balamir15
profili

  • küfür aciz insan işidir

    küfür gibi tinerciden prensese, zamparadan tellağa, sabır taşı muskasını düşüren herkesin ağzından kaçabilecek kadar evrensel bir nörobiyolojik fenomeni, "acizlik" diye hafife almaktan çekinirdim ben açıkçası, gün gelir her insanın yolu düşebilir (küfrün bir çamur deryası olması başka bahis.) bilinç üzerine mürekkep yalayanların az çok tanıdığı davranışsal nörolog norman geschwind'in amerikan kökenli bir hasta üzerine çalışması vardır örneğin. kanser sebebiyle bir hastanın beynindeki sol kürenin tamamını cerrahi müdahaleyle almak zorunda kalırlar. beyni beypazarı kavununa çevrilen zavallı hastayla mülakat yapmak için fırsattan istifade norman geschwind gelir ve görüşmeye çalışır. ama hasta ne resimlere anlamlı gözlerle bakabilir, ne cümle kurabilir, ne de cümleleri anlayabilir hale gelmiştir. lakin diyalog bile kuramazken, iş küfretmeye gelince hastanın dili paşa düdüğüne döner; geschwind'in beş dakikalık mülakatında rahatlıkla yedi kez "goddammit"*, birer kez de "god" ve "shit" der hasta. beyninin sol tarafı komple barbekü yapıldıktan, nikah masasında belediye memuruna evet/hayır bile diyemeyecek hale getirildikten sonra dahi allah'a bela siparişi verebilir, komşunun ağzına edebilir haldedir halen hastamız (cinsel, bedensel veya dinsel tabuların tabletler halinde yutulmak için beynin sağ tarafında sandıkta saklandıkları da söylenebilir buradan yola çıkarak.)

    sorun küfürden tamamen kurtulmakta değil, paradoks görünse de bir şekilde doğaya özdeş, çevreye zararsız, cinsiyetçi ve ırkçı olmayan bir küfür buluşu yapmakta. bu kuduzluk tamamen zaptedilemiyor çünkü, insan küfür olmadan yapamıyor. sadece ingilizcede 1000 penis, 12.000 de vajina anlamına gelen sözcük var, dükkan çok geniş; pokerde karşıdaki hile yapınca akıl takıla takıla cinsel argoya takılıyor ve cinsel argo da cinsiyetçilikle lekeli. 19. yüzyıla kadar ingilizcede "tavşan" sözcüğü için kullanılan "coney", "cunt"*'a benzediği için terkedilen bir kelime örneğin. yerine artık ortamda söyleyince kimsenin sırıtarak bizi bozmadığı "rabbit" sözcüğünü kullanıyoruz. ezcümle, küfürlerden kurtulsak da küfrün elastik ima ve çağrışımlarından kurtulamayız (gereği de yok sanki?.) ama yine asıl sorun, küfür imparatorluğunu cinsiyetçi küfürlerin demir yumruğuyla yönetmesi. asıl tahtından edilmesi gereken, zararlı küfür kalıbı cinsiyetçi küfürler. cinsiyetçi küfür, tüm diğer küfür kalıplarının ecel semerine tükürdüğü için, cinsiyetçi küfür kadar insanın canını yakabilecek daha az zararlı bir kalıbın çıkışını da engelliyor. bu küfrün temel sorunu da kadını bir cihan fettanı/adam şeytanı görmekten çıkamaması.

    steven pinker, eserinde* hakim dinsel küfürlerin, dinin çöküşü ile beraber yerlerini cinsel küfürlere bıraktığını yazar (dinsel ve cinsel küfürler haricinde üçüncü safha olarak geriye beden artıklarıyla ilgili küfürler kalıyor, ancak onlar da göz çıkarmasa da gıdıklar en fazla.) örneğin modern çağ öncesinde "fuck you" şeklinde bir küfür yok, "damn you" var ve dinsel küfürlerin cinselleşmesiyle günümüzün küfür dağarcığını kazanmış durumdayız. en mercimek sofusu hıristiyan köktenciyi getirin, en basmakalıp islamcıyı çağırın, onların dahi "lanet", "bela" sözcüklerini işitince tüyleri bile diken diken olmaz, tüm dinlerin sekülerleştiği bir çağda yaşıyoruz kabul edelim ki. "evlerine ateşler salsın" gibi bir hakareti en küheylan bayrampaşa sanayicisi bile iplemiyor örneğin, dinsel küfrün devri sona erdi. "lanet olsun", "cehenneme kadar yolun var" gibi küfürler de bu yüzden cinsel küfürlere dönüşebildikleri ölçüde can yakabiliyorlar. dinsel küfrü alternatiflerden çıkarıyoruz bu yüzden; odin'e, yahve'ye, islama eskisi kadar yüksek dozla inanıyor olacaktık onunçün.

    cinsiyetçi ve ırkçı küfür etmemek için geriye ancak bedensel artıklarla ilgilenen küfürler kalıyor, küfür macunu için en uygun hammadde orası belki de. osmanlı'da yaygın olarak kullanılan pek çok küfür, günümüze göre daha geniş bir yelpaze sunduğundan, buradan katkılarla gündelik diyaloglara süslü dokunuşlar yapılabilir; "bok kargası," "boklu işkembe," "boklu bülbül," gibi küfürler, "bokluk başında cır cır ötmek", "çıktı öfke kelleme, gayri bokun elleme!" gibi bedensel artıklarla ilgili argo deyimler, neşredilen osmanlı argo sözlüklerine yansıyacak kadar osmanlı toplumunda yaygındı. ama küfür olarak algılanmaktan ziyade gülümsetme potansiyelleri de var hani, dolmuşta muavinle kavga çıktığında ağızdan zor çıkar.

  • ateistlerin garajımdaki ejder safsatası

    bir düşünce deneyinden de nem kapmaya gerek yok; carl sagan'ın argümanına "safsata" yakıştırmasındaki problem, tarihsellikten uzak olmakta yatıyor. ejderha elbette bir metafor. "garajda ejder olduğuna inanmamız için bir gerekçeye ihtiyacımız vardır" demek, örneğin kalahari'deki san halkı üzerine çalışan bir antropoloğu gülümsetecektir. insan toplulukları ile oturup iki lafın belini kırın bakalım, inanmadan önce delilleri mi sıralamışlar?. inandıktan sonra delil aramak dahi çok ender görülür.

    sagan'ın metafor olarak kullandığı ejderha için bir şey mi dediniz?. modern 21. yüzyıl insanı için ejderhanın varlığı öyküsellikte yatar ancak, ejderhaya inanıyor değiliz. ancak doğrudan ejderhalar üzerinden gidelim, ejderha miti dahi bin yıl önce inanılan bir mitti ve inanmak için bir delil aranmıyordu. doğrudan tanıklıkları içerdikleri iddiasındaki modernlik öncesi seyahatnameleri bile mitsel canlılarla doludur; devler, hayvan başlı insanlar, bebek yiyen yaratıklar. insan dili de bir metafizik fabrikası. olağanüstülüklerin kültürel dolaşımda olduğu dünyada inanmak için çok fazla delil arayacağınızı mı düşünüyorsunuz?. ortaçağın meşhur tarihçisi mesudî'nin altın bozkırlar (muruc ez-zeheb) eserinden bir alıntı yapıyorum bakın:

    "tinnîn hakkında başka şeyler de anlatılır. siyer kitaplarında anlatıldığına göre bunlar siyah yılanlardır. çöllerde ve dağlarda yaşarlar. seller ve yağmur suları onları sürükler ve denize atarlar. orada deniz hayvanlarını yiyerek beslenir; irileşir ve uzun yıllar yaşarlar. beş yüz yaşına geldiklerinde deniz hayvanlarını mahvederler. siyer kitaplarında anlatılanlar, bizim ibn abbas'ın rivayetine istinaden anlattıklarımıza yakındır. yine onlara göre bu yılanların siyah ve beyaz renkli olanları vardır. farslar da tinnînin varlığını inkar etmezler. onlara göre bu tinnîn yedi başlıdır. farslar ona ejdeha (ejderha) diyorlar ve onunla ilgili atasözleri ve rivayetler anlatıyorlar." (mesudî, 2004, murûc ez-zeheb, selenge yayınları, istanbul, s.38)

    ejderhalar yer yer siyer kitaplarına dahi geçebilmiş canlılar. ibn abbas gibi hadis ravileri dahi ejderhalardan bahsediyor ve daha sonra mesudî "ben görmedim ama kitapta var, inanıyoruz" diyor. kültürel olarak bu anlatılara yatkın olduğunuzda ve size "garajımda x var" dendiğinde delil aramazsınız (ejderha gibi absürd bir örnek dışında başka bir şey koyun, farketmez.) "garajımda ejderha var" diyene önce delil soracağımızı iddia eden, spinifex halkıyla, andaman adasındaki sentinellerle, veya dünya üzerindeki binlerce farklı inanırla oturup bir çay içip laflasın, inanmak için standartlar hiç de yüksek değil. bu inanışlar septik bilim insanları heyeti karşısında sınandıktan sonra basın bildirisiyle kabul edilmedi, kendimizi kandırmaya gerek yok; inanç, delili önceledi, delil inancı değil (inançtan sonra gelen delil ise bir confirmation bias olur en fazla.) inanç öğeleri de birbirleri üzerine bina edilirler, her bir delilsiz inanç öğesi, aslında delil olarak bir önceki inancı alır; kazak örer gibi tane tane kurulan bu anlatıda ne zaman neye inanmaya başlamışsınız unutursunuz bile. birinin "gel göstereyim" dediğinde gitmeniz, bu yatkınlıktan ileri gelir.

    ha septiklerin bu türden argümanları -ister russell'ın demliği olsun, isterse de sagan'ın ejderhası- indirgeyici yönü de olan analojiler elbette, ancak çok önemli bir noktaya temas ederler. din sosyolojisinde kullanacak ya da -pek çok ergenin yaptığı gibi- inanan insanları aptalmış gibi gösterecek bir şey değil doğal olarak (inanmak aşağılanacak bir şey değil.) ancak inanma olgusuna dair başarılı düşünce deneyleri bunlar, "inanmanın" çok da mistik bir olgu olmadığını anlatan...

  • özgür demirtaş

    ilginç, kendisinin de -kaçınılmaz olarak- tanıyor olması gereken iktisat tarihçisi (ki time dergisi yaşayan en etkili yüz kişi içerisinde de göstermişti) niall ferguson'un birinci dünya savaşı'na tamamen iktisadî açıdan baktığı ve çokça tartışılan pity of war eseri vardır (hatta ingiltere'nin almanya karşısında savaşa girmemesi durumunda avrupa birliğinin daha erken kurulacağını, almanya'yı militarizme ve nazizme itenin ingiltere'nin sert tutumu olduğunu yazdığı için çokça eleştirildi de adam.) dünya savaşları hakkında okuyup yazmayı geçtim, devletlerin savaş yapabilmesiyle doğrudan bağlantılı tahvil piyasası gibi alanların tarihine bakmadan iktisadî süreçleri anlamak da imkansız ki. iktisat alanıyla ilgilenenler, illa ki iktisat tarihine de bakarlar. hani birinci dünya savaşı'ndaki osmanlı devleti'nin müttefiklerini bilemeyecek kadar da büyük falso vermesi için bir akademisyenin çok fazla boş bulunmuşluğa gelmesi gerek bana kalırsa, bu kadar da bilgisizlik var gibi gelemiyor bana, içkisine ilaç atılsa böyle bir tweet yine atılmaz. çok da üstünde durulabilir değil sanki, herkes saçmalayabilir bir noktaya kadar (ha wonder woman üzerinden neden türkiye apolojisine girersin?, orası ayrı mesele; bayrampaşa'daki kıraathane muhabbetleri de bu düzeyde, gereği ne?.)

    madem iktisat alanında (en azından okuma yapan ve tartışmaları takip eden) hemen hemen herkesin bildiği niall ferguson'dan örnek verdik, yine onun bir falsosuna ve nasıl geri adım attığına bakalım. keynesçi paul krugman ile boğa güreşi yaptığı zamanlarda bir gazetecinin sorusuna karşı niall ferguson çok ters/cinsiyetçi bir cevap vermişti. gazeteci, keynes'in o klasik "uzun vadede hepimiz ölüyüz" sözünü hatırlatınca, ferguson da "keynes gay olduğu ve çocukları olmadığı için gelecekle ilgilenmiyordu zaten," der. ama sonra ne olur? ferguson bir açıklama yayınlar ve konuşmasının "duyarsız olduğu kadar aptalca da olduğunu," keynes'in kişisel hayatına dair yorumların tamamen alakasız ve yanlış olduğunu söyler ve özür diler.

    klasik türkiye akademisyeninde olduğu gibi galiba özgür demirtaş'ta da falso verdiğinde özür de değil, en azından düzeltme huyu pek yok. bu huydan daha az olan haslet de, mesnetsiz ve boş konuşunca birinin rahatlıkla cevap yapıştırabileceğini bilerek, kendi alanı dışındaki konulara tamamen de uzak kalmama duyarlılığı. çok az bildiğin alanda sadece ortalama görüşü ifade etsen başına bir şey gelmez, asıl açmaz hiç bilmediğin alanda fazla iddialı konuşursan çıkar (fazla uzak alanlarda at koştururken alandaki kabul edilmiş otoritelere neden göndermede bulunuyoruz ki başka türlü?.) halbuki daron acemoğlu gibi demirtaş'ın da twitter'da bolca göndermede bulunduğu alanındaki önemli pek çok kişi, bizim türk tipi yazar-çizer ekibiyle mukayese kabul etmeyecek denli mütevazidir. bir konuşmasında "yunanistan'ın durumu hakkında ne düşünüyorsunuz?" sorusuna karşı daron acemoğlu gülümseyerek "söylemeyi becerebileceğim hiçbir şey yok!" demişti; "sadece iki konuya değinebilirim ve on üç yıldır yunanistan'ı çalışmama rağmen ben de fazlasını bilmiyorum" yanıtını vermişti. bizde olsa bilmediği konuda müneccim kesilmeyeni katran ve tüye bulayıp vahşi batı'da yalın ayak gezdiriyorlar sanırsınız.

  • türkler ve türkiye avrupalı değildir

    ülkedeki kültür endüstrisinin ekmek yediği tek saha, ürettiği yegane şey işbu şablonlardır; hatta gel zaman git zaman, mesaisinin cüz'i bir bölümünü değil, tamamını şablon fetişizmine gömebilir bu münevver sanayimiz, çünkü üretebildiği pek başka şey yoktur. yeri gelir "batının ilmi", "doğunun maneviyatı" şablonunu tekrar eder, alkış alır. yeri gelir kendini birden asyalı görür, dinleyicileri fenafillaha erdirir (çin medeniyeti de aguşunu açmış beklemektedir ya hani?); karşıda düşman ve homojen bir "batı" tasavvur etmesi bir yana, yekpare bir "biz" de bulunmadığını anlayamaz. böylesi mutlak yorumları nasıl yapabildiği, her bir cüzünden alamet-i farika fışkıran, birbirine benzemeyen birimlerin örgütlenmesi olan o muazzam kompleksiteyi nasıl olur da tek bir şablona oturttuğu üzerine düşünmez, çünkü alışılmış paketlerin pazarı büyüktür, ucuz duygusallık da hamurumuzdur. şablonculuk cevherinin özü, pek öyle farklılıklar içermez, farklılık ihtilaftır zira; kültür kitabımızın yaprakları battal gazi film dekoru gibi olmalıdır illa ki.

    annales okulunun halen akdeniz tezi kabul gören büyük tarihçisi henri pirenne, eserinde* örneğin güney fransa'da bile demografik açıdan anlamlı sayıda ortadoğulunun bulunduğunu, ortadoğu ile avrupa'nın birbiri içine geçmiş olduğunu yazar (kaldı ki tüm metni de din ayrımları haricinde keskin bir ayrımın bulunmadığı, kültür kaynaklarının coğrafyanın tamamına dağılmış halde bulunduğu üzerine dayalıdır.) daha erken dönemde roma'nın suriyeli generalleri, imparatoru bulunuyor. bu öyle bir dönem ki karl jaspers'a* göre günümüz medeniyetinin, algısının, kültür dünyasının bütün temellerinin icat edildiği çağ; buna axial age der jaspers, m.ö. 800-200 arasında günümüz dünyasının tüm kültür temelleri icat edilmiştir aslında. şimdi bile konuştuğumuzda dahi farkında olmadan axial age göndermeleriyle konuşuruz, kültürümüz o çorbadan çıkmadır. bu dönemde ise "avrupa" yoktur (sözcük olarak da yoktur), daha yeni icatlarımız olan "ortadoğu" ise hiç bulunmaz. illa ki benzemezlik arayacak isek, aslında kafa olarak günümüzde ortadoğu, avrupa, kuzey afrika olarak toplayıp çıkardığımız coğrafya ile hindistan ve çin arasında (coğrafyanın da etkisiyle) büyük farklar bulunur (hatta bu farklardan bazıları için (bkz: #66941015)

    bu ayrım ve şablonların kabareye döndüğü bazı noktalar da var hatta. bizim pek sevdiğimiz 'yerliciliği', başka kamera açılarıyla yapanı var; örneğin grafton elliot smith, 1930'lu yıllarda tüm medeniyeti batının kurduğunu söyleyen biriydi ve en büyük argümanı da mısır medeniyetiydi. tarıma, sanat eserlerine, hikaye ve mitlere bakınca her yerde mısır medeniyeti'nin izlerini görüyordu ve batının doğuya olan üstünlüğü olarak kabul ediyordu bunu (buna göre çin her ne almışsa batıdan çalmıştır, "batı" ise özünde mısır, "ortadoğu" oluyor, şaşırabilirsiniz.) hatta elliot smith'e göre hepimiz kültür kaynağı olarak mısırlıyız aslında, yani batılıyız! (mısır medeniyetini abartarak çin medeniyetini gömen bu tezlerin artık kabul görmediğini ayrıca yazmama gerek yok sanırım.) 1930'lu yılların başka açıdan şablonculuğunu yansıtan bu örneği verme sebebim, şablon kullanıldığında bile bulunduğumuz coğrafyanın hiç de batıdan kopamadığı.

    islamın ortaya çıkışıyla beraber kendimizi avrupa'dan* topyekün farklı, nev-i şahsına münhasır görmenin siyasi ideolojiler açısından pratik faydası çok fazla var elbette (tüm tartışmanın başladığı ve bittiği yer de burası aslında.) ancak şablona sokulmak gerektiğinde bile kaçınılmaz olarak o nefret ettiğiniz, tiksindiğiniz batıya ucundan kıyısından dahil olabilirsiniz. bunu daha açıklayıcı bir modelle ifade edenler de var, örneğin ian morris, eserinde* milattan önce birinci yüzyılda roma'yı batının merkezi kabul ederken, m.s. 800'lü yıllarda ise batının merkezini islam dünyası olarak kabul eder; kısaca güney avrupa, 800'lü yıllarda islamın doğuşu ve büyük bir imparatorluğun tezâhür edişiyle birlikte batının merkezi olmaktan periferiye, yani merkezin dışındaki çevreye düşmüştür. bu coğrafyada şehirleşme, ticaret, kültür nerede deviniyor ise "batı"nın merkezi orası olmaya başlar, ama bu kalıcı değildir, merkez ve çevre değişen şeylerdir. ancak buna göre de islam dünyası batıya düşüyor, "doğu" ise hint ve çin medeniyetleri. ezcümle, şablonculuk sektöründen de siyasi ideolojilere hayır gelmeyebilir.

    peki neden bu kadar bayılıyoruz karmaşıklığı temsil etmesi mümkün olmayan, başlangıç güdülenmesi olarak da yanlış olan bu şablonlara?. çünkü nefret, şablona sokunca çoğalan bir şey. nefreti, "biz başkayız" böbürlenmesini siyasi gündemler-ideolojiler uğruna dolaşıma sokmak için de pek çok şeyi atlamak, sadece seçtiklerini göstermek*, yeri gelince tribünlere oynamak, duygulardan güç almak gerekiyor. çünkü keskin bir şablonda kendini konumlandırmak için illa ki diğerlerinden kendi şablonunu ayrıştırması, başkalarını insanlıkdışı olmakla etiketlemesi* gerekiyor. bunun için ise kendisini övecek, bütün diğerlerini ise küçümseyecek moleküler boyutta sebepler arayıp bulmaktan imtina etmemesi gerek; bunu yaparak bir bakıma ford model t'yi baz alarak günümüz otomobil endüstrisini aşağılar gibidir. zaman-mekan sıkışmasının olduğu, yani bir mekandan başkasına verili zamanda artık hudutsuz ölçüde hızlı gidebildiğimiz ve coğrafyanın etkisinin azaldığı bir çağda, bunca iletişim aracına rağmen şablonculuğunu bir asır evvelindeki formatla devam ettirmek belki de bu geleneğin kaderi.

  • hasan karakaya

    sözlükteki çoğu kişi, karakaya'nın sadece 2000'lerin sonlarına doğru canlı hedeflere dartla atış yapmaktan farkı olmayan yazılarından haberdâr gördüğüm kadarıyla. ama yüksek erdemden dolayı değil, iktidarın başka olması sebebiyle 90'ların sonları ve 2000'lerin başlarında hasan karakaya'nın bir de "muhalif dönemi" mevcuttu. islami kesimde sabahları dükkanlar açıldıktan sonra "karakaya'nın son yazısını okudun mu? yine döktürmüş" yollu muhabbetler çevrilirdi. peki karakaya'nın en çok sevdiği konu neydi o zamanlar? tabii ki iktidardakilerin lüks sevdasıydı. hatta lüksü, iktidarın gösteriş merakını eleştirirken sanki karşınızda bir romalı tacitus ihtişamı var zannederdiniz.

    kemal derviş'in yanındakilerle beraber 120 tl kadar tutan bir beş yıldızlı otel kahvaltısını uzun uzun yazdığını hatırlıyorum. yazılarının yarısı tırnak işaretlerinden ibaret olan karakaya, o vakitler "halkın parasını çarçur eden politikacılara" pek kızgındı, ölçüyü açan en küçük bir harcama, karakaya tarafından o köşesinde yer alan logosundaki gibi matkapla cezalandırılırdı. yolsuzluk, lüks, devlet hazinesinin beyhude yere harcanması haberlerini işittiği dakikada hababam sınıfı'ndaki çalışkan ahmet gibi dellenen bir hasan karakaya düşünün...

    "hayvan gibi sevişmek isteyenler" diye cinsellik konusunda yazan köşe yazarlarına saldırmalar, "pornocu" gibi nâif küfürler, karakaya'nın sevdiği betimlemelerdi. ama bir fark olarak bunları iktidar seçkinlerine yönelttiği de olurdu o muhalif döneminde. ağzının bozukluğundan herkes çekerdi, ama temelde zenginlik, gösteriş ve lüks en yaygın kritik temalarıydı. aksaray'ın inşası, 17 aralık, gezi eylemleri, roboski vs gibi olaylar, güdümü kendi kesimi elinde olmayan bir iktidar döneminde olmuş olsaydı inanın kahraman gazeteci imgesine bürünmeye çalışacaktı. diyarbakır cezaevi'ni bu kadar çok yazmış olan birinin, islami iktidar dönemindeki roboski anıldığında ancak küfretmesi, öyle sucuk zarı kadar ince olan bir detay değil, muhafazakar kesimde barınmakta olan ciddi bir karakter sorununun göstergesi. kemalist devlete vurmak için sadece etkili birer mühimmat olarak görülüyordu yoksulluk, kürt sorunu, devlet baskısı vb konular. bunu birçok islamcı az çok farketti ama umursamadı. o eleştirilen ceberrut devlete bu kadar kısa sürede benzeyebilmeleri de biraz bundan.

    aslında doğrudan konumuz değil ama beni en çok rahatsız eden, islamcılığın hasan karakaya gibi şahsiyetlerle birlikte içine fena battığı vasatlık çukuru. kimi zaman islamcılık içerisinde de değerlendirilen ahmet ağaoğlu'nun 1910'lar civarı yazdığı ünlü eseri üç medeniyet'teki aşağıdaki bölümünü, hasan karakaya ne zaman anılsa yeniden hatırlıyorum. günümüzde islamcıların manevî ve fikrî mesailerinin %90'ını nereye gömdüklerini anlama açısından manidardır:

    "bizde birçokları, ahlâkı sırf cinsi münasebete inhisar ettirerek, bizim güya batı çevrelerinden daha ahlâklı olduğumuzu iddia ediyorlar. bu fikir katiyen yanlış ve yanlış olduğu kadar da zararlıdır. çünkü önce şurasını bilmeliyiz ki, ahlâkı yalnız cinsi münasebetlerle sınırlanmış sayanlar, insanı yalnız kuşağına kadar tasavvur edenlerdir. fakat kuşaktan yıkarı bir kalp ve bir de ruh vardır. işte bu kalp ve ruha ait olan ahlâk sahalarının hepsinde biz pek aşağı bir durumdayız." (ağaoğlu, ahmet, 2013, üç medeniyet, doğu kitabevi, istanbul, s:47)