romica29
profili

  • norm ender 100. yıl marşı

    yıllardır o kadar dolmuşum ki, "cum" hecesi geçse duygulanıyorum bugünlerde, bu marşı dinlerken de gözlerimden yaşlar aktı. normalde öyle marşla falan kabaran biri de değilim ama yaşlanıyor muyum, neyim. neyse, çok güzel olmuş, emeği geçenlerin eline sağlık.

  • türk kızlarının %90'ının ruh hastası olması

    iyi valla, dating aplikasyonlarındaki öznel deneyimlerimiz istatistiki veri olarak kabul ediliyorsa; ben de rahatlıkla türk erkeklerinin %100'ünün sapık olduğunu söyleyebilirim.

    sabahtan akşama sözlükte kadın düşmanlığı yapan sözlük yazarlarını koy afganistan'a, taliban'ın arasında hiç sırıtmazlar. her iki kesim de kadını sosyal yaşamdan izole etmek için tacizi ve zorbalığı kullanıyor.

    yemezler koçum, sen giderken biz dönüyorduk.

    sizin değersiz varlığınıza, şu vasıfsızlığınıza aklı başında hiçbir kadın sümüğünü silmez, ondandır böyle sinirden kendinizi sikecek noktaya gelmeniz.

    maymunu tokatlarken sol elle mizojinist entriler girmeye devam :)

  • camdaki kız

    hayatımda ilk kez rtük ihbar hattını arayarak bir dizinin (camdaki kız) yayından kaldırılması ve bir televizyon kanalının (kanal d) kapatılması için şikayette bulundum.

    gerekçe olarak, prime time'da ailelerin çocuklarına şiddet ve işkence uygulamasının, hem küçük bir kızın hem de o kızın yetişkin halinin annesi tarafından bekaret kontrolüne götürülmesinin, bekaretin saflık ve temizlikle ilişkilendirilmesinin toplumun ruh sağlığını bozmasını, her gün üç kadının kadın cinayetine kurban gittiği bir ülkede kadın haklarına, insan haklarına yapılmış en büyük saldırı olmasını gösterdim.

    saçımı başımı yoldum izlerken, bu ne aymazlıktır ya!

  • maltepe altayçeşme sapığı bulunsun

    yaklaşık 20 yıldır altayçeşme mahallesi'nde bir sitede yaşıyorum. işim de hep avrupa yakası'nda olmuştur. çevremdeki insanlar neden bunca yol tepmek yerine karşıya taşınmadığımı sorduklarında, "çok güvenli, çok düzgün insanlar oturuyor, huzurlu, sakin, temiz, medeni. çocuklarda aklım kalmadan işime gidip gelebiliyorum," diye yanıtladım bu soruyu hep.

    orta halli memur, öğretmen, akademisyen, doktor, mühendis, beyaz yakalının çekirdek aileleriyle yaşadığı bir yer burası. çocuklar birbirlerinden besleniyorlar, birbirlerini neredeyse bebekliklerinden beri tanıyorlar buraya yerleşen bir daha taşınmayı pek düşünmediği için. şiddetle hiç yüzleşmemiş çocuklar bunlar. hepsinin hobileri, hayalleri, planları, söyleyecek sözleri var.

    bu yıla kadar birkaç adi hırsızlık girişimi dışında en küçük bir olay kulağımıza gelmedi. bu yıl ise peş peşe yaşanan olaylar herkesi gerdi. iki ay önce mesaiden sonra klasik site çevresinde akşam yürüyüşüne çıktım ve biri tarafından takip edildiğimi fark ettim. takip edildiğime emin olunca arkamı dönüp ne istediğini sordum, yarım saattir dibimden ayrılmayan adam saati sordu, diyaloğa girmeden aksi yöne yürüyüp gittim. muhtemelen arkadan gördüğü için yaşımı küçük zannetti. apartman whatsapp grubuna olayı yazdım, güvenliğe bilgi verdim. bu olaydan 10 gün sonra apartmanımdan bir komşumun yolu kesildi ve tehditkar bir şekilde kendisinden para istendi.

    2 hafta sonra siteye bir hırsız dadandı. farklı günlerde, farklı apartmanlara yeni taşınanların nakliyecilerinin arasına karışarak apartmanlara girmeye çalıştı. ikinci denemesinde kazan dairesinde kapıcıyla karşılaşmış ve darp ederek kaçmış. fotoğrafı tüm blokların whatsapp gruplarına yollandı, tüm apartman girişlerine asıldı ve dikkatli olmamız söylendi. aynı günün akşamı aynı hırsız maltepe'nin başka bir mahallesinde, özbek bir market çalışanını kalbinden bıçaklayarak öldürdü ve yakalandı.

    şu anda evimin olduğu sokakta en az 30 güvenlik kamerası, iki farklı sitenin güvenlik görevlileri, her apartmanın kapıcısı, her blok girişinin kendi şifreli ya da kartlı girişi, her dairenin görüntülü diafonu var. sitelerin çevresi kapalı ama son birkaç aydır akşam saat 7-8 gibi bu tür tehditlerle karşı karşıya kalıyoruz.

    ilk entrydeki mesaj ve fotoğraf sözlükten önce apartman whatsapp grubuna geldi. hepimiz çok üzgün ve tedirginiz. herkesin dilinde tek bir söz var: burada peş peşe böyle şeyler yaşanmaya başladıysa ülkenin gidişatı çok karanlık.

    çocuğumuza geçmiş olsun, kendini nasıl savunduğunu okuduğumda gurur duydum onunla. burada ya da başka bir yerde, umarım hiçbir çocuk benzer saldırılarla başa çıkmak zorunda kalmaz. resmen çok karanlık bir korku tünelinden geçiyoruz. pencerenin önünde çalışıyorum bugün, adamın fotoğrafı gözümün önünde. bir görsem ellerimle parçalayacak kadar sinirliyim. uyurken bile tek gözümüzü açık tutar hale geldik.

  • evlenilen kadının asla bir anne olamaması

    böyle tespitler yapan erkeklerin ağır oedipus kompleksi var. babasını öldürüp, anasıyla yatamadığı için karısına sarıyor, evlerden ırak.

  • taksim'de çocuğunu tasmayla gezdiren anne

    yine önüne gelen, hayatı boyunca bir çocuğun sorumluluğunu almamış kim varsa konuşmuş. iki çocuğum da yeni yürümeye başladıklarında aynı banttan kullandım. çocuklar elimi tutmak mecburiyetinde kalmadan istedikleri gibi koşturdular, ben de peşlerinden koşturdum. yola fırlamak, kalabalık içinde kaybetmek gibi riskleri yaşamadık.

    biri 14 yaşında şimdi, diğeri 16. ikisinin de psikolojisi gayet düzgün. ikisi de mutlu, neşeli, sağlıklı ve başarılı çocuklar. kışın sokağa çıkarma üşür, toprakla oynamasına izin verme mikrop kapar, ay oraya tırmanmasına müsaade etme düşer kafasını yarar, bant kullanma psikolojisi bozulur diye hariçten gazel okuyanları dinlemediğim için bugün oldukları insanlar haline dönüştüler.

    kendi çocuğunuz olduğunda kolundan çekiştire çekiştire yürürsünüz tatlım, insanlara kendi çocuklarını nasıl yetiştireceklerini söylemek haddinize değil. büyükbabam hep "eline osurup burnuna tutmadan büyük laflar etme," derdi.

  • müge anlı ile tatlı sert

    bugün konuştuğu -çok yüksek ihtimalle pedofil ve katil- adamın olduğu program, herhalde hayatım boyunca izlediğim en korkunç gerilim filminden daha tüyler ürpertici. adamın garibanlığı yüzünden herkeste bir "ulan zavallının günahını mı alıyoruz?" hissiyatı oluşuyor. ama rasyonel olarak bakıldığında çok büyük ihtimalle adam üç buçuk yaşındaki kız çocuğunu kapının önünden evine alıp, tecavüz edip, öldürmüş. kayıp çocuğunun babası da canlı yayında. babadan, hatta olayla alakasız olan kayıp tantunicinin ağabeyinden sağlam bir atak bekliyorum. benim bile ekrandan stüdyoya uçup adamı parçalayasım var. şu yayından sonra müge anlı başta olmak üzere hepimizin psikiyatrik tedaviye ihtiyacımız olacak.

  • ekşi sözlük iş ağı

    editörüm. sorumlusu olduğum kurumsal dergilerin grafik tasarımı hariç bütün işerini yaptım, bütün metinlerini yazdım, müşteri ilişkilerini yönettim, grafikerlerin ensesinde boza pişirdim. son bir yılda yayınevi olarak çıkardığımız 3 kitaptan birinin yazarlığını yaptım, diğerlerinde araştırma, proje aşamasından itibaren müşteri ilişkileri, redaksiyon, görsel seçimi, çeviri, vs... dördüncü kitap da çıkmak üzere. köpek gibi çalışmaya ve içerik üretmeye alışkınım ama mümkünse yoğun dönemler dışında insan gibi çalışmak istiyorum.

    istanbul dışında da çalışabilirim, hatta dünyanın herhangi bir noktasında çalışabilirim. ne kadar uzak, o kadar iyi. istanbul dışına çıktığımda çok seçici olmayacağım ama çok rica ediyorum sekreterlik ya da "kendine güvenen bayanlar aranıyor" teklifleriyle gelmeyin. konsomasyon da olmaz, eğlenmeye gelmiş adamın yaşam enerjisini söndürürüm.

    hatta bol seyahatli, ingilizce kullanmayı gerektiren işler falan olsa ne süper olur? uyuşturucu kuryeliği hariç.

    bu bir imdat çığlığıdır. hayatımda marjinal değişiklikler yapmam gereken bir dönemdeyim. dexter'a bağlamama çeyrek var.

    umarım patron okumuyordur. çok ciddiyim, iş arıyorum :(

  • komutanların hep höy höy isimlere sahip olması

    beni çok da şaşırtmayan bir şey bu. insan olarak müthiş önyargılarla yaşıyoruz. isimlerin de insanların hayatlarına etki ettiğini kendi deneyimlerimden biliyorum. en basitinden adım evrim ve bu nedenle birçok farklı zamanda ailemin siyasal görüşü anlaşıldığı için çoğu yol bana kapandı. ama bir de soyisim mevzusu var tabii. bu konuda da hiçbirimiz masum değiliz.

    yıl 1998, tıfıl bir öğrenciyim. bir gün kantine bir adam girdi, büfeye gidip kahvesini aldı. sarışın, mavi gözlü, kılığından, duruşundan, kahveyi tutuşundan falan "var mı benden daha entelektüeli" diye bağıran bir adam.

    birkaç hafta sonra aynı adamı okulun düzenlediği bir panelde gördüm, sonra bir konserde, sonra yine kantinde. başka bir bölümde okuyan arkadaşıma gösterdim, "tanıyor musun?" diye, "hoca," dedi, "bizim bölümde de derslere giriyor, adı bilmem ne ama soyadını bilmiyorum."

    hangi konuda ders verdiğini öğrendim, kahvesini alırken hemen yanına gittim, "siz şu bölümde hocaymışsınız sanırım, size bazı sorular sormam gerekiyor ama derse geç kaldım," diyerek yanından ayrıldım. sonraki birkaç gün o soruları bulmakla, sonrasında da o soruları sormaya sebep bulmakla geçti. artık geçerli bir senaryom vardı elimde ama adamla hep rastlantısal olarak karşılaşmışım. aklıma dahiyane başka bir fikir geldi, okulun ders programına bakmak! gittim, adamın hoca olduğu bölümün ders programını inceliyorum, birkaç tane aynı isimde adam var. arkadaşımın bölümüne de bakmak geldi aklıma, ta-taaa! sadece iki aynı isimden adam var. baktım, bir tanesinin soyadı kararlıgermiyanoğullarından gibi kuvvetli bir şey. "kesin onun soyadıdır," dedim.

    ders programına uygun tesadüfi bir karşılaşma hazırıyorum ama adam ortada yok! 2-3 hafta gezindim! yanlış soyadını bulduğuma karar vererek tekrar ders programına baktım ve ikinci kişinin soyadına baktım. 4 harfli bir kuş ismiydi. birkaç dakika öylece kalakaldım. gerçekten de tanışıp, evlenip, çocuklarını doğuracağım adamın soyadı bu olabilir miydi? kendi çocuklarıma böyle bir fenalık yapabilir miydim?

    "cik!" dedim ama yine de gidip buldum adamı. sorularımı sordum, cevaplarımı aldım. sonra soracak başka sorular buldum. sonra kahve içtim. sonra yemeğe çıktım. birkaç ay sonra birlikte yaşamaya başladık, birkaç yıl sonra evlendik, birkaç yıl sonra iki çocuğumuz oldu, birkaç yıl önce de boşandık.

    ben kendi karizmatik soyadıma geri döndüm. elimde bir gün paşa ya da ağır herhangi bir mevkiye gelemeyecek iki tane cikcik var şimdi. bazen düşünüyorum, kazara kararlıgermiyanoğullarından soyadlı hocayla tanışsaydım hayatım ne yöne giderdi diye...

  • paranoyak olman takip edilmediğin manasına gelmez

    akşam iş çıkışı sapphire çarşı'ya uğramıştık. oradan eve dönmek için metroya girdim. zincirlikuyu'ya gitmek için tren bekliyorum, yanıma bir çocuk geldi ve beklemeye başladı. tren geldi, biz bindik, oturacak boş bir yer vardı. elini nezaketle uzatıp koltuğu bana bıraktı, ben de oturdum. karşımdaki kapıya yaslandı, biraz telefonunu kurcaladı. kılığı, kıyafeti düzgün, uzun boylu, yakışıklı bir şey. telefonu bıraktı, bana bakmaya başladı. ben de nasıl berbat durumdayım anlatamam. sabah işe geç kalmışım, saç, baş, kılık, kıyafet hak getire... çapulcu gibi bir şeyim ;) dedim acaba suartıma bir şey falan mı sürüldü. hayır maskara falan sürmüş olsam gözümü kaşımışımdır, gözüm mosmor olmuştur, ona bakıyordur diyeceğim, yok makyaj da yapmadım. gömleğin düğmeleri mi açılmış diye bakıyorum, hayır onlar da nizami... bu çocuk neye bakıyor?

    neyse zincirlikuyu'ya geldik, ben moru, düğmeyi unutup metrobüse varmak için topukladım. 2 kilometre yol var zaten, bir vardım ki ana baba günü. kenara geçip bir sigara yakayım dedim, insanlar da dağılır o sırada. neyse sigaramı içiyorum, ana, adam yine karşımda belirdi. geçti karşıma sigara içiyor. huylandım biraz. neyse sigarayı yarıda bıraktım, kalabalığın arasına daldım, insan girdabında söğütlüçeşme metrobüslerinden birinin içinde buldum kendimi. tutunacak yer arıyorum, dengede durmaya çalışıyorum falan derken köprüye vardık. denize bakayım diye kafamı çevirdim, herif yine karşımda! güvendiğim tek şey sabahki yağmurda işportacıdan aldığım transparan mor şemsiye. kafayı öbür tarafa çevirdim, uzunçayır'a gelene kadar bir daha yüz yüze gelmedik.

    uzunçayır'da indim, herif de indi! korkmaya başladım artık iyiden iyiye. metroya inmek yerine otobüsle gideyim diye düşündüm, daha kalabalık olur, bulaşamaz. otobüslerin olduğu tarafa doğru yürümeye başladım, adam da bir adım mesafede yanımda yürüyor. o sırada bir teyze durdurdu, metroya nasıl gideceğini falan sordu, ona tarif ederken adam merdivenlere yöneldi ama resmen bekliyor. kafası sürekli geride, gelip gelmeyeceğime bakıyor.neyse birkaç dakika teyzeyle oyalandım, merdivenlerden indim. ulan adam engelli kapısını açtı ben geçeyim diye, beklemiş it! istifimi bozmadan turnikeden geçtim. koşa koşa otobüs durağına vardım, hangisi olduğuna bakmadan hareket halindeki ilk otobüse atladım. otobüs şoförü "yavaşşşş!! biliyoruz iftar vakti ama yemeğe yetişeceğim diye hareket halindeki otobüse atlanır mı bacım?" dedi. "ya şoför bey, adamın biri beni takip ediyor levent'ten beri," deyince kpıları kapatıp gazladı. rahat bir nefes aldım.

    müzik dinleye dinleye ineceğim durağa geldim. bakkala girdim, alışveriş yaptım. kasada parayı ödeyip poşetleri elime alıp çıkmak üzere arkamı döndüm adamla göz göze geldik! bir çığlık attım, şemsiyeyi kavradım, indireceğim kafasına bakkal şemsiyeyi tuttu "abla ne yapıyorsun!!" diye panikle soruyor adam. karşımdaki adam şaşkın şaşkın bana bakıyor. "bu herif levent'ten beri beni takip ediyor!" dedim. adam gülmeye başladı, bakkal dedi ki "abla siteden komşun o senin, abi de opal blok'ta oturuyor." hafta sonu havuza gitmiştim, meğer orada karşılaşmışız. arada sırada bakkalda, markette denk geliyormuşuz, hatta ben daha önce selam bile vermişim (bir yere girdiğimde herkese selam veririm, gülümserim). adam da benim ben olup olmadığımı anlamak için dikkatle yüzüme bakıyormuş. tipim çok benziyormuş ama davranışlarım tuhaf olduğu için komşusu olduğuma emin olamamış. arkadaş ben nereden bileyim karşımdaki sapık mı, seri katil mi? paranoyak hale getirenler utansın!

  • mecidiyeköy

    ramazanın ilk günü, mesai bitiminde bir yere oturdum sigaranın yanında çay içiyorum.

    kötü bir gün geçiriyorum ve arkamdaki masada oturan tinerci çocuklar kavga ediyor. araç ve insan trafiği birbirine girmiş durumda. tam ortaklar caddesi'ni kesen köşedeyim ve tüm insanlar önümde bir sağa, bir sola koşturuyor. birbirini seven çiftler, çocuğunun elinden tutmuş anneler, öğrenciler, beyaz yakalılar, sokak insanları, arap turistler, iftara yetişmeye çalışan amcalar, suriyeli göçmenler, benim gibi acelesi olmayan ve sallanarak yürüyen yalnızlar...

    önümden binler geçiyor, milyonlar belki ve hepsinin birer hikayesi var. şanslı olanların sıkıcı, standart hikayeleri var, şanssız olanların ise çoğunluğu ilgilendirmeyen sorunları. trafik polisi çıldırmışçasına düdüğüne asılıyor, klakson, gaz, fren ve insandan oluşan kakafonik koro bile tek başına bir insanı delirtmeye yeter.

    birazdan yola koyulunca unutacağımı bildiğim geçici aydınlanma anlarından birini yaşıyorum. şu anda bana sımsıkı sarılıp her şeyin yoluna gireceğini söyleyecek bir ablam olmasını isterdim. dizine başımı dayasam, gözlerimi yumup uykuya dalmaya çalışsam o da bana "ağla," dese, "açılırsın".

    ya da tam şu anda gökten ışıkları döne döne bir uzay gemisi gelse, üzerinde deney yapılacak bir gönüllü aradıklarını söylese içinden çıkan yaratıklar ve ben bir koşu cevahir'den havlu alıp gelsem, gemiye binip uzayda süzülsem...

    bir şey olsa, mesela bilmediğim uzak bir akrabadan bir miras kalsa, gidip iki yıldır ne zaman kendimi kötü hissetsem dönüp dönüp fotoğraflarına baktığım gökçeada'daki evi alsam. orada reçel, kışlık konserve yapıp kitap okuyarak ömrümü geçirsem.

    yeter ki şu anda burada olmasam, biri gelse, sorunları, kötü anıları siktir etmemi söylese, acayip komik bir hikaye anlatsa ve ben çok gülsem, gülerken gözlerimden yaş akmadan. sonra saraçhane'ye gidip bisiklet alsak ve ben deniz kenarında yeni yeni uzamaya başlamış saçlarım rüzgarda süzülürken eve doğru pedal bassam.

    sadece şu anda burada olmasam, başka bir hikaye mümkün olsa, önümden geçen binlerden, milyonlardan herhangi biri gibi. her şey bir anda değişse, sabaha ters dönmüş bir hamamböceği olarak uyanmasam.

  • tırsılan anlar

    şimdiye dek kendimi saçma sapan bir dünya tehlikeye attım. bunların çoğu da seyahatle ilgili şeylerdi.

    mesela birkaç yıl önce yurtdışında müzik dinleyerek yürürken kaldırımdan yola inmemle beraber bir otobüs beni yalayıp geçti, altıma sıçacaktım, ödüm patladı. yine ona yakın bir zamanda sarhoş bir kız karşıdan karşıya geçerken yolda ayağı kayıp düştü. bir otobüs son hız geliyordu, kızı çekeyim derken neredeyse ikimiz de altında kalıyorduk. yine yurtdışındayken trendeki kompartmana futbol holiganları doldu, dazlak ve faşistlerdi, ağzımı açmadım ama birkaç saat boyunca hayatımın en korkunç yolculuğunu yaptım.

    böyle bana minik taşikardiler yaşatan yüzlerce saçma, mini tehlike atlattım çünkü burnumu boka sokmazsam rahat edemeyen bir insanım.

    yine de hiçbir şey insanın kendi ölüm ilanını okuması gibi olmuyor:

    8 ay önce ölmüşüm haberim yok

  • entelektüel kadın bulmanın oldukça zor olması

    bir boşanma, iki çocuk, bir uzun ilişki ve bir araftan sonra kadın-erkek ilişkilerine bakış açım tamamen değişti.

    bin kişiye "bu kadın kimdir?" diye sorsan bin bir farklı cevap alırsın. annem çok inatçı olduğumu söyler, sözlükteki yazılarımı okuyan biri komik olduğumu, en yakın arkadaşım çok duygusal olduğumu söyler, reddettiğim adam çok katı, duygusuz olduğumu. biri der ki çok güçlü bu kadın, neler yaşamış, mücadeleyi bırakmamış, diğeri der ki drama queen. çocuklarıma sorsan çok kafa dengi olduğumu söylerler, bir diğerine sorsan eski kaflı olduğumu... ama sanırım herkesin uzlaşacağı bir nokta var: çok okur, çok merak eder, çok sorgular.

    okumak, sorgulamak, hiç bitmeyecek bir yol olan öğrenmenin içinde olmak beni entelektüel yapar mı bilemem ama standardın dışında tuttuğunu biliyorum. büyükbabamın evindeki yemek masasının altına uzanıp sobanın üstünde kahverengi kabartma harflerle yazılmış "auer" yazısını çözdüğümden beri okumak en büyük tutkum oldu. daha sonra da yazı yazmak geldi ki o da bir başka tutku.

    uzun ilişki insanıyım, kısa flört girişimleri de oldu tabii. daha 15 yaşındayken, okuduğum kitapların, düşüncelerimin beni daha çekici ve istenen biri yapmadığını fark ettiğimde çok şaşırmış, büyük memeli kızı tercih eden lise arkadaşımı sığlıkla suçlayarak onu hor görmüştüm.

    yıllar yılları kovaladı. öğrenme isteğime dair değişen bir şey olmadı ama hazmetmeyi öğrenmeye başladım, bak o iyi oldu.

    liseyi gökçeada'da okudum. orada 5-6 bin insan yaşardı. seçenekler az olduğu için karşına kim çıkarsa onu severdin. aslında o zaman hayat çok daha kolaydı. 20 yıl sonra geldiğim noktada görüyorum ki hayatı kendimize zindan etmişiz.

    karşılanması imkansıza yakın beklentilerle, ıssız bir adaya düşsek bir sike derman olmayacak etiketler arasında sıkışıp, hak ettiğimize inandığımız daha iyiyi ararken kendimizi gerçekleştirmeyi erteleyip duruyoruz. geleceğe manasız bir mutluluk misyonu yüklemişiz. gelecekte daha güzel, zayıf, akıllı, zengin olduğumuzda hak ettiğimiz mutluluğu bulacağız. tabii ki yakışıklı, fit, entelektüel ve zengin adamları hak ediyoruz, o da gelecekte gelecek... al bu sözlerimi, kadını erkeğe, erkeği kadına uyarla. ya da dur daha entelektüel görünsün: vice versa!

    okuyarak, gezerek, izleyerek insan kendine yatırım yapıyor ve hayatına dahil olanlar bundan bir paye almıyorlar. şahsen son yıllardaki partner seçimimi daha realist bir bakış açısıyla yapmaya çalışıyorum:

    "ıssız bir adaya hangi adamla düşsem mutlu olurum?"

    saatlerce berger'in estetik anlayışı üzerine tartışacağım ama kuru odun toplayamayacak kadar doğadan kopuk biri mi? zannetmiyorum. sanırım tökezlediğimde beni tutacak, ayağı takılıp düştüğünde onu kaldırmama ses etmeyecek, yıldızsız gecelerde karanlıktan korkarken komik hikayelerle güldürecek, beraber saçmalayabileceğim, ciddi davranabileceğim, maceraya atılabileceğim, evde oturup çay içebileceğim, sarhoşken hunharca dans edebileceğim, defalarca aynı çocukluk anılarını dinlemekten usanmayacağım, izin almadan istediğim kadar sarılacağım biri olmalı. vicdanlı, insaflı, gözünün içi gülen biri. herhangi bir kriz anında yanıma almayı unuttuğumda allerji ilaçlarımı cüzdanından çıkaracak kadar güven veren biri.

    hayat, biz onu zorlaştırmadığımız sürece basit. sözler değişir, öze ve göze odaklanmak lazım.

  • sevgililer günü

    feminizm vs. günün anlam ve önemi üzerine sallamalar...

    yıllardır ne isa'ya yaranabildim ne de musa'ya... politikada, hayatın kendisinde kendimi "değil"lerle ifade edebiliyorum. bunu da çoğunlukla izmler altında kendi benliğimi kaybetmemek için yapıyorum. aslında itiraf etmek gerekirse dayatmalar ve zorunluluklar beni ziyadesiyle sıkıyor. elbette kaçamadığım bazı izmler var: hümanizm, feminizm gibi... insanların anlamadığıysa izmle biten kelimelerde genellikle farklı bakış açıları yani fraksiyonların olduğu.

    feminizm, özel olarak erkeklerde, genelinde ise insanlarda alerji yaratan bir kavram. feminist dendiğinde erkeklerden nefret eden, kısa saçlı, makyaj yapmayan, kaşları çatık ve sürekli kavga halinde bir kadın canlanıyor insanların gözünde. şimdi "lipstick feminism"e uzanan geniiiş bir yelpazeden bahsedip de sizi yormayacağım, zaten uzun yazıyorum, sıkmayayım. temelde feminizm şu benim gözümde: cinsiyetinden dolayı ayrımcılığa uğrayan, ezilen bir grubun bir araya gelerek mücadele etmesi. emin olun kendini feminist olarak tanımlayan kişi ve gruplar arasında da çok derin fikir ayrılıkları var. ama başta da söylediğim gibi hepsinde en temel düşünce kadına ikinci sınıf rolü biçilmesine karşı çıkmak. bu açıdan bakıldığında gayet net anlayabileceğiniz gibi erkekler de feminist olabilir.

    eşit olmak, özgür olmak, ikinci sınıf olmayı reddetmek, kendi ayaklarının üzerinde durabilmek kavramlarının içi daha en başından, alışılmış düzenin konforuna kendini kaptırmış erkekler tarafından boşaltılıyor. örnek üzerinden gideyim:

    birkaç yıl önce florya'da bir iş görüşmesine gittim. maltepe'den gidiyorum. önce minibüsle bostancı'ya, oradan deniz otobüsüyle bakırköy'e, oradan da taksiyle florya'ya geçtim. bilmeyenler için uzak, çok uzak bir mesafe ve çok da pahalı. dönüşte cüzdanıma baktığımda param ve banka kartımın olmadığını gördüm. ya unutmuştum evde ya da düşürmüştüm, akbilimde de çok az bir para kalmıştı, beni florya'dan maltepe'ye geri götürmeyecek kadar... telefonla yardım istedim birinden. aramız bozuktu ve şöyle bir cevap aldım: "ya evrim, sen güçlü kendi ayaklarının üstünde duran bir kadınsın ya hani, gidip yabancı ülkelerde tek başına ayakta kalabiliyorsun ya, bence florya'dan da maltepe'ye tek başına gidebilirsin." ayağımda topuklu ayakkabılar vardı. bir noktadan sonra ayakkabıları çıkarıp elime aldım ve saatlerce yürüdüm, karşıya geçtikten sonra da yürümeye devam ettim.

    o gün çok düşündüm yürürken... biri benden böyle bir durumda yardım isteseydi ne cevap verirdim? şimdiye kadar yardıma ihtiyacı olan kime "kendi başının çaresine bak!" dedim? elbette tek başıma ayakta durabilirim, florya-maltepe ne ki, otostopla tüm dünyayı da gezebilirim. sorun bu değil, sorun kendine yetebiliyor olmanın hayatınızdaki erkeklere kendini yetersiz hissettiriyor oluşu. sorun, size haddinizi bildirmek için azıcık zor duruma düşmenizi bekliyor oluşları...

    erkekler ve kadınlar arasında fiziksel farklılıklar olduğu kadar belirli cinsiyet rolleri de var. ne kadarı içten geliyor, ne kadarı ataerkil düzen içinde oluşturulmuş, ne kadarı cinsiyetçilik ve tü kaka... en büyük kafa karışıklıkları da burada ortaya çıkıyor sanırım. cevapları hakkında tereddüte düştüğüm sorularım var. feminist olmamız dürtülerimizi reddedeceğimiz anlamına mı geliyor? sevdiğimiz insanlar bize sarılırlarsa daha güvenle uyuruz, kapımızı açarlarsa hoşumuza gider, çiçek alırlarsa mutlu oluruz. bu duygular bizi feminist felsefeden uzaklaştırıyor mu yani?

    feminizm maskülenleşmek ya da cinsiyetsizliğe giden bir yol değil benim bakış açıma göre. yanımdaki adamın canı kahve istiyorsa kalkıp kahve yapmaktan gocunmam, benim canım kahve istediğinde kalkıp kahve yapacağını bileceğim adam yanımda olur ama çalışan, üreten, kendi yaşamını başkasına muhtaç olmadan sürdüren kadınların, ne kadar kentlileşmiş olurlarsa olsunlar erkekler tarafından tehdit olarak algılandığının da farkındayım. bu nedenle hayatımın farklı dönemlerinde, farklı adamlar tarafından haddim bildirildi, birer ders verildi. anlayamadıkları şu oldu, aldığım her dersten sonra ayaklarım yere biraz daha sağlam basmaya başladı, daha bağımsız, daha güçlü oldum. bu yüzden buradan bir teşekkürü kendilerine borç bilirim. verdiğiniz eğitim işe yaradı çocuklar, kişisel gelişimime çok şey kattınız, kıpsss!

    sevgililer günü mevzusuna gelirsek... feminist 14 şubat kutlar mı? "müslüman noel kutlamaz!!1!" diye yeni yıl kutlamalarına itiraz eden yobazlar geliyor aklıma... kutlar ayol, neden kutlamasın. sadece dikkatli olsun, her yerde fiyatlar uçmuş, kerizlenmesin kalp şeklinde pasta yiyeceğim diye... güne, olduğundan fazla bir romantizm atfedip, gereksiz beklentiler içine girip hayal kırıklığına uğramasın. kendini hediye alıp vermek zorunda hissetmesin. sevgiyi sadece yaldızlı paketler arasında değil, çayın deminde de bulabilirsiniz. klişelerin sizi travmatize etmesine izin vermeyin.

    baktınız karşınızdaki adam ona olan muhabbetinizi size bir ders vermek için kullanmak istiyor, ikinci sınıf hissetmeniz için zayıf düşmenizi bekliyor, vurmak için yumuşak karnınızı kolluyor işte o zaman topukluları elinize alıp florya'dan maltepe'ye yürürsünüz. yürümek iyidir, insanı zinde tutar. ben, mesela, bundan sonraki yürüyüşümü maltepe'den florida'ya yapmayı planlıyorum.

    bir not da bugün sevgilisi olmayan kadın ve erkeklere:

    tabii ki küresel sermayenin oyunu, ne o öyle her yer galp galp galp, gerizekalı çiftler mıçmıçmıç. tiksinç bir şey! bence de çok saçma ayol!

  • arkadaşlığın bir üstü sevgililiğin bir altı

    perşembe günü erenköy ethemefendi'de, yapıldığı dönemde lüks, günümüzde ise kentsel dönüşümde yıkılmayı bekleyen bir binanın önünde sigaramı yaktım. saatin üç olmasını bekliyordum. şimdi doksanlarındaysa da, kendi döneminin efsane topçularından biri olan beyefendi ile yapacağım röportajda neler soracağımı düşünüyordum. bir yandan ayazda it gibi titrerken, diğer yandan da ertesi gün yapacağım yolculuk için her şey hazır mı diye kafamdan maddeleri sayıyordum.

    kapının ziline bastım, tonton bir çift tarafından karşılandım. bir saatten fazla sohbet ettik çaylar börekler eşliğinde... konumuz değildi ama sormadan edemedim, 60 yıllık birlikteliğin sırrı ne olabilirdi ki? teyze bir albüm açtı, amcanın oynadığı maçlardan birinde bir tribün. izleyiciler arasında kadınlar ve erkekler var, sanki ingiltere'de at yarışı izlemeye gitmiş gibi görünüyor herkes. kadınların üstünde tayyör, başında şapka, erkekler papyonlu, takım elbiseli, rakip takım izleyicileri yan yana oturmuşlar. amca gülümsedi "sadece o değil," dedi, "biz hiç münakaşa etmedik, birimiz kızgınken, diğerimiz hep sustu."

    fırtınalı bir yolculuktan sonra şehre vardık. kaldığımız otel güler yüzlü, emekli bir karı kocaya aitti, böyle bahçesinde narenciye ağaçları olan bir yer. akşam oldu, katıldığımız düğünden erken ayrıldık. ben biraz sessizdim. televizyonda paralel evrenden yayın yaptığına inandığımız iki kanal arasında zap yapıp biri komedi, diğeri romantik iki türk filmi izliyorduk. her iki filmde de yirmişer dakikalık reklam oluyordu, tek bir reklam:

    "phone 6 mı kazanmak istiyorsunuz? balıklıgöl hangi ilimizdedir? emsalleri 3000 lira değerindeki bu telefonu kazanmak bu kadar basit!"

    biramın yarım kalacağını biliyordum çünkü gözlerim kapanıyordu. filmin yarım kalacağını biliyordum çünkü reklam bitmiyordu. bizim yarım kalacağımızı biliyordum çünkü hiçbir yere gitmiyordu... narenciye bahçesinin ortasında yaşayıp, gelen misafirlerle tatlı tatlı konuştuğumuz bir hayatımız yoktu, artık hiç ama hiç kimse maçlara papyonla gitmiyordu, üstelik biz bir gün değil, her gün "münakaşa" ediyorduk. birimiz bağırırken diğerimiz de susmuyordu.

    “balıklı göl hangi ilimizdedir? ipucu veriyorum: peygamberler şehri olarak da bilinen, güneydoğu anadolu’da bir şehrimiz!”

    haydi kendimizi etiketlerden, kalıplardan arındıralım. en yakın iki arkadaşın yapacağı her şeyi yapıyoruz, sevgililerin yapacağı şeyleri de yapıyoruz, sorun ne o halde? neden tam hızını alacakken tekleyen, sarsan bir arabada gibi hissediyorum? belirsizlikten nefret ediyorum.

    “emsalleri 3000 lira değerindeki bu telefona hiç bu kadar yakın olmamıştınız! sadece gelir gider vergisi ödemeniz yeterli olacak. balıklıgöl’ün hangi şehirde olduğunu söylemeniz yeterli! kopya veriyorum: van değil.”

    kendimi güvensiz, yalnız hissederken bir şey oldu, ağzıma bir mısır patlağı tıkıştırdı. istemiyordum ama yedim. sonra bir tane daha tıkıştırdı, onu da istemiyordum, onu da yedim. gecenin bir yarısı, içmek istemediğim yarım kutu ısınmış biradan başka bir sıvı yokken bir tane daha, bir tane daha… yarım paket bol tuzlu patlamış mısıra maruz bırakıldım. susadım, istemedim ama yedim. mısırın tadı değil ama eylemin kendisi hoşuma gitti.

    “evet, bir yarışmacımız daha aramızda, bizi nereden arıyorsunuz?”
    “kayseri”
    “çok güzel, balıklıgöl hangi ilimizdedir biliyor musunuz?”
    “cevap veriyorum, balıkesir!”

    yan gözle yüzüne baktım. gözlerini televizyondan ayırmıyordu. istifini bozmadan sol kolunu havaya kaldırdı. aradaki boşluğa bırakıverdim kendimi, cevabı gün gibi ortada olan kafamdaki milyonlarca soruya aldırmadan.

  • beyazıt öztürk

    ikinci dünya savaşı biterken berlin bombalandığında alman halkı çok şaşırmıştı. savunmaları şuydu: "toplama kamplarını yaratan biz değildik ki! orada neler olup bittiğinden haberimiz yoktu. bunu yapan nazilerdi. bizi neden cezalandırıyorsunuz?"

    toplumlar da bazen insanlar gibi kulağının üstüne yatmayı, görmemeyi, duymamayı tercih ederler. arkadaş, kürtlerin yaşadığı coğrafyada bugün sokağa çıkma yasağı var. yıl, göbek atarak girilen 2016. orada bir terör örgütünün güçlü olması sivil insanların, çoluğun, çocuğun öldürülmesine, eğitimsiz bırakılmasına, sefil edilmesine mazeret değil. orada yaşayan kadın kendi evinin önünde öldürüldükten sonra cenazesi günlerce sokakta bekletiliyor. çünkü, sen gözünü kapatsan da, devletin güvenlik güçlerine mensup keskin nişancılar evinden kafasını uzatanı vuruyorlar.

    orada devlet tarafından katledilen sivile üzülüyor, devletin politikasını eleştiriyor olmak, pkk tarafından öldürülen askere üzülmemeyi gerektirmez. insan olmak, bir yerde haksızlık yapılıyorsa buna dur demeyi gerektirir.

    beyazıt öztürk'ü izlemem. altı boş mizahı bana hitap etmez. gözümde mizah daha protest ve saygın bir duruş gerektirir. açıkçası programa bağlanan öğretmen ya da değil kadının sözlerini kesmeden dinlemesiyle bunca yıllık hayatımda ilk defa kendisine saygı duymuştum. kadın pkk propagandası falan yapmadı, burada çocuklar öldürülüyor dedi. öldürülmüyor mu? burada olanlar size doğru yansıtılmıyor dedi. yansıtılıyor mu gerçekten? buradan güvenlik gerekçesiyle ayrılan öğretmenler sonra nasıl geri dönüp bu çocukların yüzüne bakacak diye sordu. bu sorunun cevabını ben de cidden merak ediyorum.

    beyazıt öztürk gibi apolitik, sığ bir adam bile sırf şu üç cümlelik serzenişe programında yer verdiği için linç edildi. kendisinden beklediğimiz geri vitesi gerçekleştirdi ve türkiye'den özür diledi bu akşam. neden? kimsenin duymak istemediği gerçeklere ana akım medyada yer verdiği için... doğru, kendisinden bir ali ihsan varol ya da beren saat duruşu beklemek saflık olurdu, şaşırmadık.

    bu karanlık günler bir gün bitecek. bir belgesel çekilecek bu dönem hakkında. o zaman biat edenlere ve etmeyenlere çevrilecek mikrofonlar. bir de senin benim gibi sıradan insanlara... "bana niye soruyorsunuz arkadaşım, ben nereden bilebilirdim devletin orada yaptıklarını," diye cevap veririz o zaman.

  • çocuklarla girilen komik diyaloglar

    yılbaşı gecesini anneannesi ile izmir'de geçiren 14 yaşında ege ile telefonda...

    romica: n'aber gençler, eğleniyor muyuz?
    ege: çooook!
    romica: parti nasıl parti? üç yüz beş yüz?
    ege: çok komiksin. anne ya, o profil fotoğrafı ne öyle?
    romica: ne var ki? noel baba şapkası taktım, yılbaşı falan...
    ege: onu anladım da takma bıyık da takmışsın?
    romica: marketteki kasiyer de aynısını söyledi
    ege: ya sokağa mı çıktın öyle?
    romica: ne olacak ya, eğleniyoruz azıcık
    ege: çık kartopu oyna öyle eğlen
    romica: kardan top yapıp da kafama mı sıkayım? insan tek başına nasıl kartopu oynar?
    ege: emirler dışarıda, onlarla oynasana
    romica: oldu canım! 36 yaşında kadın, çocuklara gidip "beni de aranıza alır mısınız?" diyeyim
    ege: ya anne, 36 yaşında kadın olarak takma bıyık ve noel baba şapkasıyla markete gitmen garip değil de çocuğunun arkadaşlarıyla kartopu oynaman mı garip?
    romica: çok konuşma, anneye cevap verilmez
    ege: sen o ciddiyeti kaybedeli, ohoo!

  • 1 kasım 2015 genel seçiminden çıkarılacak dersler

    bir göt oluş masalı ve ötesi...

    oy ve ötesi'nde bina sorumlusuydum. minik bir okul. refah seviyesi yüksek bir mahalle. sol oyların yüksek olduğu yerlerden biri... sandık sonuçları sayılırken sınıfları dolaştığımda chp akp'ye ciddi fark atıyordu ama mhp ve hdp adeta sandıktan silinmişti ki hdp'nin o mahallede ciddi bir oy potansiyeli vardır normalde. o anda anlamışım herhalde ki tünelin ucunun bombok bir yere çıktığını yazmışım burada.

    sayımdan sonra resmi tutanakları alıp ovo merkezine gittim, herkes çok mutsuzdu. biz o kadar çalışmıştık ama halk yine yapacağını yapmıştı! hem de tüm yaşananlara, katliamlara, hırsızlıklara, yolsuzluklara, adaletsizliğe rağmen... dedim ki belki de bizim göremediğimiz bir şey görüyorlardır. bizler okumuş çocuklarız, işi, gücü, kariyeri olan okumuş çocuklar. riske atacağımız çok şey olmasına rağmen gidip bir şeyler için gönüllü oluyoruz. ama göremediğimiz bir şey var, olmalı...

    eve döndüm, yorgunluktan ölüyordum. kızgındım. bir daha bir şey için gönüllü olmamaya karar verdim. mesela dedim ki kendime salak mıyım ben, bir daha sokakta aç birini görürsem para ya da yemek vermeyeceğim. evde bir eşyayı değiştirdiğimde eskisini ihtiyacı olana hibe etmek yerine satacağım ya da kırıp atacağım. kızgınlıkla düşünülmüş, pratikte uygulayamayacağım şeyler işte... sonra üstüne bir güzel uyudum, uyandım. yazılanları okudum.

    biz hep gönüllüydük, iyi bir şeyler yapmaya çalışıyorduk ayrı ayrı, 2013 yılında gezi ile organize olmayı, birbirimizi dinlemeyi, beraber hareket etmeyi öğrenmiştik. gezi bin yıl önce gibi geliyor kulağa ama henüz 2 yıl geçmiş aradan. sonra döndüm kendime sordum "ulan ne emek verdin?" diye... işte gezi'de çıktım gaz yedim, kadın hareketiyle, internet sansürüyle, hassasiyet gösterdiğim başkaca birkaç konuyla ilgili protestolara katıldım, oy ve ötesi'nde gönüllü olarak oyları korumaya çalıştım, başka da bir şey yok.
    kızgınlık ve hayal kırıklığının kısa sürede yerini ne yapılabilir aşamasına bırakması gerekiyor. bir kere o sarkastik ve dolaylı aşağılayıcı dili usulca yere bırak. insanlar ne dediğini anlamıyorlar. sonra sahaya in, insanların derdi neymiş onu anla. sonra siyasete mi girersin, sivil toplum kuruluşlarına mı katılırsın bilmiyorum ama içinde yer alıp aksaklıkları düzeltebilecek bir şeyin içinde yer almalısın.

    ben siyaset konusunda pek de vizyoner olmayan biri olarak şunu görebiliyorum ki kullandığın dilin halk üzerinde yarattığı algı çok önemli. hdp'nin 7 haziran seçimlerinde kullandığı slogan "bizler meclise!" idi. kapsayıcı, motive edici, seçmenin kendisiyle empati yapmasını sağlayan bir slogan, ara mottosu da "seni başkan yaptırmayacağız!" hdp iki basit ve ikna edici cümlede niyetini ortaya koymuş, karşılığını da bulmuştu. 1 kasım seçimlerinde ise "inadına hdp" diye iletişim faciası bir sloganla yola çıktılar.

    14 yılın ardından türkiye'de siyaset yapanların hala anlayamadığı bir şey var: seçmenin oy vermedeki motivasyonu birileri gitsin diye değil, ben nasıl daha iyi yaşarım üzerine kurulu olmalıdır. devletin tüm ideolojik aygıtları ve bağımsızlığını yitirmiş olan medya iktidarın elinde olabilir. türkiye demagojiye ve hamasete çok açık bir ülke de olabilir ama insanlara daha iyi bir alternatif gösterdiğinizde akılların yavaş yavaş çelersiniz. bu yüzden yukarıda vrdiğim birinci örnek karşılığını bulurken ikinci örnek tepetaklak.

    yine öznel değerlendirmelerimden devam edelim. ne olacak bu chp'nin hali yahu? sabahın ilk saatleri, henüz karga bokunu yememiş, seçmen oy vermeye başlamamış, chpliler akplilerle atatürk, laiklik, ayakkabı kutuları, vs... tartışmasına girmiş. allah aşkına başka politikanız yok mu sizin? herhangi bir alternatif söylem? adamlara kızıyorsunuz 1500 yıl önceki koşullara göre oluşturulmuş kurallara göre bir hayat biçimi dayatmaya çalışıyorsunuz diye, eee, siz de 100 yıl öncesinin koşullarını dayatmaya çalışıyorsunuz, o ne olacak? genel başkanınızın değişim çabasını, gençleşme çabasını falan takdir ediyorum, parti içi demokraside çıtayı da çok yükseltti ama parti tabanının zihniyeti çok yaşlı, söylemi çok demode...

    oy ve ötesi'ndeki gönüllülük boyunca fark ettiğim bir diğer nokta ise partilerden ve devletten gelen sandık sorumluları ile sandık başkanlarının seçim konusunda son derece eğitimsiz olduğuydu. akp, mhp, chp, hdp fark etmiyor. ikircikli bir durum olduğunda hemen hiçkimse bir şey bilmiyordu. oy ve ötesi gönüllüleri 7 haziran seçimlerine ldp müşahiti olarak katılmışlardı, bu seçimde de vatan partisi müşahiti olarak katıldık. "ay geçen seçimlerde ldp müşahitleri vardı, onlar çok bilgiliydi!" diyordu sandık kurulundakiler. ablacığım, bizim sistem konusundaki bilgimiz gökten vahiy yoluyla inmiyor ki? iki saatlik bir toplu eğitim, vaktimiz yoksa video üzerinden verilen bir eğitimle işi öğreniyoruz. elimizin aldında seçim kanunu, genelge, en sık karşılaşılan sorunlar, bizi aşan bir konu olduğunda da danışabileceğimiz avukatlar var. kumanyamız yok, servis aracımız yok, paramız yok, bizi maddi olarak destekleyen bir parti merkezimiz yok, gönüllülere ödenen bir para da yok. evden kek, börek falan getirip aramızda paylaşıyoruz. arkanızda kocamaaaan partiler ve bütçeleri var, sizi eğitmeden o koltuklara nasıl oturttuklarını ben cidden anlamıyorum. önce bu sorununuzu çözün.

    türkiye oylarının yüzde ellisini benim iliklerimi donduran bir zihniyete verdi. hadi bugün de kızalım köpürelim falan filan da, bir anlamaya çalışalım istiyorum ne oldu, nasıl oldu. ben hala yaşadığım hayattan, beni yönetenlerden memnun değilim. cumhur layık olduğu gibi yönetilir diyenlere de katılmıyorum, ben de o cumhurun içinde bir damlayım.

    bu defa umutlar büyüktü ve gelin itiraf edelim, feci göt olduk. yine de bir seçim yapmak gerekiyor. bu ülkeden bir bok olmaz diyerek kabuklarımıza mı çekileceğiz yoksa mücadeleye devam mı edeceğiz...

  • aktarma

    "allah bana kaş vermiş, gerisini kapıp koyvermiş!" diye söyleniyordum evden çıkarken son rötuş için aynaya baktığımda. hakikaten muzdaribim bu durumdan. kafayı kazımamın üstünden 6-7 ay geçti, saçlar aşağı değil, yer çekimine meydan okurcasına doğru kıvrıla kıvrıla yukarı doğru uzuyor ama hala çok kısa. peki ya kaşlar öyle mi? atatürk kaşları gibi, bağımsızlığını ilan etmek üzere. 15'te bir alınması, haftada bir kırpılması bile zapturapt altına almıyor onları...

    geç kalmışım zaten, maraton başlasın. evden metroya yürü, sıkış sıkış sıkış, ünalan'da in, hop başla yürümeye... o kadar yalnız kalmışım ki şehirde, öylesine gidecek bir yerim yok ki bayramın tümünü çalışarak geçirmişim. bana her gün mesai. işin kötüsü şikayet etmiyor, keyif alıyorum bundan. kafam meşgul. geçmiş hataları -failin ve maktulun kim olduğunu mühimsemeden- düşünmeye zamanım yok. koştur koştur, metrobüse bağlanan yolda son düzlüğe girildi.

    kendi geleneklerimi yaratıyorum. metrobüsün girişinde sandviç satan adamın yanındaki yerimi alıyorum. birinci etap tamamlandı, küçük bir sigara molasını hak ettim. evet geç kalıyor olabilirim ama küçük ritüeller de olmazsa tamamen robota dönüşeceğim.

    ben her sabah durduğum noktada sigaramı içerken metrobüs tarafından bir kadın geliyor bana doğru gülümseyerek, elini kolunu sallayarak ve heyecanlı. allah allah tanıyor muyum acaba? çünkü beni son derece tanıyor görünüyor. altında lacivert bir pantolon, kafasında krem rengi bir paşmina var başını örtmek değil de boyası atmış karamel saçlarını saklamak için sanki. üç adımda yanıma varıyor:

    "sigara içen kadınlar birbirlerini buluyorlar" diyor neşeyle... çantasında sigarasını arıyor, anlıyorum ki çakmağı yok. "çakmak vereyim", diyerek ben de kendi çantamı kurcalamaya başlıyorum. onun çantası karışıksa benimki çarşamba pazarı... notlar, faturalar, makyaj malzemeleri, parfüm, çer çöp, tamponlar, yedek don ve acil durum kitinin olduğu minik çantacık, teki kaybolmuş bir küpe, tütün, tütün kağıdı, biri mentollü, diğeri slim iki farklı paket sigara, kitap, makale, arkadaşımın yazdığı müstehcen bir not, bir gofret paketi, kulaklık, işyeri hattı ve kendi cep telefonumun arasından çekip çıkartıyorum leylak rengi cricket çakmağı.

    yine gülüyor kadın, "kadınlar ve çantaları işte, hepimiz aynıyız" diyor. sigarasını yakıyorum, yüzüme dikkat ve ciddiyetle bakıp, muhtemelen bağımsızlığını ilan etmiş bir kıvırcık kaşı düzeltiyor. kişisel alanım konusunda çok hassasım normalde ama hiç rahatsız etmiyor bana dokunmuş olması... birbirimizi yıllardan beri tanıyor gibiyiz. kartal adliyesi'ne gitmek için bir buçuk saat yeter mi diye soruyor, yeter diyorum. üç yaşında ikizleri varmış, bugün boşanma davasının ilk celsesi görülecekmiş. "benim de iki çocuğum var, ben de boşandım", diyorum.

    "çalışmak ne güzel bir şey değil mi?" diyor, "haftada üç gün mecidiyeköy'de merdivenleri siliyorum çocuklar uyurken. kendi paramı kazanıyorum. çocukların babası da biraz para yolluyor. böyle kazanmaya devam edersem ailemin yanından ayrılıp bir eve de çıkarım." bakıyorum, heyecanlı. ne olacağını bilmiyor, benden onay mı istiyor?

    "öyle", diyorum, "annem de babamı boşamıştı ve bana her zaman kendi ayaklarımın üstünde durmam gerektiğini söyledi durdu. yani o zamanlar 'he hee' deyip geçiyordum ama beynimi yıkamış herhalde ki kendimi bildim bileli çalışıyorum."

    yine gülüyor, "zaten mutsuz bir evliliği devam ettirmeye çalışmaktansa bitirmek çok daha iyi..."

    yine benden onay bekliyor, "bak!", diyorum, "zor olacak. bazen parasız, bazen yalnız kalacaksın. bazen insanlar sana yüz çevirecek. boşanır boşanmaz mavi bulutlara yelken açmayacaksın. alıştığın bir düzen vardı iyi kötü, o olmayacak. boşlukta hissedeceksin. daha çok çalışacak, daha çok yorulacak, daha az kazanacaksın. ama sadece tek bir şey bile bütün bunlara katlanmaya değer... o kalbinin üstüne oturan öküz kalkacak ve 'hiç-bir-şey-de-ğiş-me-ye-cek-hep-böy-le-ka-la-cak!' hissi bitecek."

    kocaman sırıtıyor, ağzı suratını kaplıyor kadının, "teşekkür ederim!" metroya binmeden önce çantasında ayna arıyor. makyaj çantamdan çıkarıp uzatıyorum, gözü parfüme takılıyor, onu da uzatıyorum. "markasına baktım, dp'den alırım ben bundan, çok güzel kokuyor" diyor.

    yabancı bir kadına sarılıyorum. ağızlarımızda fırlatılacağı günü bekleyen kahkahalar, kirpiklerimizin ucuna gelişine direndiğimiz tuzlu vücut sıvıları... ben metrobüse koşuyorum, o metroya... avrupa'ya gidiyorum ben, o asya'ya...

  • oy ve ötesi

    7 haziran seçimlerinde sorunlu bir okulda görevliydim. önce beni sınıfa bile sokmak istemedi sandık başkanı ve kuruldakiler, herkesten erken gitmiştim. sabah oy pusulalarını sayan akpli teyze hatalı sonuç çıkardı, başkan'a güler yüzle ve nazikçe pusulaların sayılması için yardımcı olmak istediğimi söyledim, akpli teyze itiraz etti, başkan kabul etti. o da ne? pusulalar tamdı! oy verme işlemi başladığında başkan'ın ve kurulun sempatisini kazanmaya başladım.

    1-2 saat geçti, o süre içinde bile birçok soruna sadece elimdeki yönetmeliği başkana ve kurula göstererek müdahale ettim, yine nazikçe ve gülümseyerek. ve müdahalede bulunduğum her durumu kabul ettiler. akşama kadar onlarca defa yönetmeliğe başvurarak insanların oylarını kurtardık. kimisi hdpliydi, kimisi chpli, kimisi akpli... yan sınıftaki sandıkta bile kuşkulu bir durum olduğunda gelip bana sormaya başladılar (ki aslında yan sınıftaki oy ve ötesi gönüllüsü arkadaşım eğitmişti beni eğitimlere katılamadığım için. ama ben cinsiyet, boy ve sevimlilik avantajını kullandım sanırım, ahahah n'aber bob?).

    uzatmayayım. günün sonunda 1 parti üyeliği ve 1 evlilik teklifi alıp, ikisine de nazikçe hayır diyerek tutanağı okul sorumlusuna teslim edip eve döndüm. chp, mhp, hdp ve hatta saadet partisi'nin sandık kurulu üyeleri, bina sorumluları gelip ayrı ayrı teşekkür etti. cidden kuş sütüyle beslemedikleri kaldı. saadet partili amca çakısıyla kestiği elmadan ikram ediyor, chp okul sorumlusu kavurmalı sandviçle ayran yolluyor, mhp okul sorumlusu oy vermek için kendi sandığıma giderken haber vermediğim için kızıyor, araba tahsis edip zahmetsizce gidiş gelişimi ayarlayabileceklerini söylüyordu...

    oy ve ötesi herkesin hakkını savunan bir oluşum. bu kadar tarafsız olması da insanları etkiliyor. son dakikada sandığa gelip seçmen kağıdı ve ehliyetiyle oy kullanmak isteyen çarşaflı kadına herkes itiraz ederken, siz yönetmeliği göstererek o kadının oyunu kurtardığınızda, oy verdikten sonra gelip sizin boynunuza sarılıp "allah senden razı olsun kardeşim" ağlıyor.

    bizim sandık kurulu başkanı gümüş yüzüklü bir adamdı. seçim bittikten sonra çok hoş bir konuşma yaptı. oy ve ötesi'ni ilk defa duyduğunu ama yapılan işten çok etkilendiğini, adalet ve demokrasinin herkes için gerekli olduğunu hoş bir dille anlattı.

    oy ve ötesi'nde gönüllü olun arkadaşlar. gönüllü olduğunuz sandıktakiler nereden geldiğinizi bilmedikleri için önce biraz kuşkuyla yaklaşacaklar ama insan ilişkilerinde iyi, güler yüzlü ve yaptığınız şey hakkında da bilgiliyseniz hepsi size saygı duyacak sonunda. insanlar taraftarlara o kadar alışmış ki, biri çıkıp adalet dediğinde ve bunu herkes için istediğinde önce afallayıp sonra da bağırlarına basıyorlar... sonrasında yaşayacağınız iç huzuru, iyi bir şey yapmış olma duygusu ise tarif edilemez. hangi parti kazanırsa kazansın, iyi bir şeyin parçası olarak siz kazanmış olacaksınız.

    gönüllü olun.