sonsuz sevgilerimle17
profili

  • öğretmenlere hala aşı yapılmaması

    öğretmenlerin aşı vurulmak istemesi ile örneğin bir esnafın aşı vurulmak istemesi arasında halk sağlığı açısından ciddi farklar var.
    okullar, insanların toplu olarak, havalandırma olmadan (pencereler açık tutulsa bile sınıfların yapısından dolayı) ve sosyal mesafeyi koruması güç bir ortamda uzun süre durdukları yerdir. tek bir kişi pozitif olduğunda, (virüsün kaç günde belirti verdiği henüz çözülemediği için) geometrik artışla yayılma görülür. aileler hesaba katıldığında iş çığrından çıkabilir.
    bu yüzden metrobüslerde yolculuk yapılabiliyorken, esnaf çalışabiliyorken okullar kapatıldı. çocuklar, gençler en yüksek yayma potansiyeli taşıyan gruplar oldukları için.

    kendim aşı vurulmayı düşünmeyen biri olarak öğretmenlerin taleplerini akılcı buluyorum. sürü bağışıklığının işe yaramadığına dair bunca delilden sonra yayılma hızını en düşük tutacak önlemlerle gidilmesi, halk sağlığını koruma adına gayet mantıklı görünüyor.

  • 2 ocak 2020 fatih'te donarak ölen vatandaş

    eskiden sokakta kimse yaşamıyor diye övünürdük. yardımlaşan, dayanışan toplumuz derdik. amerika'daki evsizleri gösterip 'gelişmişler ama insanlarına sahip çıkamıyorlar bak.' diyenlerimiz olurdu.
    şimdi sokakta donarak ölüyor insanlarımız.
    sağken yardım istese bir şey yapmayacak olan sağlık görevlileri ölüsü için seferber oluyor.

    ekleme: sağlık sektöründeki arkadaşlar mesaj attılar, sağlık görevlisi ne alaka diye.. burda bahsi geçen sağlık görevlisinin kendisi değil sistem. sizinle konunun ne ilgisi var? (bkz: 1 ocak 2020 gss borcu olanların tedavi olamaması) diye bir şey çıktı. paranız yoksa ve işsizseniz tedavi olamıyorsunuz. ve 50 lira ödeyemediği için dahiliye kapısından gönderilen teyze gördüm daha geçen ay.
    düzeltme: öğünmek değil, övünmek.

  • üniversitelerde makale yazmanın öğretilmemesi

    üniversite her şeyin öğretildiği yer değilmiş.
    bilimsel makale yazmayı öğretmeyecekse neyi öğretecek?
    üniversite, bilimin merkezi, burda bilimsel çalışmaların ifade edilmesi öğretilmez ne anlama geliyor?

    ne öğretilir o zaman üniversitede cidden merak ettim...
    üniversitenin amacı nedir?

  • avrupa'yı avrupa yapan değerler

    babam, hastalığı türkiye'de tedavi edilemediği için çok uzun süre bir fransız hastanesinde yattı.
    o süre içinde ameliyat olduğundan ve biz de yanında refakatçi olarak bulunamadığımızdan fransız hastabakıcılar bakımını yapmışlar.
    orayla ilgili anılarını paylaşırken utanarak anlattığı bir ayrıntıyı hiç unutamam.
    kadın bir hastabakıcı babamın altını temizliyormuş. babam hizmetinizin karşılığı diye 20 (yanlış hatırlıyor olabilirim o civardı bişi) frank vermiş. (oldukça eski bir dönemdi. henüz euro kabul edilmemişti fransa'da)
    hastabakıcı babama "ben hizmetimin karşılığı olarak devletten maaş alıyorum beyefendi." diyip parayı reddetmiş.
    babam burda da ameliyat olmuştu. çarşafı değiştirmeleri için bile hastane çalışanlarının cebine para tutuşturuyorduk. yoksa ayak sürüyorlardı.
    babamın fransa'daki tedavisinden bu yana çok uzun yıllar geçti.
    ama türkiye'de hiçbir şey değişmedi. bir adım daha atıp, azcık bile daha ahlaklı bir toplum olma yolunda ilerlemedik.
    sorsan manevi değerlerimize toz kondurmayız.

  • fethiye'de küçük kızların zenginlere pazarlanması

    biz bu yaşa iyi gelmişiz diyen yazar olmuş.
    biz bu yaşa kolay gelmedik. tanıdığım tüm erkek ve kadınların en az yarısı çocukluklarında ciddi düzeyde taciz görmüş durumda.
    erkekler bunu seslendiremiyorlar. kadınların en azından bir kısmı aralarında konuşabiliyorlar. ama bu ülkede taciz edilmeden büyüyen insan sayısı zannedildiğinden çok daha az.
    psikologların rakamlarına göre taciz edenlerin %66'sı çocukların tanıdığı, büyük ihtimalle evden ya da komşulardan biri.
    arkasında dev bir ikiyüzlülük var bu tacizlerin.
    çocukken kız erkek oynamaya izin vermez muhafazakar anlayış,
    gençken kızlı erkekli sohbet, muhabbete çemkirir,
    azcık hayatı tanıyınca hemen evlenmeni ister, tabi uygun gördüğü kişiyle,
    evliliğin yolunda gitmez, seni zorla orda tutmaya çalışır,
    isyan edersin, adını çıkarır,
    etmezsin, ezilirsin,
    orta yaşı geçersin, eş ölür, gurbete gider, tüm dokunma ihtiyacını bastırmanı ister. gelinlikle - damatlıkla girdiğin evden kefenle çıkmana izin verir sadece,
    yaşlanırsın, azdın mı der, çocuk bakmanı, paranı vermeni, tarlada işçinin başında durmanı ister, hayat arkadaşı aramana izin vermez.

    sonra bu kadar sapık nerden türedi?

  • kadınların kayda değer felsefe üretememe nedeni

    yaklaşık 10 yıl önce, bir ilçede yaşayan akrabaların yanına gitmiştik ailecek. salonda fındık kırıp çay içerken muhabbet ediyorduk. laf okuldan, eğitimden falan açıldı. o sıralar lisede okuyan kuzen kadınların bu konuda dezavantajlı olduğunu söyledi. 'nası yani?' diye sorunca anlattı. felsefe öğretmenleri ilk derse geldiğinde tamamı kızlardan oluşan sınıfa 'sizin zihinsel kapasiteni felsefeyi anlamaya yeterli değil. ben soruları vercem sınavdan önce çalışırsınız. şimdi isteyen kitap okusun, isteyen çeyizini hazırlasın.' demiş. bizim kuzenin notları düşük heralde diye düşünüp bahane olsun diye uydurduğunu düşündüm. inanmadığımızı anladı. gitti içerden fotoğraf getirdi bir tane: beyaz saçlı bir adam, sınıfta kalorifere dayanmış uyuyor. sene böyle geçmiş. kızlar laflamışlar, kimisi dantel bile işlemiş. hiç itiraz eden olmamış.

    avrupayı, amerikayı bilmem ama, bu düşünceye sahip çok insana rastladım bizde. aynı fikirde olan doktorunu da duydu bu kulaklar, savcısını da. ama en sert örneği o kuzendi. çünkü ikna olmuştu gerizekalı olduğuna. o yıl 400 kız, gerizekalı olduğunu düşünerek mezun oldu liseden.

    durumun tabi ki ataerkil sistemle âlâkası yok. kadınlar gerçekten gerizekalı.

  • türklerin felsefe tarihine katkısı

    bak dostum;
    " geçmişimizle bağlarımız kopuk. uğraşmadan, didinmeden olmuyor işte." diyorsun ya...
    önce ikinci kısımdan başlayacağım.
    seni kültür olarak eleştiren, felsefede bilimde yetersiz olduğunu düşünen adamın uğraşmasını istiyorsun. o uğraşmaz, sen uğraşmak zorundasın. kendi değer verdiğin kültürel alt yapıyı ortaya çıkarmak zorunda olan sensin. ne zaman böyle bir başlık açılsa geliyorsun sekiz on isim verip bakınız veriyorsun. yani? yani, açın bakın diyorsun. onları okuyun. görün bizim kültürümüz ne büyük felsefeciler yetiştirmiş. batıya karşı aşağılık kompleksini böylece yenmiş olursunuz diye öğüt veriyorsun. bu sırada biz de öğreniyoruz senin doğu kültürünü (hint, çin, japon, nispeten rus) okuyup sindirdiğini ve türk islam düşüncesinin arka planını da içine alan bir bakışa sahip olduğunu. hep ima, hep laf çakma.
    okumaz arkadaşım seni eleştiren kişi. niye okusun? o hayvan gibi entry giriyor batı düşüncesi ile harmanladığı, kafasını karıştıran, tartışmaya değer gördüğü konularda. jimi the kewl var bu sözlükte bilin mi. adam akademisyen. 11 bin entry girmiş. bunun yüzde 99'u bilgi paylaşma, tartışma. kafa patlatma. bak son entrysinde seneca ile ilgili "seneca'yla ilgili türkçedeki tüm metinleri kronolojik olarak listeledim. çeviri, kitap, makale, sunum, bitirme, yüksek ve doktora tezi, her şey. " diyor. akademisyen bu adam. entrylerinde salt bilgi aktarmıyor. kafasına takılanı, gündelik yaşamla uyuşmayanı tartışıyor.
    immanuel tolstoyevski var. geziyor, yazıyor. o da tartışıyor. otisabi var. matarama su ko var. öne çıkmayan, bu tarz yazan onlarca yazar var. ortak özellikleri şu: sadece üç beş isim verip bakınız vermiyorlar. soru soruyorlar. cevap arıyorlar. kendi sorularına cevap yazan olursa okuyor, tartışıyor, yeni sorular soruyorlar.
    sen ne yapıyorsun? fatih sultan mehmet hakkında okudun, kafanda soru oluştu mu? yoksa yalnızca onun 'büyüklüğünü' idrak etmeyle doydun mu? peki felsefe neydi? dünyanın her yerinde felsefe soru sormaktı. doğrunun peşinde koşmaktı. hikmeti aramaktı. arıyor musun? buraya gelip hilmi ziya ülken ahlakla ilgili şunu demiş ama bana uymadı, şundan dolayı uymadı diyor musun? şerafettin sabuncuoğlu tâ 15. yüzyılda o resimleri yapmış, devamı niye gelmemiş diye tartışıyor musun? sabuncuoğlu'nun resimleri işleyiş teknikleri, çizimleri, bunun anadolu'daki karşılıkları ile ilgili üç satır döşüyor musun sözlükte? yok. ne yapıyorsun? 'oroştormoyorsonoz, komploklosonoz.' araştırmıyor değil millet. sen paylaşmıyorsun. sürekli savunma halinde olduğu için bakınızlı cevaplarla yetiniyorsun. gelip buraya kendi kültürünle boğuşup yeni fikirlere yol açacak tartışmalara girişmiyorsun. kötülemek sanıyorsun eleştirmeyi. zayıf görünmemek için kafana takılan kısımları sorgulamıyorsun.
    ah tabi bu fikrim aşırı derecede iyi niyetli. senin deli gibi okuduğunu, sonra da soru sorduğunu varsayıyorum. kendi kendine dahi olsa, kimseyle paylaşmasan bile kültürünle yüzleşmeye çalıştığını kabul ediyorum. osmanlıca harfleri öğrenmekle yetinmediğini, okuduklarından sonuçlar çıkardığın önkabuluyle yazılarını ele alıyorum. yoksa hata mı ediyorum? lütfen bana yanılmadığımı söyle.
    ki, cehaletle suçladığın, bilgi doğudan geldiğinde değer vermemekle itham ettiğin insanlara anlatabileceğin şeyler olduğunu düşünüp içimi ferahlatayım. tek derdinin savunma olmadığını, aslında kendi değer verdiğin kültüre yönelik içten içe üretimde bulunduğunu görebileceğimiz günler olduğu ümid taşıyayım. birgün, o çok beğendiğini söylediğin yazarlardan kopyala yapıştır yapmak yerine, yazının gerçekten içine girip, ordaki fikirleri tartışabileceğin entryler gireceğin beklentisini duyur okuyuculara. öyle on bin şartı yok, sağlamından yüz entry girsen bile çok iyi bir başlangıç olur.

    ki, sayende övündüğün kültürle tanışma fırsatı bulsun senin cahil bulduğun kesim.

    birinci kısma, 'geçmişimizle bağlarımız kopuk.' iddiana hiç girmedim dikkatini çektiyse. sözlükte binlerce entry var, osmanlıca'nın tartışıldığı. onlardan tek bir entry bile okusanız bu cümleyi yazmayacağınızı bildiğimden bu konuda susmayı daha anlamlı buluyorum.

  • mersin akbelen mezarlık rezaleti

    babam vefat ettiğinde sela veren müezzine bile para vermek zorunda kalışımızı hatırlatan olaylar...

    bu ülke neden böyle?

  • boşanmış çiftlerin çocuklarının kişiliksiz olması

    boşanmamış aile çocuğuyum.
    annemle babam, birbirlerine yapabilecekleri her şeyi yaptılar.
    küfür, aşağılama, dayak, parasız bırakma...
    mutsuzluktan ölüyorlardı. ama boşanmadılar. ne olursa olsun boşanmadılar.
    sorunlarının çözümü için psikolog yardımı gibi yöntemlere de başvurmadılar.
    çocukluğumun önemli bir kısmında kendimi acımasızca savaşan iki tarafın arasındaki cephede hissettim.
    üstüne, sonradan annem, bütün bunlara bizim için katlandığı gibi bir efsaneyle manevi avantaj elde etmeye kalktı. bedel istedi.

    boşanmış olmalarını dilerdim.

    ilk entrydeki arkadaş şiddetle yanılıyor.
    mutsuz ve boşanmamış ailelerin çocukları, içlerindeki kara bulutları, öfkeyi gizlemeyi de öğrenmiş oluyorlar. onlarda görememenizin sebebi bu. sağlıklı olmaları değil. aksine daha tehlikeli. şükredin eğer çevrenizde boşanmış aile çocukları varsa.
    onlar oldukları gibi görünmeyi başarmak için gerekli en önemli altyapıya sahipler.
    sorunları görmeye alışkın olmadığınız için henüz algılayamıyorsunuz ama doğru olan onların tarzı.

    onların yerinde olabilmeyi ne kadar istediğimi bilemezsiniz.

    edit: başlığı açan arkadaş silmiş entrysini.

  • türk sporunun başarısızlığının sebebi

    1- liselere giriş sınavı - üniversiteye giriş sınavı: gerçekten sporcu olacaksanız ortalama 4-5 yaş civarında başlarsınız. türkiye'de bu yaşlarda başlayan ve gerçekten iyi olan pek çok sporcu var. ancak bu çocuklar 12 yaşına gelince teog'a hazırlanmak için spora ara vermek zorunda kalıyorlar. iyi bir liseye gitmek için başka şansları yok çünkü. liseyi kazandıktan sonra tekrar spora dönenler oluyor. bu kez de üniversite sınavı. 17 yaş sporda zirve olan dönemdir. bu dönemde genç tekrar dersane, özel ders ve testlere gömülme dönemine giriyor. bu sefer artık spora dönse de ondan kolay kolay hayır gelmiyor.
    başarılı sporcu yetiştiren ülkeler bu sorunu bursla çözüyorlar. başarılı sporcu (ya da bilim alanında çalışan vs. ) bir öğrenci iseniz burs alıyorsunuz, direk sizi kapıyor üniversiteler.

    2- liyakat (yani torpilin var mı yok mu?): diyelim sınavlara hazırlanma tuzağını aştınız ve yine de dünya çapında bir sporcu oldunuz. bu, sizin gerçekten hırslı ve düzenli çalışan bir sporcu olduğunuzu gösterir. hatta üstüne bilimsel gelişmeleri takip ettiniz ve kendinizi geliştirdiniz. ve süper bir hocanız da var. iyi. ama yetmez. yani türkiye'de yetmez. sizin müsabakalara katılmanıza karar verecek kişilerin tanıdığı, sevdiği, akrabası, bişeysi olmanız lazım. çünkü yurt dışına çıkılacak ve bunun parası bi yerlerden karşılanacak. eh kimse böyle bir yurt dışı fırsatını kaçırmak istemez. hem ne olmuş, 1. olan değil de 5. olan gitse. belki onun da bir şansı olur. şimdi bilmem kimin hatrı mı önemli türkiye'nin sporda başarılı olması mı?

    3- 4- 5- para, fırsat eşitsizliği, paran olsa bile yeterli imkanların olmaması gibi durumlar. bu maddeler çözülebilir şeyler bir şekilde. önemli olan 1. ve 2. maddedeki yapısal sorunlar,

  • şaka maka koca dünyanın batı kıyafetleri giymesi

    bundan şikayet eden kişi hayatının olabildiğince batı standartlarında olması için uğraşır ne gariptir ki. iyi bir arabası olsun ister. ama o arabaya binmek batı tarzı pantolon giymeyi gerektirir demez. kimonoyla, bindallıyla arabayı rahatça süremezsin, bisiklete bile binemezsin, hatta metrobüsle işe bile gidemezsin kardeş o işi ne yapacağız?

  • entelektüel birikim teşhirciliği

    oha lan. (yeterince entelektüel birikimsiz görünebildim mi?)
    oha cidden.
    ülkeye bak. tvitle, faysbukla, instagramla her tür teşhiri yapmak gayet doğal, arabanla giyiminle, telefonunun, tabletinin markasıyla maddi durumunu belli etmek farz, iş okudukların hakkında konuşmaya gelince kes sesini!!!!!!!

    olm be. siz kitap okumadığınız için duyduğunuz vicdan azabını hissetmeyesiniz diye susuyoruz artık lan. valla bak. kendi utancınızla yüzleşmeyesiniz diye artık yanımızda kitap bile taşımıyoz. cep telefonumuzla uğraşıyoz artık dolmuşta, otobüste. hatta var ya, mümkün olduğu kadar cahal görünmeye bile çalışıyoz. valla, raat olun siz. utanmayın lan kendinizden. gezin tozun, çek edin sonra onu forskuerle... manyak mısınız. ne okuycanız zaten.

    aman gülüm. seks iyidir. ondan yapın.

  • bir erkeğin bağımlılık yapabilecek özellikleri

    cevabı basit olan bir anket sorusu.

    orgazma ulaştırmasıdır. net.

    anahtar kelime dopamin.
    ben demiyorum, antropolog helen fisher diyor. aşık çiftler üzerinde yapılan çalışmaları merak edenler şu ted konuşmasını dinleyebilir. tık

  • osmanlı'da yabancı düşmanlığı ve alterofobya

    ilk entry'de, bu konuda verilecek olan bir sempozyumdan bahsedilmiş.
    ve bilgi de verilmiş. (bkz: #55394879)

    sonra da fular esprileri yapılmış.

    --- alıntı ---

    abi fuları gevşet istersen

    --- alıntı ---

    sonuç: bu topraklarda hâlâ farklı fikirler hatta bilgi, aşağılama yoluyla düşmanlığa maruz kalmaktadır.

    tanım: gitmek istediğim ancak gidemeyeceğim sempozyumun konusudur.

  • türk kızının gereksiz içerikli kitapları okuması

    cancıım,
    kafka okuduk da ne oldu.
    şato ile türk bürokratik yapısı arasındaki benzerlikler üzerinde hatun hatuna tartıştık da ne oldu.
    niçe'nin ölümle ilgili sözlerini ya da 'kaderini sev!' sertliğinde cümlelerini sabahlara kadar konuştuk da ne oldu.
    şopenaur'u niye sevmediğimizi delillendirdik de ne oldu.
    hint felsefesiyle, yunan ve islam felsefesini karşılaştırdık da ne oldu.
    kıvılcımlı'yı anlamaya çalıştık da ne oldu.
    ismet özel'in valdo'su kimdir hacı diye düşündük de ne oldu.
    ne dedi cümle alem.
    erkekler okuyan hatun sevmezmiş.
    hele derinine okuyan kadını hiç sevmezmiş.
    geriye ne kaldı.
    yüz yıllık yalnızlık.

    ya ne olacağıdı...

  • aşık olunmayacak kadar şişman kadından açık mektup

    zayıflığın kusur sayıldığı bir kültürden geliyorum. küçükken az veya yavaş yediğimde annem endişelenir, zayıf olan amcama benzeyecek olmakla korkuturdu beni. zayıf kadınlara 'kuruayşe' gibi lakaplar takılırdı. erkeklerin 'yıllardır kemiriyorum, kemiriyorum bir ete rastlayamıyorum.' diye eşlerini çekiştirdiklerini duyardık. bana görücüye gelen uzaktan bir akraba, zayıflığımı beğenmemiş 'kocan yatakta karı mı arayacak?' demişti.. annemler o insanlarla bağlantılarını sınırladılar ama içten içe hak verdiklerini de gizleyemediler.
    annem bugünkü ölçülere göre kiloluca bir kadındı ve babam başka konularda eleştirmesine rağmen fizik olarak annemi beğendiğini belli ederdi. annem gerçekten güzel bir kadındır ve babamın başka hiçbir kadını onun kadar çekici bulmadığını çeşitli vesilelerle anlardık.
    tüm bunlara rağmen ben zayıf kadınların çekici olduğu inancı taşıdım. kendimi hep kilolu buldum. 36 beden giyerken de 44 bedene çıktığımda da. erkeklerden uzak durma, ilişki kuramama konusunda iç sesim hep, benim kilomda bir kadının çekici bulunamayacağını söyledi. ki ergenliğimden itibaren yeme bozukluğu alametleri gösterdim.
    şimdi ise kadının kilolu olmasını onun güç ve enerji gerektiren işlerde çalışması için, zayıf olmasını da parasını sömürmek için isteyen sistemleri görecek kadar farkındayım dünyanın artık...
    erkekleri ve kadınları çekici yapan tek şeyin bakışları olduğunu hissetmemin sebebi belki ilerleyen yaşımdır, bilmiyorum. ama görünümüne inanılmaz emek harcayan bir arkadaşımın 'kendi vücudunu beğenmeden sevişmekten nasıl zevk alırsın?' yorumuna artık katılmıyorum. zevkin ölçütü ne ki.. apartmanı ayağa kaldırmaksa hiç farkında olmadan yaşadım. ama ölçüt fizikten dolayı prenses yerine konmaksa 34 bedenken bile o duyguyu tatmadım.
    işin bir de zıt yönü var, şişman ya da çok zayıf erkekler... insanlara sempati duymamı sağlayan genelde saygı uyandırıcı yanları ve merhametleri. bi de renklilik... bu özellikler hangi şekilde dururlarsa dursunlar yakışıyor...
    başkalarına ve kendime faşizm uygulamamayı başarmaya başladım sözlük, özgürleşiyor muyum nedir...

  • evlilik

    ön not: cinsiyetçi başlıklara yazmama kararı aldığım için buraya yazıyorum.

    ben göre göre evlendim. eski eşim, evlenme zamanı geldiğine hükmetmiş bildiğimiz anadolu erkeklerinden biriydi. evleneceği kişinin çalışıyor olmasını istiyordu. yaş için ölçütleri vardı. birkaç daha şey belirlemişti kendine göre. sanırım o ölçütlerin tümüne uyuyordum.
    bense o deli dolu ama ciddi görünen tiplerdendim. hayatım boyunca hem sorumluluk sahibi hem çılgın olmayı nasıl başardım bilmiyorum ama öyleydim işte. hatta ailesini tanıdıkça benimle evlenmeyi, tüm o ölçütlere uyduğum için mi, yoksa asıl bu özgür yanım için mi istediğini sordum kendime daha sonraları.
    peki ben niye evlendim. net. aşık oldum. o yüzden uyumsuz olan pek çok yanımızı görmezden geldim, hatta ayrılmaya çalıştığımda kendimi ıssızlığın ortasında kalmış hissettim. sonuçta nasılsa onun da beni sevdiğine inandım ve hayatımı onunkiyle birleştirmeye karar verdim.
    ilk sorun evlendiğimiz gün çıktı. o imam nikahı da kıydırmamız gerektiğini söyledi. huh. ben ve imam nikahı. islam'daki nikah şartları ile günümüzde yapılan imam nikahı arasında en ufak bir ortak nokta olmadığını bilecek kadar okumuşluğum vardı o sıra bile. biraz tartıştım. böyle bir şeyin anlamı olmadığını, doğru da bulmadığımı söyledim. sakince yine de istediğini söylemişti. yine de. evliliğimin en önemli sözcükleri bunlar olacaktı ve ben henüz bunu bilmiyordum. bir şekilde onun isteğini yerine getirip, kendimi de ezmeyecek bir çözüm ürettim.
    sonrası...
    sonra dünyanın unuttuğu bir kasabada geçen yıllar. onun beni oraya kapattığı yorumunu yapmıştı bir psikolog. oysa aramızda bir saniye bile kıskançlık muhabbeti geçmedi. açıkçası kıskanılacak bir kadın olduğumu hiç düşünmedim. zıplıyor hopluyor ve seviyordum. niye kıskanılaydım ki. öyle, bakımlı, ince, nazenin, kadınsı hatunlardan değildim. hiçbir zaman olmadım. nedense, erkeklerin o tarz kadınları kıskanması gerektiğine dair de sözlük cinsiyetçileri ile uyuşan bir yanım var. belki bu beni özgür kılıyordu. istediğim yere gittim, istediğim herkesle arkadaş oldum. insan insana iletişim kurdum. kadınlığım öne çıkmadı hiç.
    o kadar zıtlıklarımıza, uyuşmayan yanlarımıza rağmen aramızda inanılmaz bir çekim vardı. bir tek gün bile ayrı kalmaya dayanamazdık.
    peki evliliğimizi bitiren ne oldu.
    bebeğimizi kaybetme aşamasında beni yalnız bırakması mı.
    bu bir başlangıç oldu. ama daha önemlisi, benim değişmelerim oldu. sürekli okuyan biriydim ben. sürekli öğrenen, gezen, farklı insanlar tanıyan, farklı görüşleri dinleyen ve tartışan. o da değişti. ama yan yana değişmedik. sık seslendirdiği şeylerden biri, daha fazla değişmemi istemediğiydi. yeter artık değişme.
    değiştiğim için suçluluk hissederdim. değişmemeye çalışırdım. hatta bir süre insanlarla iletişimim azalttım ki, görüşlerinden etkilenmeyeyim. sadece onun istediği kişilerle görüştüm. inanılmaz sıkılsam da aralarında oturdum.
    uyuyakalıyordum biliyor musun sözlük. dost meclislerinde uyuyakalıyordum. dikkatimi toplamaya çalışsam da olmuyordu. ben ki arkadaşlarımla muhabbet ederken sabahlayan biriyimdir, üç gün uyumasam bana mısın demem. o insanların arasında iken dalıp gidiyordum.
    değişmeme çabam elbette işe yaramadı.
    tek sonucu ise artık konuşmamak, bir şey paylaşmamak oldu.
    yakınlık için uğraştıkça evliliği sürdürme sorumluluğunun bende kaldığını fark ettim.
    saçmaydı bu çaba. ne kadar çırpınırsam o kadar batıyordum.
    ne ara bu kadar mutsuz olmaya başlamıştım, onu bile hatırlamıyordum.
    o mutlu muydu. bilemiyordum. o kadar uzaktık birbirimize.
    peki ya çevremiz, nasıl etki etti.
    insanlar temelde iyi niyetliler. ama işte geleneksel bir toplumuz. bir evde dayak yoksa, belirli bir düzeyde gelir de varsa mutluluk için gerekli şartların olduğunu kabul eden bir toplum. tabi burdaki dayak, erkeğin kadını dövmesi anlamında. erkek ölümüne zalim değilse evlilik sürer işte.
    ah anadolu.
    sonuçta sadece bir evliliği değil, nice insanı da bırakıp yeniden büyük şehre döndüm.
    hep olduğu gibi dünya vatandaşları gerçek arkadaşlarım olmaya devam etti.
    ve değişmekten utanmamayı öğrendim.

    bi de ne evlendiğim için ne de boşandığım için bir an bile pişman olmadım.