavan yapıp gidecektir ne yazık ki. en son işte devlet kanalı trt 1'de, gündem ötesi programında atatürk'e ve kurduğu cumhuriyete türlü türlü iftiralar atıldı. ilber hoca'nın deyişiyle şu anda sokağa düşen tarih var ve bu sokak tarihçiliği, halkı çok kötü zehirlemekte.

    ben bu yayılan zehirleri bertaraf etmek için elimden geleni yapıyorum. bu yüzden yazılarım uzun olabiliyor, ''uzun bu'' deyip okumamazlık etmeyin. bilinçlenin ki meydanı boş sanmasınlar. zira okullarda böyle şeyler öğretilmiyor... okullarda ne öğretiliyor ki atatürk ve yaptığı-yapmak istediği projeler öğretilsin?

    her neyse, müsadenizle devam ediyorum. afet inan, atatürk'ün cumhurbaşkanlığı köşkü için çankaya'yı seçmesinin temel nedeninin, bölgenin ağaçlık olmasından kaynaklandığını belirtmiş ve şunu demiştir: ''atatürk'ün çankaya'yı seçmesinde etken, birkaç büyük karakavak ve söğüt ağaçlarının bulunması idi. onların rüzgarlı günlerdeki hışırtısından daima zevk duyardı.''

    atatürk, latife hanım'a da ''ben buraya bu çevredeki gür yapraklı birkaç güzel ağaç yüzünden taşındım.'' demiştir.

    aslında baktığımız zaman atatürk'ün doğa sevgisi inanılmaz boyutlardadır. zaten öyle olmasa, bi ağaç için koca köşkün altına raylı sistem kurdurup o köşkü 4-5 metre kadar taşıttırır mıydı? ''köşke çarpan dalı kesin'' der geçerdi. hatta günümüz politikacıları gibi olaya baksaydı, ağacı yerinden söktürür atardı!

    nuri ulusu anlatıyor:

    ''çankaya köşkü'ne girerken büyükçe bir ağacın bir dalı iyice büyümüş ve yol üzerine uzanmıştı, dolayısıyla bu dal yoldan geçen otomobillerin geçişlerine baya engel oluyordu. bu sebeple de bu dalın kesilmesi gerekiyordu. bahçıvanların bir gün dalı kesmeye karar verdiklerini öğrendim. bunu sakın atatürk'ten habersiz yapmamalarını, aksi takdirde atatürk'ün ağır hışmına uğrayabileceklerini kendilerine tembihleyip, ferdası sabahta ilk iş olarak bu hususu gazi paşa'ya da anlatarak izah ettim. sözüm biter bitmez birdenbire sinirlenerek, 'yahu bunlar benim ağaç sevgimi hala öğrenemediler mi? iyi ki haberin olmuş da önlemişsin, eğer kesselerdi benden iyi bir zılgıt yerlerdi. söyle onlara nuri, o dal katiyen kesilmeyecek, o noktaya isabet eden yeri alçaltsınlar, geçişi böyle temin etsinler. tamam mı?' diyerek beni yollamıştı. hemen bahçıvan başına ve diğer yetkililere derhal gerekli talimatı verdim. birkaç gün içinde de yolda gerekli düzenleme yapıldı ve ağacın o dalı kesilmekten kurtuldu.''

    nuri ulusu anlatmaya devam ediyor:

    ''yine bir gün çiftliğe, akköprü denilen yere gidiyorduk. yanımızda afet inan da vardı. o bölgeye atatürk'ün talimatıyla özellikle hep yemiş ağaçları dikildiği için buraya yemişlik adı verilmişti. ben şoförün yanındaydım. atatürk arkamdan şoföre 'yavaşla' dedi, yavaşladık. ağır ağır giderken onun arkadan dikkatle etrafı tetkike başladığını gördük. bir müddet baktıktan sonra şoföre 'geri dön!' dedi, döndük. yine yavaş yavaş aynı yoldan giderken o yine dikkatlice etrafı süzüyordu. bir müddet sonra tekrar 'geri dön, yola devam' dedi. hepimiz ne oluyor diye şaşırmıştık ki, bize dönerek sertçe 'burada bir iğde ağacı vardı, ne oldu? ne yaptılar bu ağaca?' diye sual etti. hepimiz, bu sefer iyice şaşırdık. benim bu konudaki dikkatimi çok iyi bildiğinden özellikle bana tekrar sordu: 'nuri ne oldu bu iğde ağacına?' çok şaşkındım, ama hemen toparlanarak cevabımı veriverdim: 'paşam, ben bu yemişlikler dikilirken yoktum, o sebepten bilemiyorum, bilen varsa sorup öğrenip size malumat veririm' deyince, 'vah vah, gitmiş bizim iğde ağacı, gerisi boş laf!' diye cevapladı ve şoföre 'sür!' emri verdi.'' (afet inan da bu olayı benzer şekilde anlatır.)

    ''atatürk, bu önemsiz gibi görünen işten hüzün duymuştu. uyarılarda bulundu, emirler verdi, eski ağaçlar da korunacak ve bakılacaktı. zira o, yeşilliğin hasretini istiklal savaşı boyunca çok çekmişti...
    o gün çiftlik dönüşü uzun uzun ağaçlardan söz etti. doğanın bu varlığı insanlara büyük bir kazançtır. onlardır ki toprağı verimli kılarlar. insan topluluklarının yer seçmelerine rehbberlik ederler. bunun üzerine münakaşa konumuz şu yola dökülmüştü: 'coğrafi muhit mi insanlar üzerine tesir yapar, yoksa insanlar mı o muhite hakim olurlar?'

    otomobil gezilerinde ekseriya bu gibi konuşmalar ve münakaşalar olurdu. ben tarihi örneklere dayanarak diyordum ki: 'tabiat büsbütün kısır olursa insan kuvveti ona tesir yapamaz.' atatürk ise insan zekasının her şeye gücünün yettiğini, doğaya da azami derecede egemen olabileceği kanaatinde idi. nihayet şu sonucu kabul ediyorduk: 'insan bütün tarih boyunca tabiatın bazen esiri, bazen de hakimi olmuş ve bu hal insan toplumlarının medeniyette ilerlemeleriyle doğru orantılı olarak gelişmiştir.''

    arkadaşlar, bu ve benzer anıları anlat anlat bitmez... atatürk'ün doğa sevgisi öylesine güçlüydü ki, ben onun bu doğa sevgisini idrak ettikten sonra günümüz türkiye'sinin hızla betonlaşmaya gitmesinden dolayı büyük utanç duyuyor ve ciddi tasalanıyorum. nasıl tasalanmayayım? ağaçların katledildiği, her yere binaların dikildiği ve şehir hayatının giderek betonlaştığı yeni türkiye(!)den 100 yıl önce atatürk, doğa sevgisini şöyle açıklamıştır: ''ağaç, çiçek ve yeşillik medeniyet demektir. yeşil görmeyen gözler renk zevkinden mahrumdur. burasını öyle ağaçlandırınız ki kör insan bile yeşillikler arasında olduğunu fark etsin.''

    artvin'de maden uğruna 3.500 ağacın kesileceğini ve yerine en az 2 kat daha fazla ağaç dikileceğini geçen gazetede okudum. yahu, ''özrü kabahatinden büyük'' derler ya, aynı o hesap. sen 3.500 ağacı kestikten sonra, yerine istersen milyarlarca ağaç dik! ne fayda! bu ne demek biliyor musunuz? yeni doğan bir bebek düşünün, ''bu bebeği biz öldüreceğiz, yerine yenisini yapacağız'' demek!

    atatürk, son yıllarında, hasta yatağında sabiha gökçen'e dert yanmış ve ağaç-doğa sevgisinden şöyle bahsetmiştir: ''içimdeki duyguları anlatabilmekte güçlük çekiyorum. bu yeşil tutkusunu, bu ağaç sevgisini... insanlar öldükleri zaman böyle ormanlıklar içine gömülmeliler. hiç olmazsa orada ağaçların serinliği ve koruyuculuğu altında rahat ederler...''

    ''ormansız ve ağaçsız toprak vatan değildir. eğer vatan denen şey kupkuru dallardan, taşlardan, ekilmemiş alanlardan, çıplak ovalardan, kentlerden, köylerden meydana gelseydi, onun zindandan farkı kalmazdı...'' diyen atatürk'e bugün yobazlar ağza alınmayacak küfürler ediyor!

    atatürk orman çiftliği'ne gelelim. ankara başkent olmadan evvel, medeniyetin m'sini görmemiş, çorak, bitkisiz, kara kuru ve oldukça bakımsız bir yerdi. falih rıfkı atay, çankaya kitabında bu gerçeği şöyle dile getirmiştir: ''ankara başkent olabilir mi, olamaz mı? iklimi buna elverişli midir? ileride birkaç yüz bin nüfusu idare edecek su bulunabilecek midir? bu çıplak toprak bir gün yeşerebilecek midir? aydın bir generalimiz, 'ankara'nın merkeziliği geçici bir şeydir. sıfırın üstünde medeniyet olmaz. onun için buraya çok masraf etmemeliyiz' diyordu. bir başkası, 'bir müddet kalırız. yerleşmeye uğraşırız...''

    atatürk, bozkırın bu parçasına yemyeşil bir örnek çiftlik kurabilmek ve insanları şaşırtabilmek için çok uğraşacaktır... ancak kararlıdır, bu kararını şöyle dile getirmiştir: ''burada bir çiftlik kuracağım. bu çiftlikte hayvanlar yetiştireceğim. bir küçük ormanın kenarında tarım endüstrimize ait bacalar tütecek.'' diyerek ankara'da bir orman çiftliği kurmuştur.

    atatürk, yurdun tanınmış ziraatçilerinden bir heyet oluşturmuş ve onlarla meseleyi istişare ettikten sonra çiftlik için seçilecek uygun arazinin bulunmasını istemiştir.

    o heyetten birisi şunları söylemiştir: ''çiftlik yeri için uzun boylu dolaşmaya ve ankara'nın çevresinde başka başka tabiat hususiyetleri aramaya lüzum görmemiştik. sebep basitti: kıraç bir bozkırın ortasında bir ortaçağ şehri... ağaç yok, su yok, hiçbir şey yok... ankara'nın çevresinde çiftlik olacak bir yer ararken en az bugünkü çiftlik yeri üzerinde durmuştuk. burası tabiatın cömert davranmadığı, bakımsız, hastalıklı, sarı ve insanı bakarken bedbin eden bir halde idi. içinden şimendifer geçen arazinin bataklık yerlerinde şehrin hayatını zehirleyen, etrafa yaşayanları kendisi gibi renksiz ve hastalıklı yapan sazlıklar, birer sıtma kaynağı halinde idi. biraz kıraç yerlerinde kartallar ve akbabalar, o zaman dört kerpiç duvardan başka bir şey olmayan mezbahanın etrafında yuvalar yapmışlardı. burada medeniyetin ve insanın eseri olarak yalnız bir demiryolu ince bir şerit halinde uzanıyordu... tetkiklerimiz bittiği zaman neticeyi büyük şef'e arz ettik. atatürk, elleriyle bugünkü çiftliğin olduğu yeri işaret etti: 'burayı gezdiniz mi?' dedi. buranın bir çiftlik kurmak için bulunması lazım olan vasıflarından hiçbirini taşımadığını; bir bataklık, çorak, fakir olduğu hakkındaki ortak kanaatimizi söyledik. atatürk'ün bize cevabı şu oldu: 'işte istediğiniz yer böyle olmalıdır. ankara'nın kenarında hem batak, hem çorak, hem de fena bir yer. burayı ıslah etmezsek, kim gelip ıslah edecektir?''

    imkansızları başaran büyük şef, yine bir imkansızı başarmak için harekete geçmiştir. atatürk, kendisine biraz daha iyi yeşil-sulak arazileri önerenlere ise: ''ben zor olanı yapayım. siz arkamdan kolay olanları nasıl olsa yaparsınız'' demiştir.

    ankara'nın bugünkü belediye başkanından çok daha önce (muhterem melih başkan bi ara ankara'ya deniz getireceğim diyordu, ondan bahsediyorum.), atatürk bu çiftlik içinde yeşilin ve mavinin tonlarını aynı anda görmek istemiş ve başarılı da olmuştur: ''halk için büyük, çok güzel bir bahçe yapalım... gelip eğlensinler, çocuklar oynasın. büyük bir de havuz olsun. dileyen yüzsün, dileyen sandala binsin. uygun yer bulunabilirse bir havuz daha yapalım. ankara suya, yüzmeye alışsın. su uygarlıktır. benim için de tepeciklerden birinin üzerinde bir ev yeri ayırın...'' demiştir. (söz konusu havuzu ve medeniyeti görmek için tıklayın)

    atatürk, çiftliğin kurulacağı 20.000 dönümlük (gerçekten çok büyük bi arazi) bataklık ve sazlık araziyi bizzat satın almıştır. çiftliğin temeli 5 mayıs 1925 tarihinde bir hıdırellez günü atılmıştır.

    çiftliğin temel atma törenlerinde atatürk ve arkadaşları için çadır kurulmuştur. atatürk, çiftlik tamamlanana kadar çiftlikle yakından ilgilenmiş, bazı yerlerine bizzat kendisi müdahale etmiştir.

    çiftliğe her yıl en az 50 bin ağaç dikilmesi planlanmıştır. sekiz yıl geçmeden, 3 milyondan fazla çeşitli fidanlar dikilmiş ve hepsi de tutmuştur.

    atatürk'ün traktör sürerken çekilmiş meşhur fotoğrafı vardır. (görmüşsünüzdür diye atmıyorum) o fotoğraf da işte bu orman çiftliğinde çekilmiş, hatta zaman zaman çiftliğe traktör ile gittiği olmuştur.

    ''atatürk, 6 kasım 1925 tarihinde birkaç dostuyla birlikte çalışmaların durumunu yakından görmek için yine çiftliğe gitmiştir. anayollar yapılmış, bazı tarlalar, sebze bahçeleri, bağlar ekilmiş, dört bir yana binlerce fidan dikilmiştir. artezyen kuyularından fışkıran sular kanallardan akarak büyük dereye karışmaktadır. atatürk rahatlamıştır. çiftliğin iki-üç yıl içinde tamanlanacağına kanaat getirmiştir. tepe üzerinden yollar, ağaçlar, binalar, tarlalar, çimenler görünmektedir. bu manzarayı seyreden atatürk, yanında bulunan nuri conker'e dönerek, 'sevgili nuri, bu çorak toprakta ısırgan otu bile bitmez dediğini hatırlıyor musun?' diye sorunca, nuri conker 'hayır efendim, hatırlamıyorum!' demiş ve bu sefer salih bozok, nuri conker'e dönerek 'yine yenildik!' demiştir.''

    nuri ulusu'dan devam ediyorum: ''söğütözü'ndeki küçücük kulübe de çok hoşuna giderdi. bazen gider söğütler altında bağdaş kurmak suretiyle oturur, sigarasını zevkle tellendirir, kahvesini de yine aynı zevkle içerdi. atatürk orman çiftliği içinde bir zamanlar, ankara'nın beyaz, kaşar peynirleriyle yoğurt, süt, ayran ve yumurta ihtiyacını karşılamak üzere satış mağazaları açılmıştı. hatta bir de halkın sıcak yaz günlerinde bira içme zevkini karşılamak üzere bir bira fabrikası ve bira parkı yapılmasını emir buyurdular.

    ...kurak, çorak, ağaç yeitşmez denen o yerlerde devasa ağaçların, nadide çiçeklerin yetiştiği muazzam bir çiftlik yarattı. halkının hizmetine sundu. o hep yapılmazları yapan değil miydi zaten.''

    işte bunlaaaar! halkın zevkini karşılamak için bira fabrikası açtılar! ayyaşlar! ülkeyi bunlar yönetti! iyi öğrenin diye size anlatıyorum bunları, iyi okuyun! görüyor musunuz çiftliğin ne kadar zararlı bir virüs yuvası olduğunu? kardeşlerim, artık çok şükür ne çiftlik kaldı, ne bira fabrikaları... her şeyini kendi üreten fakir bir cumhuriyetten, her şeyi satan ve samanı dışardan ithal eden zengin bir yeni türkiye'ye geldik! bu başarı(!) bize yeter!

    artık sözü daha fazla uzatmadan, çiftlikte nelerin üretildiğini tam kavrayabilmeniz için açılan fabrikaları ve üretimleri yazıyorum:

    atatürk orman çiftliğinin 582 dönümü meyvelik, 700 dönümü fidanlık, 148.000 dönümü tarımsal arazi, 1450 dönümü ormanlık, 400 dönümü asma fidanlığı, 100 dönümü de park ve bahçe olarak ayrılmıştır. çiftlikte bir tavuk çiftliği ve hayvanat bahçesi de kurulmuştur. (gerçekten cennet gibi bir izlenim yarattı bende, keşke o yıllara gidip görebilseydim.)

    çiftlikte 8 fabrika vardır:

    süt fabrikası: günde 15.000 litre süt ve 1000 kilo tereyağı işleyebilmektedir.
    bira fabrikası: yılda 7000 hektolitre bira üretebilmektedir.
    malt fabrikası: bira üretiminde kullanılacak maltı üretmektedir.
    buz fabrikası: günde 4 ton buz üretebilmektedir.
    soda-gazoz fabrikası: günde 3000 şişe soda ve gazoz üretebilmektedir.
    şarap imalathanesi: yılda 80.000 litre şarap üretebilmektedir.
    deri fabrikası: yılda 14.000 çeşitli deri işleyebilmektedir.
    ziraat aletleri ve demir fabrikası: her türlü ziraat aletini ve demir aksamı üretilmektedir.

    ayrıca inekçilik, sık yumurtlayan tavuk cinsleri üretmek, peynircilik ve tereyağcılık, meyve ağaçlarının yetiştirilmesi ve bağcılık türlerinin iyileştirilmesi, yetenekli gençlerden bilimsel ve pratik bilgilerle donanmış çiftçiler yetiştirmek, buğday yetiştirmek, bilimsel yöntemlerle tohum cinsleri iyileştirmek gibi sağlam ve temelli işlere de imza atılmıştır.

    benoit mechin, ''kurt ve pars'' adlı kitabında atatürk orman çiftliğinden şöyle söz etmiştir: ''bu örnek çiftliği, onun isteği üzerine bir çalışma ve eğitim merkezi haline getirildi ki bütün doğu'da bir benzeri yoktu. bu tarım enstitüsü bütün iç asya'ya pek büyük faydalar temin etti. buradan anadolu köylülerine, hayvan cinslerini iyileştirmeye yarayan damızlıklar ve 'başkumandan buğdayı' dedikleri tohumluklar verildi. nihayet, ziraat bankası'nın arttırdığı kredilerle köylü yeni biçim tarım aletlerini satın alabildi ve bu sayede vaktiyle rum ve ermeni sermayederlerin elinde soyula soyula düştüğü elim sefaletten kurtulmaya başladı.''

    yani arkadaşlar, kısacası bu çiftlik öyle bir çiftlikti ki... insanların gezip dinlenmelerinin dışında; modern ziraat ve hayvancılık tekniklerinin uygulandığı, ziraat fakültesi öğrencilerinin staj yaptığı, örnek sanat atölyelerinin ve ilk sanayi kuruluşlarının bulunduğu bir tarım ve hayvancılık merkezi haline gelmiştir zamanla, üstüne koya koya her yıl.

    ve atatürk'ün bu çiftliğinin, bir vasiyet ile komple devlet hazinesine devredildiğini biliyor muydunuz?

    ''olmaz'' denilen, nuri conker'in ''burada ısırgan otu bile bitmez'' dediği yerde adeta yemyeşil bir cennet kurulmuş ve insanlar bilinçlendirilmiştir. ankara, medeniyet görmüştür. ankara, diğer illere de bu bakımdan çok iyi bir örnek olmuştur.

    atatürk'ün bir vasiyet ile hazineye devrettiği bu çiftlik, bugün vasiyete aykırı olarak yandaşlara ve yabancılara haraç mezat peşkeş çekilmektedir.

    atatürk'ün gizli vasiyeti peşinde koşanları uyarıyor ve önce atatürk'ün elimizdeki açık vasiyetlerine sahip çıkılmasını istiyorum!

    ve biz bugün, bırakın atanın kurduğu ülkeye sahip çıkmayı; yalova'da uğruna koca köşkü taşıttığı ağaca bile sahip çıkamadık...

    uçak üreten bir türkiye'den, samanı dışardan alan yeni türkiye'ye geldik.

    bugün, birileri çıkıp ''chp döneminde küçük çocuklara bira içiriliyordu'' diye beyan veriyor.

    içirir! hakkıdır! siz ne yaptınız ki bu ülke için, ahkam kesiyorsunuz? tüm politikacılar için konuşuyorum, siz ne yaptınız ki atatürk'ü eleştirme gafletinde bulunabiliyorsunuz? nerden geliyor bu cüret?

    tüm bu anlattıklarım aslında sadece özettir. bugün, okullarda bu örnek çiftlik projeleri ve daha nice projeler öğretilmediği için, bu okullarda yetişen çocuklar büyüyünce ''atatürk ayyaştı, genç nesilleri de ayyaş olarak yetiştirmeye çalıştı'' diyor. der, çünkü işin aslının öyle olmadığını bilmez. inanılmaz bir üretim yapıldığından kimsenin haberi yoktur, sonra bu yobaz kesim facebook'ta çıkar ve bir bira fabrikasına ait görsel paylaşarak ''onca şehit, rahatça bira-sigara içmek için mi verildi?'' der.

    atatürk'ü anlayabilmek için çok okumak, çok araştırmak gerek.

    atatürk'ün tırnağı olamayacak adamların onu kalkıp eleştirmesi, beni çok güldürürken aynı zamanda kara kara düşündürüyor. çünkü bu gidişat, gidişat değil...

    (kaynak için: akl-ı kemal)

  • öğrenildiğinde ufku iki katına çıkaran şeyler

    daha önce fotoğraflara bakarken denk gelip merak edenler muhakkak olmuştur. o merağınızı gidermek isterim.

    atatürk'ün bir gözü neden diğer göze göre farklı noktada duruyor? şaşılık mı var?
    atatürk'ün sol gözü 1911 yılında trablusgarp harbinde italyan bir uçaktan atılan el bombasının şarapnel parçasından dolayı yara almıştır. tam tedavi olmayıp cepheye döndüğü için sol gözü hafif diğer tarafa doğru bakar.

    adam/atam ''gerekirse gözümü bile feda ederim ama cepheye bir şekilde dönerim'' demiş.

    sol göze dikkat
    sol göze dikkat 2

  • yaran facebook durum güncellemeleri

    nihat hatipoğlu ramazan ayında 600 bin kazanıyor, diğer 11 ay yatıyor ise 11 ayın sultanı nihat hatipoğlu'dur.